31 Ocak 2016 Pazar

Örs, Çekiç ve Kavramlar: Mesleğin İncelikleri


Her yöntem ve yöntemsel çeşitliliğin teori ve pratiklerini içeren her alanı, sosyal bilimcinin bir olguyu masasının üzerine koyarak ondan bir nesne çıkarma gayretinde sözkonusu olguyu nasıl gördüğüyle ilişkili olarak gelişir. Olgunun varlığının tespitinden onun bir problematiğe dönüştürülmesine, koşullar ve imkânların değerlendirilmesinden nihayet çözümlenip raporlanmasına kadar tüm süreci biçimlendiren bir görme biçimi daima etkin durumdadır. Bu nedenle nesnenin inşâsı bir anlamda dışarıya açık bir dizi kurallarla uyumlu bir faaliyetse de bir anlamda da bütünüyle sadece araştırmacının duyumsayabileceği bir gizem demektir. Nihayet ele alınan olgu onun zihniyle kayıtlı değilse de olgunun bir nesneye dönüştürülmesi; sözü edilen görme biçimi vasıtasıyla araştırmacıyla olguya ilişkin arkaplanı buluşturan, uyuşumları ve zıtlıkları açığa çıkaran ve sonunda sadece ona ait bir fotoğrafa ulaşmayı sağlayan bir dizi işlem demektir.

Zygmunt Bauman Sosyolojik Düşünmek'te toplumsal dünyanın farklı disiplinlerin çalışma alanlarına bölünmüşlüğüyle ilgili olarak işbölümü kavramına müracaat ederek disiplinlerin kendi arkaplanlarını odağa alarak ortaya koydukları pratiklere dikkat etmek gerektiğini yazar: Her disiplinin farklılık yaratan farklılığı bu pratiklerde gizlidir. Buna paralel olarak her sosyal bilimcinin bir olgu üzerinden yaptığı değerlendirme veya ulaştığı sonuç da doğal olarak doğrudan kendi pratikleriyle ilgili bir sonuç ortaya çıkarır. Bauman'ın makale yazımında -beşerî bilimlerin tamamına genelleştirilebilecek olan "biz" zamirinin kullanımına ilişkin söyledikleri bu yönden dikkat çekicidir: Bir fizikçi ya da astronom kendisiyle nesnesi arasında ister istemez kesin bir ayrılık temelinde hareket ederken misalen sosyologlar inceledikleri fenomenle bir şekilde bilişsel -duygusal ya da fikren temas hâlindedirler. Bu temas ilk bakışta zorunlu değildir gibi de gözükebilir, sosyoloğun ya da etnografın kendi köyünde peygamberlik kurumunu araştırması gerekmez; ancak uygun bağlantıları kurabilecek entelektüel arkaplan ve farklılıkları inceltebildiği gibi ihtiyaç durumuna göre görünmez hâle getirebilecek bir zekâya sahipse insanî duruma ilişkin bir baskıyı hissetmesi olağandır.

28 Ocak 2016 Perşembe

Bilgi ve Belirlenmişlik Sorunu: Modern Bilimin Dinsel Karakteri

"Evrenselcilikte bir aldatmaca vardır. Evrenselcilik, serbestçe dolaşan bir ideoloji olarak değil, tarihsel kapitalizmin dünya sisteminde iktisadi ve siyasal iktidarı elinde tutanlar tarafından yayılan bir ideoloji olarak yol almıştır. Dünyaya, güçlünün zayıfa bir armağanı gibi sunulmuştur. Timeo Danaos et dona ferentes!* (Yunanlılardan armağan getirdikleri zaman da korkarım)."

