İslam, Arap toplumunun
ve sonrasında diğer Müslüman toplumların siyasî rejim ve kurumlarını, toplumsal
ve ahlâkî değerlerini ilkesel düzeyde bir dönüşüme uğratarak geniş kapsamlı bir
toplumsal-kültürel bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. (Arslan,2009:146) İslam’dan önce Arapların çölde
göçebe veya küçük yerleşim merkezlerinde kabileler halinde yaşayıp riyasetle
yönetilirken İslam’la birlikte birlik ve beraberliğin doğduğunu yazan Uludağ,
bu sayede Arap asabiyetinin de arttığını belirtir: “Güçlenen ve tesiri artan Arap asabiyeti mülke doğru yol almaya başladı.
Fakat İslamiyet’in mülkü tasvip etmemesi ve onu hoş karşılamaması, bir de
vahyin ve mucizelerin gönüllere saldığı korku hissi sebebiyle Hz.Osman’ın
halifeliğine kadar asabiyet mülk haline gelemedi. İslam öncesi riyaset
sisteminin değişik bir şekli olan hilafet tarzında bir idare sistemi ortaya
çıktı. Halife Hz.Osman’ın etrafında Emevîlerin yığılmaları ve devlet
memuriyetlerini ellerine geçirmeleri, bir nevi riyasetten ibaret olan
hilafetten mülke doğru atılan ilk adımı teşkil etti.” İbn Haldun’un, asabiyeti
güçlenen ve bunun gereklerini üstlenirken kendisine yönelecek eleştirileri göze
alan Muaviye’nin mülk için ortaya atılmasını ve Hz.Ali’nin onunla savaşını
mülke bağlamasını (Uludağ,2012:108) İslam toplumunun artık ideolojik bir hal alması
olarak değerlendirmek mümkündür. Tagallüp ilkesi olan ve siyasî bir işleve
sahip asabiyetin, İbn Haldun için İslâm’la uyuşmadığı sonucunu çıkaran Arslan,
söz konusu asabiyetin zaten İslâm’ın ortaya çıkışıyla unutulduğunu,
geçersizleştiğini ancak Emevîlerle birlikte yeniden ortaya çıktığını
düşündüğünü yazar. (Arslan,2009:194) Düşünüre
göre siyasî hayatın bu gerçeğine rağmen hilafeti savunmak, filozofların
benimsediği devlet modelini savunmaktan farksızdır. Ki bu süreçle birlikte geleneksel/vahye
dayalı düzen, zaman içerisinde yozlaşarak yerini usa dayalı bir düzene
bırakmıştır. Bu siyâsetin en önemli özelliğiyse insanların sadece bu dünyaya
yönelik çıkarlarının gerçekleştirilmesidir.
Bu durum, Sovyetçiliğin
kapitalizmin temel çizgilerinin karikatürleşerek büyümesini temsil ettiğini
yazan Gorz’un eleştirisiyle bazı koşutluklar içermektedir: André Gorz,
akılcılığı toplum üzerinde bir iktidar hâline getiren “Plan” olgusunun ayrı bir
dışsal bilinç olarak geliştiğini yazar: SSCB tecrübesinde bireyin kendini büyük
proje kapsamında bir çalışma topluluğuna ve bunun vasıtasıyla da topluma ait
hissetmesini sağlayacak olan Plan, belirlenmiş kolektif hedeflere ulaşmak için
görevlerin paylaşım ve bölüşümünün işlevsel bütünleşmeyle gerçekleştirilmesinin
somutlaştırılmasıydı. “Plan, toplumun her
bir üyesine hem doğa üzerinde egemenlik ve hem de bu egemenliği geliştirmeye
yönelik toplumsal girişimi veren hedeflerin akılcı biçimde hazırlanmış bütünü
olmalıydı. Bir anlamda, Plan toplumun, gönüllü işbirliği temelindeki kolektif
girişimi olarak, kendisine ilişkin düşünümsel bilinci olacaktı.” Bir üst
akıl olarak sosyalist ahlâk bireyden, Parti iradesine bağlı olarak ortaya
konulan –sosyalizmin, tarihin, devrimin- aşkın hedeflerini gerçekleştirmek için
aktif bir araca dönüşmesini istiyordu. Bunun yolu da Pati sevgisi, devrim ve
sosyalizme olan inançtan geçiyordu. Bu inancın Weber’in “meslek etiği” (berufsethik) diye adlandırdığı püriten
