"Kendi işlemlerini ve kendi düşünme araçlarını radikal
bir sorgulamaya tabi tutmayan, bu tür bir düşünümsel
yönelimi felsefî bir zihniyetin artığı, dolayısıyla
bilim-öncesi bir kalıntı sayan sıradan sosyolojiye, tanıma
iddiasında olduğu nesne tamamıyla nüfuz etmiştir. Böyle bir
sosyoloji, sözkonusu nesneyi gerçekten tanıyamaz. Çünkü kendini
tanıyamaz. Nesne olarak ele aldığı nesnenin parçası olduğu ve
ondan kopamadığı için nesne hakkında bir şeyler söyler ama
sözkonusu şeyler gerçekten nesneleştirilmiş değildir. Çünkü
bizatihi nesnenin kendini anlama ilkelerinin ötesine geçilmemiştir."
Pierre Bourdieu, Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar
Sun
Tzu düşmanı alt etmenin temel kuralının kendini bilmek
olduğunu söyler. Metafizik anlamının dışında da kendini bilme
hâli, düşmanla/öteki ile kurulacak teması veya stratejiyi
belirlemek için içsel olarak kendiliğin tecrübe edilmesi anlamına
gelir. Düşman, zihinde içsel olarak tanımlanmaksızın bütünüyle
dışsal bir öteki olarak kurulduğunda, kendiliğin yapılanmasına
ilişkin her hamle özünde ötekinin belirlemesine boyun eğecektir.
Stratejinin öteki tarafından belirlenmesi de kontrolü yitirilmiş
bir savaş demektir.
Bir
düşmanlık durumunun özü itibariyle karşılıklı olarak
geliştirilmiş biçimlendirme çabalarından ibaret olduğu dikkate
alındığında sıklıkla "yaşam mücadelesi" olarak
anılan sosyal hayatın bir savaş simülasyonu olduğu
söylenebilirse Sun Tzu toplumsal öznelere de bir şey söylüyor
demektir, "kendini bil" diyerek. Birey ve toplumsallıkla
bütünlenen öznelerarasılık evreninde -özgürleşim, faydaya
erişim ya da statü işgâli gibi şekillerde görülen karşılıklı
genişleme eğilimleri, bir mücadele alanı var ettikleri kadar,
müşterek menfaat icabı sürekli dengede tutulmak istenen bütüncül
yapıyı da organize ederler. Bu organizasyona bir kişilik
atfedilerek/tekil bir aktör biçiminde "sistem" ya da
"düzen" şeklinde nitelenmesi çok zaman, hayalî bir
failin organizatör olarak tanımlanmasına yol açar: Organizatör
olarak sistem; bireylerin aksine ahlâksız, çarpık, bozuk veya
haindir. Hiçbir şekilde bireylerin ilgisinin bulunmadığı
niteliksizlik, sistem diye anılan bir heyûlanın üretiminden
ibarettir buna göre. Bu kurguyu ciddiye almak gereksiz olacaktır.
Öyleyse olumsuz bir edayla "hayatın gerçekleri" diye söz
edilen şey, nihayetinde toplumsallık içinde biçimlenmiş bireysel
yönelişlerin, tercihlerin kolektif bir karakter kazanmasından
ibarettir denilebilir.
Yine
de burada ileri sürülecek olan fikir, toplumsal dünyanın
bireylerin toplamı olduğu gibi bir kaba çıkarsama da değildir.
Çünkü bireylerin yönelimleri, Sun Tzu'nun ikazı çoğu zaman
gözardı edilerek oluşturuldukları için salt rasyonel tercihlerle
de açıklanabilir demek mümkün gözükmez: Toplumsal fenomenlerin
doğasında bireyi baskılama eğilimi her zaman vardır. Bu
baskılamada dilin işlevi bilinir. Dil ile ilişkimiz bir maruz
kalma hâlini gösterir: Bu, somut anlamda kelimeler ve onlar
üzerinden yürüyen iletişimin sınırlılığına mahkûmiyetten
fazla olarak, belirli bir gramatikle sistemleştirilmiş semantik
modelin birey üzerindeki kaçınılmaz baskısıdır. Sözkonusu
baskı, bireyselliklerce inşâ edilebilecek bir kaçış alanını
bilkuvve ihtiva etse de kişinin toplumsallaşma sürecinde
içselleştirdiği nesnel gerçekliği tanımlama biçiminde kurucu
pozisyondadır: Tarihin biçimlendirmesi altında yapılanmış
toplumsal dünya, semantik model vasıtasıyla olguların
yorumlarını/alımlanma şeklini bireysel psişede büyük ölçüde
sınırlarken öznel gerçekliği de kodlamaktadır. Anne ile
ilişkiden başlamak üzere genelleşen toplumsallaşma dairelerinin
her biri, gerçekliği dilin somutlaşması şeklinde kuran pratikler
aracılığıyla sınırlarını da bireye belletir: Birbirinin
yerine belirli bir ölçüde ikâme edilebilecek rollerin bireyce
benimsenebilmesi her bir rolün alanını ve sınırını bilmekle
mümkündür. Dilin, toplumsal tahakkümün bir aygıtı olarak
toplumsallaşmadaki işlevi, öznelerarasındaki olası
ilişkisellikleri bir kalıba dökmek olduğu kadar tikel ve tümel
arasında da bir dolayım kurarak parçanın bütünün varlığını
benimsemesini de gerektirir. Bu yönden dilin birey üzerindeki
tahakkümünün anlamı, aynı zamanda birey üzerindeki her türden
tahakküm biçiminin meşruiyetinin sağlanmasını da içerir:
Birbirlerinin yerine ikâme edilerek öznel gerçekliğe tahvil
edilen sosyal rollerin konumları itibariyle sınırlanmaları, birey
için anlam alanlarının da belirlenmesi demektir ki sonraki dairede
karşılaşılan öğretmen rolü anne-baba rolleri üzerinden,
patron rolü öğretmen rolü üzerinden vd. tanımlanarak
benimsenir: Bütüne yansıtıldığında siyasal iktidar ile toplum
arasında kurulacak meşruiyet imkânı da sözkonusu ikâme
nesnelerinin dil vasıtasıyla içselleştirilmesiyle gerçekleşir.
Bu içselleştirme, belirli muhalif yönelişleri kapsamıyor gibi
gözükse bile reddedebilmenin birinci koşulunun kabul etmek olduğu
unutulmamalıdır. -Bu yönden bilinen ütopyalarda doğrudan devlet
diye adlandırılmasa da sosyal hayatı organize etme fikrinin somut
örnekleri değerlendirilebilir.