Immanuel Wallerstein, Tarihsel Kapitalizm

Foucault, Bilginin Arkeolojisi'nde gelişme ve evrim fikrine dair ilgimizi çeken bir şey söyler: "(...) dağınık olayların bir ard arda gelişini yeniden bir araya toplamak, onları bir ve aynı düzenleyici ilkeye bağlamak (...) zamanı esere egemen kılmak imkânı verir." Bu fikrin zamanı esere ya da çağı ortaya çıkarılana veya tarihi fenomenlere egemen kılma temeli, "Gelen-ek" biçiminde kavranan bir olgusal süreklilik fikrinden beslenmek yönünden Marksist yapısalcılığın tarih okumasını da görünür kılar: Tarihin bir bütün ya da yapı olarak varoluşu, ona anlamını veren toplum biçiminin içinde yer alan güçlerin yarattıkları dinamizme bağlıdır; tarihin sınıf savaşımlarının üzerinden okunması sadece ilerleyen bir bilinç fikrine (evrime) değil, bu zamansallığın belirli bir olgu etrafında (sınıflı toplum) biçimlenmesi olarak tarihin sabitlenmesine de ulaştığı görülür. Bu sabitleme işi tarihin mutlaklaştırılması demek olduğu için bugünün de dahil olduğu tüm zamanın aynı boya ile -belirli bir olgunun genişleyip saçılmasıyla, boyanması sonucunu kendiliğinden getirir ki deterministik yönü itibariyle Hegel'in teleolojik/amaçsal açıklamasının bir türeviyle karşılaşırız. İnsanın ve hayatın anlamı, tarihin yöneldiği komünist tinselliğin normlaştırılması üzerinden yapılandırılarak değersizleştirilir burada: Sözkonu norm vasıtasıyla insan-lık (kurumu) insandan, geleceği içkin tarih şimdiki ândan ve yani yapının birime önceliği anlamında düzenlilik fikrinin (ideal) gerçeklikten üstünlüğünü ürettiği bir hiyerarşiyi de meşrûlaştırır. İdeal olanın normlaştırılması, gerçekliğin bu norma göre daha aşağıda görülmesi tinselliğe ilişkin söylemlerin doğru (normal) kabul edilerek oldukları gibi içselleştirilmelerini gerektirir. Bu durum elbette -bürokratik ağ ve askerî yapılanmayı içinde buharlaştıran devlet, sınıf ya da toplum gibi soyutlukların şeyleştirilerek yüceltilmelerine de imkân tanımaktadır. Bu anlamda Marksist ideolojinin kendisinin de bir "yanlış bilinç" ürettiği sonucu ortaya çıkar: Bu yanlış bilinç, fikirsel olarak teklifinin kötü olduğu anlamında değil, tarihin yöneldiği mutlak anlamı ifade eden idealist/ideolojik söylemin gerçekliği değersizleştirmesi anlamındadır.

Bu sonuç Alman İdeolojisi'ndeki burjuvaziye yönelik eleştiriyle de tasdik edilecektir: "Gerçekten de, kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf, kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarını toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı olarak göstermek zorundadır, ya da şeyleri fikir planında açıklamak istersek: bu sınıf, kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermek ve onları tek, mantıklı ve evrensel olarak geçerli düşünceler olarak göstermek zorundadır." Burada Marx ve Engels'in burjuvazinin ya da aristokrasinin kendi çıkarlarına hizmet ettiği için tek gerçeklik olarak dayattıkları fikirler (ideoloji) eleştirisi, aynı zamanda gerçekliğin dayatılabilmesinin aracı olarak "bir norm olarak evrenselliğe" müracaat edildiği fikrini de içermektedir ki aristokrasiye karşı Fransız burjuvazisini bu yönden örneklerler. Çıkarım şudur: Daha geniş bir toplumsal tabana dayanan sınıf doğal olarak daha evrenseldir.

23 Ocak 2016 Cumartesi

Ortodoks Mitolojilerde Antagonistik Düzenlilik Fikri


I.

Şöyle efkâr içeren bir gerçek var: Çokca din kavramıyla karıştırılan şeriat kavramının muhtevası esası itibariyle aklîdir ki akıl sahiplerine teklif edilmesinin anlamı da budur zaten. Aklen olgunluğa ermemiş ya da dünyayı aklın kelepçelerinden azade seyreden kişiler -bir eksiklikten değil, muhtaç olmamalarından ötürü şeriatlarla muhakeme edilemezler. Bunlar sonuç tabi, sebepse farklıdır: Şeriat olgusunun aklî olmasının sebebi, akıl olgusunun tarihselliğidir ki şeriat hükümleri de tarihseldirler. Din olmasına rağmen şeriatla sınırlanan İslâm, Kudret-i Mutlak ile ifade bulan Vacib'ül Vücud'a karşı değişmez bir teslimiyet hükmünün zaman-ötesi akıp gelmişliğiyken şer'î hükümler İsa'da başka, Musa'da başkadır. Din ve şeriat aynı şeyden ibaret olsaydı zaten, hükmen yasaklanmış olan ensestin (Âdem'in çocukları), şarabın (İsa), kısasın gerektirdiği biçimde cinayetin diyetinin ödenmemesinin (Musa) veya diğer bir sürü tutarsızlığın "akıl sahipleri" için hiçbir bağlayıcı niteliği olmayacaktı. -Ama "akıl sahipleri için" bağlayıcıdır.

