9 Aralık 2012 Pazar

Fârâbî'nin Medinet'ül Fâzılası


“Maddî gücün ruhanî güçten üstün olabileceği düşüncesi, yalnızca Hindu geleneğinin Kali Yuga ya da ‘karanlık çağ’ olarak adlandırdığı ve bulunduğumuz çağa tekabül eden” dönemde ortaya çıkmıştır René Guénon’a göre. Düşünür, moderniteyi de M.Ö. VI. yüz yılda başlayan bu sürecin son evresi olarak niteler. (Guénon,1997:18) Onun niceliğin egemenliği diye tesmiye ettiği bu süreçte tersyüz edilmiş olan geleneğin kırıntıları ile inşâ edilen din dışı ve analitik düşünce, her konuyu münharif bir bakışla okumaktadır. Bu bakış, bugün günlük hayatımızda hisse sahibi olan tüm eşyaya sindiği gibi hayata yüklenen anlamdan, bu anlamla ilişkili davranış, düşünce ve yaşam biçimimize dek tüm mevcûdâtımızı da zaptetmiş durumdadır.

Mezkûr asırda ortaya çıkan doğa filozoflarının ortak meselesi bu yönden ilginçtir: Zamanın araştırıcı-filozofları, “her şeyin kaynağı”nı tespit etmek gayretindeydiler. Toprak, Su, Hava, Ateş gibi başka başka elemanları değerlendiren bu düşünürler, modern felsefeye gelinceye kadar eşyanın tabiatına ilişkin esas sorunun etrafında dolaşacaklara yollar açtılar. Bununla gâyeleri, tüm kâinatı ve tabiî var oluşu izâh edecek, anlamlandıracak bir perspektife ulaşabilmekti. Bu yönden antik felsefenin metafiziğin ilke kavramının bir taklidi ya da anlaşılamamış özünün kabuğu peşinde olduğunu söylemek mümkün: Anâsır-ı erbaaya böyle bakmış görünüyorlar. Zaten bu araştırmanın muhtemel sebebi, sembolizmin yitirilmesidir ki bugün bunu hikmetin kaybedilmesiyle de izâh etmek mümkün. Ki Guénon da farklı gerçeklik düzeyleri arasındaki ilişkilerdeki hiyerarşiye işâret ederek bu özü kavrayamadıkları için ilk sebep araştırmasına girişen doğacı yaklaşımı şöyle tecrid eder: “Âhenk (armoni)(…) tezahuri âlemin içindeki prensip birliğinin yansımasından başka bir şey değilken, bu âhenk de sembolizmin asıl temelini oluşturur. İşte bu nedenle, alttaki bir alanın yasaları, bu yasaların hem prensibinin hem de sonlu olan mantığının ait olduğu üst bir düzenin gerçeklerini simgeleyebilir.” (Guénon,1997:19)

Sembolizm bugün, Avrupa’da –bilhassa şiirde- ortaya çıkmış olan bir sanatsal akımdan ibâret sayıldığı ve hazır gıdalar gibi hazır hazlara, dondurulmuş düşünceye talipler, sayısal ve oransal olarak çoğaldığı için hakkıyla bilinen bir kavram değildir. Modern bir sanatsal tepki olan sembolizm akımı; merkezine algıyı alan, dış dünyaya ait gerçekliğin insan için salt algıyla ilgili birer semboller dünyasını olduğu fikrine dayanır. Bu yönüyle sanatta “sembolizm öznel idealist bir tavırdır.” (Hançerlioğlu,1993:372-373) Gelenekselci ekolün kurucusu Guénon’un kullandığı sembolizm mefhumuysa şüphesiz onun kadîm anlamı, hayata yüklenen değer için açıklayıcı olan tarafıdır, yani dinî anlamdır. Gilbert Durand bu anlamı içerisinde sembolü şöyle tanımlar: “[A]nlatılamaz ve görünmez bir gösterilene gönderen ve bundan dolayı da anımsayamadığı bu denkliği somut olarak tecessüm etmek zorunda olan ve bunu da uygunsuzluğu tükenmez bir biçimde düzelten ve tamamlayan ikonografik, ritüel, mitik yinelemeler oyunu aracılığıyla yapan işârettir.”(Durand,1998:13) Öyleyse yüksek, tanımsız ve görünümsüz bir hakikatin somut bir nesne vasıtasıyla tecessümü olarak özetlenebilecek olan kadîm sembolizmin, modern eş seslisiyle aralarında hiçbir bağ olmadığı ortadadır. Bugün sembol, ziyâdesiyle alegori ile karıştırılan, aralarındaki düzey farklılığı görülmeyen bir işâret sistemidir.

