Sanatın, doğası icabı olgusal
gerçekliği zamana ya da mekâna bağlı olmaksızın kendinde taşıyabildiğini
gözlemlemek daima mümkündür: İnsan, çevre, toplum değişse bile yüzlerce
yıldan bugüne uzanan bir sanat eserinde gerçekliği tecrübe etmek
olanağı hep vardır. Bu gerçeklik bazan en saf hâliyle Hakikat’e bir
işaret, bazan kâinata dair bir bilgi, bazan dünya üzerinde yaşananlara
dair tekerrürün bir “öngürü”sü olabilir. Ancak her halükârda, değişen
kabuk ve yapraklara rağmen değişmeyen çekirdeğin sanatın dilinde daima
yeniden hayat bulması, tıpkı yaradılış gibi sanatın da, insan olsa da
olmasa da devam edeceğinin bir göstergesidir. Binlerce yıldır duran bir
mimarî yapı, üzerinden asırları geçirmiş bir duvar resmi, hâlâ sesi olan
bir beste ya da asırlardır anlatılagelen bir hikâye; sadece sanatçının
değil, onun içinden çıktığı, dilini taşıdığı toplumu bile aşmış, insan
olmaya ilişkin müşterek bilincin sessiz kelimeleri olarak
kurucu kodlarından birisine dönüşmüş olabilir. Çünkü sanatın doğası
yaradılışın doğasının –bir taklidi değilse de- devamıdır. Sanatsal imin
umudunu taşıyan sanatçının gözlerinde varlığın kendinden başkasının
tasarrufu olmadığından bazan kınansalar, bazan susturulsalar, bazan
öldürülseler de aktardıkları sessiz bilgi bir zaman sonra zihnen
sindirilmiştir: Günlük hesaplar, menfaatler, ekonomi, siyaset ya da
pazarlık ve uzlaşma konusu olabilen diğer şeyler bu zamanı sadece
geciktirmişlerdir.
Bunun kehânetle veya tesadüfle
ilgisinden çok, sanatın kurallarının yaratmanın kurallarıyla yani
kâinatın düzeniyle ilgisi olduğu gerçeği, bazı yüzeysel değişimlere
rağmen toplumların temel karakteristiğinin de sanatın dilinde
yansıtılabildiğini göstermektedir. Odysseia’da insan doğasının kaypak
yüzü, Gılgameş’de onun dünyayı biçimlendirebilecek güçlü ihtirasları,
Mısır ya da Çin piramitlerinde toplumu hizalayan dengeleri, Ayasofya’da
acziyetini, Hind masalında ya da İslâm minyatüründe metafizik doğasını
ve hiyerarşisini müşahede etmek imkânı daima vardır. Modern sanat, sanki
tüm bunlara ilgisizmiş gibi görünse de tıpkı diğerleri gibi toplumsal
bir ürün olmaklığıyla benzer bir vasfı –en azından bir halk şiiri kadar
işlevsel biçimde- taşımaktadır: Biçimsel olarak da modern dönemlerde
ortaya çıkmış sinema ya da roman, geleneksel özü taşımayan ama öyleymiş
gibi görünen bugünün eserlerine nazaran çok daha fazla bilgiyi
içselleştirmiş olarak taşımaktadır.
Bu noktadan değerlendirdiğimizde
insana ait sırları taşıyan bu “eski” eserlerde olduğu gibi sanat dilini
yitirme tehlikesine uzanırken bile hâlâ “yeni” görünümleriyle de
aktarıma devam etmektedir. Ne var ki yaratmanın bir tekrar değil yeni
bir şey olduğu fikrinin yaygınlık ölçüsünce bunu yaptıkları için, kendi
zamanlarında değerlendirilmeleri de nâdir bir durum teşkil etmektedir.
Öyle ki bu bilgilerin tarihsel mevcudiyeti ile bugünkü görünümü
arasındaki biçimsel dönüşümden haberdâr olmayanlarca insanın sırları
ortalığa saçılmış hissi uyandırılmakta veya eski olanı küçümseme
refleksiyle bu aktarıma anlam dahi verilememektedir…