Muhakeme sorunları, hakikatin akıl-üstü doğasına rağmen şeriatın bildiriminin akıl-dışılığa sarkmasıyla neticelenir: Vahyin aklı aşan meselleri, akılla sınırlananlar için -yani rasyonel bakış için dümdüz, kronolojik, tarihsel ve neden-sonuç ilişkileriyle kurulmuş "hikâyeler"e indirgenir. Bu çokca yanlış anlaşıldığı gibi bir muhafazakârlık sorunundan ötede bir ortodoksi sorunudur aslında. Muhafazakârların da hepsi ortodokstur ama ortodoksi kanı daha fazla cesede can verir. Her ikisi de rasyonelleştirilmiş sürü eğilimi pratikleri içinde "dünyaya gelmeyi saldırıya uğramak" sayarak sağduyudan başka hakk tanımaz olmakla birlikte ortodoksi sağduyuyla yüzeysel çatışmalar içeren farklı pratikleri de içerir -yani daha derin çürümüşlüklerin kalıntılarıyla parlatılan bir vitrini vardır. Mesela ortodoksinin XV. yüzyıldan itibaren yerleşik hâle gelmeye başladığı Orta Anadolu'nun zihniyet yapısı karakteristiktir -Ankara ve çevresi (Kırıkkale, Kırşehir), Yozgat, Niğde, Kayseri, Konya, Sivas'ta hüküm süren töre pratikleriyle birlikte dinsellik bütünüyle rasyoneldir (derin donduruculu kavurma bayramları, carnaval de Ramazan, kandil pratikleri, hacılık unvanı ve üniforması, camiyle bütünleşik pazarın ve mülkiyetin kutsallaştırılması, panoptikonik cuma âyinleri vs.). "Günlük yaşamın ritselleştirilmesi" prensibi, doğal olarak kainatın dirimsel ritmine uyumsuzdur: Buralarda iyi dedikleri kötü, doğru dedikleri yanlış, zulüm dedikleri haktır -bu anlaşılınca tarih nasıl da rayına oturur: Yedi düvele karşı savaş uydurması, Avrupa'ya duyulan hınç duygusu, Kürt kıyımı, Kızılbaş katliamları, Ermeni soykırımı lego mantığı içerisinde iman meselesi olarak vicdanîleştirilmiştir bu coğrafyada; kategorik saflaşmanın giderek yoğunlaştığı kırsalda -beklenenin tersine erdemin ve ahlâkın varoluşa ilişkin anlamının tersyüz edilmesi tamamlanır. -Yine de hakkını vermek lazım ki dinsel pratiğin mitleştirilmesi vesilesiyle muhafazakârlığın ayıklayıcı titizliği, ortodoksi içinde sadece belirli bir yöneliş olması sayesinde bazı masallardan uzak tutmuştur "hikâyesini". Fakat bunun anlamı masalsız oldukları değildir, başka masallar öğretirler çocuklarına: -Son üç devletin tarihselliği yönünden anlam taşıyan siyasal kavrayışta milliyetçi ya da kamucu -veya kozmopolit/gölgesi bol mekânlarda türeyen bir mantar türü olarak anarşist/sosyalist sürü eğilimleri, muhafazakârlıkla bütünleşik değildirler muhakkak, ama ortodokslukla bütünleşiktirler -fark bu. Nihayet bu coğrafyanın kaderinde tek bir tanrının hükmü geçer: Common sense. Çünkü "birlik" fikri, orada tam olarak başaşağı duran bir putun gölgesinden ilham olunur onlara: Dayanışma. Bu ihtiyaç, tüm ortodokslar için dünyaya gelmenin saldırıya uğramak anlamı taşımasından ileri gelir.