Bunu vurguluyoruz, çünkü geleneksel İslâm düşüncesinde varoluş, birbirinin sembolü olagelen farklı gerçeklik düzeylerinin hiyerarşisiyle izâh edilmektedir. Fârâbî’nin meşhur eseri el-Medinet’ül Fâzıla da mahut hiyerarşinin izâhatı ile başlar zaten. Bu izâhatın, bütünlük içinde okunabilmesi için, yani yüksek Hakikat ile süflî nesnel dünyanın gerçekliği arasındaki mütekabiliyetin anlaşılabilmesi için de ancak sembolizmin diline başvurmak gerekmektedir. Nitekim böylesi bir bütüncül okumadan uzak durulduğu takdirde ve sembol dili yerine alegorik dil ile çözümlendiği takdirde modern bir fecaat ile eser, bir ütopya olarak değerlendirilmektedir. Ki bu yanlıştır. Sembolün belli bir toplulukta anlaşılabilen bir dil olduğunu, bunun sembolü taşıyanın durumunu, toplumla ve kozmosla ilişkisini açığa vurduğunu ifade eden Mircae Eliade’ın belirttiği gibi hangi bağlamda olursa olsun bir sembol daima gerçeğin birkaç alanının birliğini açığa çıkarır. (Eliade,2003) Şu halde Fârâbî’nin şehir konusunu ele aldığı el-Medinetü’l Fâzıla adlı eserine neden varoluşun inkişâfına dair uzun bir giriş yazdığı anlaşılmaktadır. Fârâbî evvelâ ilk sebep olan Vücûd’un ve ondan hâsıl olan mevcûdâtın ne olduklarının tarifine girişir ve kâinatı ayakta tutan düzeni ilk sebepten aşağıya doğru mütekabiliyete uygun olarak izâh eder. İlk sayfasında “İlk mevcud diğer mevcudların sebebidir. O bütün eksiklerden münezzehtir.” (s.15) ifadesiyle başlayan eser, özünde ontik bir araştırmadır. Fârâbî, geleneksel İslâm fikriyatı çerçevesinde Varlık’ın ilkesel tezâhürü olarak ele aldığı kâinatın oluşunu izâh etmek maksadına binâen, Allah’ın sıfatları ve isimlerine ilişkin temel bilgileri yansıtarak yola çıkarken varacağı kesretin kaynağını göstermek gereği hissetmiştir. Bu sâyede hiçbir şeyin bir diğer şeyden bağımsız, ayrı bir gerçekliği olamayacağına da işâret etmiştir. Tüm varoluşu birbirine bağlayan bir kavrayış, tabiî olarak şehir olgusunu da kendi başına sosyolojik bir vakıa olarak görmeyecektir. Fâzıl Şehir’in de İslâm’la ortaya konulan varoluş hiyerarşisinde bir konumu vardır.

Tüm mevcûdâtın, mertebelerine göre Hakikat’ten taşmakla varlıktan payını alarak hâsıl olduğunu yazan Fârâbî; bu sâyede oluşan kâinatı, devrî olarak dönen kürelerle açıklar. Bu küreler, sayısı bilinmeyen alt dünyaları ihtiva ederler. “İnsan”ın geleneksel anlayışta yeri de zaten bu kürelerin arasındadır: İnsan, İbn Sina’nın dediği gibi kendini bir hiç zanneder ama âlem ondadır! Geleneksel anlayışta evrenin sureti, özeti olarak kabul edilen insan, merkezî rolü gereği mikrokozmos olarak vasfedilmiştir. Bu yönden insanın varoluşu da tüm kozmos için bir orta noktadır: Aşağıdakiler ve yukarıdakiler ile beraber insan, tıpkı evrenin bir güneşe sahip olması gibi ilâhî aklı sembolize eden bir kalbe sahiptir. İnsanın bir kalbe sahip olması, aynı sembolizm çerçevesinde onun halîfetü’l arz olmasına da işâret eder: Kur’an’da halîfe olarak nitelenen insan, ilâhî aklın yansıması olarak yeryüzünde düzen inşâ etmek ve arzı yönetmekle mükellef durumdadır. Biyolojik varoluşu teşbihlerine konu edinen Fârâbî’nin “kalb bünyenin hâkim uzvudur” demesi gibi insan da kâinatın hâkim uzvudur. İbn Arabî’nin deyişiyle âlem, insanla kemâl bulur.