ahlâkla benzeştiğini yazan Gorz, püritenin kendini mesleğine adayarak ama ondan
bir kurtuluş ummadan sadece Tanrı’nın iradesine teslim olması ve bu iradenin
dünyayı akılcı olarak düzenlemesinde bir yücelik görmesi gibi sosyalist işçi de
Parti dolayımıyla Evrensel Aklın zaferi için bir alet olduğuna inanacaktır. Her
iki güdülemenin ortak noktası büyük aklın düzenlenmeleri için çalışmak gereği
duyanların motivasyonlarındaki akılcı olmayan tavır ve araçsallaşmadır. “Sistem olarak programlanan akılcılaştırma
Aklı bireyler üzerinde –ama bireyler aracılığıyla değil- uygulanan ayrı bir
iktidar haline getiriyordu ve Aklın Egemenliğini de işlevleriyle aklın
egemenliğine sahip olanların diktatörlüğüne dönüştürüyordu; çünkü bu
akılcılaştırma bireylerin çevrelerinden ve ilişkilerinden edinebildikleri
sezgisel kavrayıştan kopuktu.” (Gorz,1995:55-60)
İslâm’ı bir din olarak
kabul etmiş toplulukların büyük akıl olarak kendini sunan iktidarlar elinde
araçsallaştırılmaları İbn Haldun’un yazdıklarından da görüldüğü üzere modern
bir durum değildir. Ne var ki Sovyet halklarının yukarıdaki tespitlerde
aktarılan akılcılığın akıldışı (irrasyonel) güdülenimleriyle bireysel olarak
anlamlandırmaları beklenmeyen işlevsellikleri, İslâm toplumlarıyla iktidarlar
arasındaki ilişkinin ideolojik temsillerini ihtiva etmektedir: Dinî bir değer
olan hilâfet olgusunun zaman içerisinde ideolojik bir aygıta dönüşmesi,
Müslüman toplumsallığının da bu aygıtın işlemesinin birer aracı hâline
getirilmeleri aynı güdülemeye tâbi olmalarıyla mümkün olmuştur. Bu güdüleme,
Gorz’dan çıkardığımız, akılcılığın akıldışı güdülemesidir. İktidarlar
tarafından tarih boyunca fetih, üretim, talan gibi anahtar kavramlar etrafında
yeniden üretilen bu ideoloji, Osmanlı Devleti’nin çözülmesiyle birlikte bir üst
aşamaya geçmiş ve İslam toplumlarına hükmeden iktidarlar da kapitalist
hegemonyaların araçları olarak Batı (kapitalizm)’nın akılcılığına teslim olmuşlardır.
“İnsanlar egemenler için, doğanın tamamı da toplum için malzeme durumuna
girer.” dedikleri rasyonelleştirmeyi eleştiren Horkheimer ve Adorno,
Aydınlanma ile birlikte başlayan bir süreç olarak ele almalarına rağmen tarih
boyunca var olan usçuluğun aklı, “diğer
aletlerin yapımına yarayan bir alet” konumuna indirgediğini yazarlar: “Akıl total olarak toplumsal sürece boyun
eğmiş, aklın araçsal değeri, doğa ve insan üzerinde dominasyon kurulmasında
oynadığ rol ya da başat ideolojinin ‘ideolojik aygtı’/sözcüsü, tek ölçütü
konumuna ulaşmıştır.” (Kızılçelik,2000:87)
İbn Haldun, aklî
siyasetin sultanın maslahat ve menfaatini, kahr ve galebe yoluyla nasıl
sağlamlaştıracağını göz önünde bulunduran bir tarzını ele almaktadır: Müslüman
olsun ya da olmasın dünyadaki yönetimlerin çoğu da bu nevidendir. (İbn Haldun,2012:571-572) Çeşitli araçsallıklara
dayanan bu yönetimlerin kullandıkları ideolojilerden birinin tarih bilimi
olması, İbn Haldun’un Mukaddime’yi
bir tarih kitabı olan el-İber’in
girişi olarak yazmasının da anlamını ortaya koymaktadır.
Alper Gürkan
Kaynakça
Arslan,Ahmet
(1999); İslam Felsefesi Üzerine, Vadi
Yay.,Ank.
Gorz,André
(1995), İktisadi Aklın Eleştirisi,Terc.:I.Ergüden,Ayrıntı Yay.,İst.
Kızılçelik,Sezgin
(2000) Frankfurt Okulu (Eleştirel Teori),Anı Yay.,Ank.
Uludağ,
Süleyman (2012); İbn Haldun ve Mukaddime,
Mukaddime,Dergâh Yay.,8.Baskı,İst.