Varoluşa ilişkin bu kritik değerlendirmenin tüm kâinata yayılması, “her şeyi içeren bütün” anlamına da gelen kozmos (cosmos) kelimesinin muhtevasındaki düzen ideasıyla da doğrudan alâkalıdır. Aynı zamanda “âlem” fikrini de içerdiğinden bu kelimenin Türkçeye “nizâm-ı âlem” olarak tercüme edilebileceğini yazan İbrahim Kalın, kozmolojinin nihaî noktada “evrende kaos yerine düzen olmasının sebeplerini” araştırdığını yazar. İhvân-ı Safâ, Gazzâlî, İbn Arabî, Sühreverdî ve Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi Fârâbî de kozmoloji çalışmıştır. Arapça’da kevniyyat olarak geçen kozmoloji; cosmos (düzen sâhibi âlem) ve logos (düzenleyici akıl, ilke) ke­limelerinden oluşur ve varoluşun düzenliliğini, cevherinde bulunan düzenleyi­ci ilkelere (logos, hikmet, sünnet) bağlar. Tüm kâinata bir bütün halinde hâkim olan bu aklî ilkelerin ihlâli, ahenk ve dengeyi bozarak varlığı kaosa sürükler. Kozmoloji aynı zamanda bu dengenin muhâfaza edilişiyle de meşgûldür. (Kalın,2010:32-45) Bu noktada sembolizm konusunda ifade edildiği üzere daha yüksek bir hakikat ile onu temsil eden semboller arasındaki ilişkinin dayanağı olan mütekabiliyet ile gerçeklik düzeyleri ve somutlaşma hatırlanırsa; insanın merkezine yerleştiği kozmosu düzenlemesinin de somutlaşması gerektiği fark edilecektir. Şehir kavramı işte bu noktada Fârâbî felsefesinde mühim bir yer tutmaktadır. Çünkü şehir onun için, âlemi kemâlata erdirecek olan insanın, hayrin efdâline ve kemâlin âlâsına ulaşmasının tek yoludur. Toplulukların kâmil olanları üç kısımdır: Yeryüzündeki tüm insanların oluşturduğu büyük topluluk, milletlerden teşekkül eden ortanca topluluk, şehir halkından ibâret küçük topluluk. (s.79) Şehir, kemâlatın vesilesidir.

el-Medinetü’l Fâzıla’da Fârâbî, insanların bir araya gelmelerini ihtiyaca bağlar. Bu ihtiyaç maddî çerçevede yaşamsal olabildiği gibi mânen de mükemmelliyete ulaşmakla ilgilidir. Bu sebeple şehirleri temelde ikiye ayıran Fârâbî, Fâzıl (erdemli) şehri, erdemli olmayan cahil, fasık, değişmiş ve şaşkın şehirlerden ayırır. Kitabın son bölümünde tek tek bu şehirleri ve türevleri ile sahip oldukları kötü nitelikleri inceler. Örneğin cahil şehirde öne çıkan vasıf, adâlet olduğu zannedilen eşitlikle, bir zümrenin diğer zümre üzerindeki hile ve sahtekârlıklarıdır. Modern dönemde alışılagelen bu ilginç tespitin yanı sıra Fâzıl şehrin en önemli özelliği olaraksa Fârâbî, “sakinlerinin ancak saadete erişmek maksadıyla yardımlaşmaları”nı gösterir. (s.80)

Fâzıl şehrin yapılanmasıysa Fârâbî’nin ilk başta aktarılan ontik vizyonuna göredir. Şehrin ortaya çıkışı maddî olarak karşılıklı ihtiyaçlarla ilgiliyken mânevîyatta da şehir kemâlatla ilgilidir. Mükemmelliği ulaşmanın yolu şehirden geçer. Fârâbî için hakikî fazilet de saadete ulaşma amacıyla yapılan fiillerden sâdır olan davranış ve melekelerdir; saadet ise hayr için yapılan hayrdır. (s.70) Bu amacı paylaşan bir topluluğun yaşadığı şehir de Fâzıl Şehir olma vasfına sahiptir. Fâzıl Şehir, ilk sebepten kesrete uzanan bütünlüğü kalp ve vücut sembolizmi ile verirken, doğal olarak en büyük vurgusu da Cundioğlu’nun “sonuçların sonucu” dediği olan adâlet üzerinedir. Neticede, “Bu sonucun ortaya çıkmasında cihan “maddî neden/material cause”, devlet “sûrî neden/formel cause”, padişah-ı âlem “fâil neden/efficient cause”, salâh-ı cihan ise “gaî neden/final cause”dir. Arada ise hukukî, siyasî, askerî, iktisadî, ictimaî kuvvetler rol oynar. Hepsinin yerini bilmesi, yani olmaları gereken yerde bulunmaları adâlet’le, aksi ise zulüm’le sonuçlanır.” (Cundioğlu,2005) Adâleti, varoluşta Varlık’tan alınan pay ile açıklayan ve “insanların çoğu hizmet etmek için yaratılmışlardır.” diyen Fârâbî’nin topluluğun işbölümüne ilişkin yazdıkları da yapılanmada öne çıkan adâlet fikrini bütünler niteliktedir. “Bütün cüzler, derece ve mevkilerine göre, ilk sebebin maksadını güdecek yolda yürümelidirler.” (s.84) Şehir için ilk sebep ise onu kuracak reistir: “Şehir reisinin ilk önce vücut bulması lazım gelir ki [bizzat] şehrin ve şehir cüzlerinin teşekkülüne sebep olsun.” (s.82) Bu yönden Fârâbî aynı sembolizme geri döner ve şehir reisini şehrin kalbi olarak niteler ve bu yüzden onu gelişi güzel birisi değil, fevkinde kimsenin bulunmadığı üstün birisi olarak tanımlar. Çünkü şehrin kalbi olan reis aynı zamanda yeryüzünün de reisidir. Bu düzende âlem, mânânın kesâfeti ölçüsüne dayanan bir sıralamayla kaimdir; mânâ, Tek Varlık olan Hakikatten gelir, kesretin maddî çeşitliliğine uzanır. Buna bağlı olarak mikrokozmik varoluş olan insan da makrokozmik boyutun bir özeti olması hasebiyle aynı düzene göre tertiplenir. Bu tasnifin maddî düzen için en üst noktasını Hükümdar/Reis oluşturur.

el-Medinetü’l Fâzıla, kozmosun ortasında yer alan insanın, diğer insanlarla bir arada yaşama gerekliliğinin temel prensibi olan düzene dair işâretler barındırır. Bu yönden medîne, yani şehir, yeryüzünde halîfe olan insanın kuracağı bütünlüklü yapı olan medeniyetin de çekirdeğidir. Fârâbî’nin gösterdiği düzeni sağlayacak olan failin sahip olması gereken vasıflar da İnsan-ı Kâmil’e işâret eder. Bu yönden filozofun, Medîne’den yola çıkarak İslâm’ın ilk şehri ve nebevî düzenin arketipini sistemli bir dile yaklaştırdığı değerlendirmesini yapabiliriz. Ki riyâsetin sahibi olarak Rasûlullah (s.a.v)’ın mahut vasıflara malikiyeti de bu fikri tamamlayacaktır. 


Kaynakça
Cundioğlu, Dücane (2005); Adâlet Dairesine Dair; http://yenisafak.com.tr/arsiv/2005/nisan/09/dcundioglu.html, Erişim: 20.12.2021
Durand, Gilbert (1998);Sembolik İmgelem, İnsan Yay., Terc.:Ayşe Meral,İst.
Eliade, Mircea (2003); Dinler Tarihine Giriş, Kabalcı Yay., Terc.:Lale Arslan, İst.
Fârâbi (1990); el-Medinetü’l Fâzıla, M.E.B. Yay., Terc.:Nafiz Danışman,İst.
Guénon, René (1997); Maddi İktidar Manevi Otorite, İz Yay.,2.Baskı,Terc.:Birsel Uzma,İst.
Hançerlioğlu,Orhan (1993); Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 8.Basım, İst.
Kalın, İbrahim (2010); Dünya Görüşü, Varlık Tasavvuru ve Düzen Fikri: Medeniyet Kavramına Giriş; Divan Dergisi, c:15,s:29 (1-61),İstanbul.