18 Ocak 2016 Pazartesi

Tersyüz Edilmiş Dünyanın Bilgisi: Toplumsal Bilginin Mahiyeti

"Kendi işlemlerini ve kendi düşünme araçlarını radikal bir sorgulamaya tabi tutmayan, bu tür bir düşünümsel yönelimi felsefî bir zihniyetin artığı, dolayısıyla bilim-öncesi bir kalıntı sayan sıradan sosyolojiye, tanıma iddiasında olduğu nesne tamamıyla nüfuz etmiştir. Böyle bir sosyoloji, sözkonusu nesneyi gerçekten tanıyamaz. Çünkü kendini tanıyamaz. Nesne olarak ele aldığı nesnenin parçası olduğu ve ondan kopamadığı için nesne hakkında bir şeyler söyler ama sözkonusu şeyler gerçekten nesneleştirilmiş değildir. Çünkü bizatihi nesnenin kendini anlama ilkelerinin ötesine geçilmemiştir."

Pierre Bourdieu, Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar

Sun Tzu düşmanı alt etmenin temel kuralının kendini bilmek olduğunu söyler. Metafizik anlamının dışında da kendini bilme hâli, düşmanla/öteki ile kurulacak teması veya stratejiyi belirlemek için içsel olarak kendiliğin tecrübe edilmesi anlamına gelir. Düşman, zihinde içsel olarak tanımlanmaksızın bütünüyle dışsal bir öteki olarak kurulduğunda, kendiliğin yapılanmasına ilişkin her hamle özünde ötekinin belirlemesine boyun eğecektir. Stratejinin öteki tarafından belirlenmesi de kontrolü yitirilmiş bir savaş demektir.

Bir düşmanlık durumunun özü itibariyle karşılıklı olarak geliştirilmiş biçimlendirme çabalarından ibaret olduğu dikkate alındığında sıklıkla "yaşam mücadelesi" olarak anılan sosyal hayatın bir savaş simülasyonu olduğu söylenebilirse Sun Tzu toplumsal öznelere de bir şey söylüyor demektir, "kendini bil" diyerek. Birey ve toplumsallıkla bütünlenen öznelerarasılık evreninde -özgürleşim, faydaya erişim ya da statü işgâli gibi şekillerde görülen karşılıklı genişleme eğilimleri, bir mücadele alanı var ettikleri kadar, müşterek menfaat icabı sürekli dengede tutulmak istenen bütüncül yapıyı da organize ederler. Bu organizasyona bir kişilik atfedilerek/tekil bir aktör biçiminde "sistem" ya da "düzen" şeklinde nitelenmesi çok zaman, hayalî bir failin organizatör olarak tanımlanmasına yol açar: Organizatör olarak sistem; bireylerin aksine ahlâksız, çarpık, bozuk veya haindir. Hiçbir şekilde bireylerin ilgisinin bulunmadığı niteliksizlik, sistem diye anılan bir heyûlanın üretiminden ibarettir buna göre. Bu kurguyu ciddiye almak gereksiz olacaktır. Öyleyse olumsuz bir edayla "hayatın gerçekleri" diye söz edilen şey, nihayetinde toplumsallık içinde biçimlenmiş bireysel yönelişlerin, tercihlerin kolektif bir karakter kazanmasından ibarettir denilebilir.

Yine de burada ileri sürülecek olan fikir, toplumsal dünyanın bireylerin toplamı olduğu gibi bir kaba çıkarsama da değildir. Çünkü bireylerin yönelimleri, Sun Tzu'nun ikazı çoğu zaman gözardı edilerek oluşturuldukları için salt rasyonel tercihlerle de açıklanabilir demek mümkün gözükmez: Toplumsal fenomenlerin doğasında bireyi baskılama eğilimi her zaman vardır. Bu baskılamada dilin işlevi bilinir. Dil ile ilişkimiz bir maruz kalma hâlini gösterir: Bu, somut anlamda kelimeler ve onlar üzerinden yürüyen iletişimin sınırlılığına mahkûmiyetten fazla olarak, belirli bir gramatikle sistemleştirilmiş semantik modelin birey üzerindeki kaçınılmaz baskısıdır. Sözkonusu baskı, bireyselliklerce inşâ edilebilecek bir kaçış alanını bilkuvve ihtiva etse de kişinin toplumsallaşma sürecinde içselleştirdiği nesnel gerçekliği tanımlama biçiminde kurucu pozisyondadır: Tarihin biçimlendirmesi altında yapılanmış toplumsal dünya, semantik model vasıtasıyla olguların yorumlarını/alımlanma şeklini bireysel psişede büyük ölçüde sınırlarken öznel gerçekliği de kodlamaktadır. Anne ile ilişkiden başlamak üzere genelleşen toplumsallaşma dairelerinin her biri, gerçekliği dilin somutlaşması şeklinde kuran pratikler aracılığıyla sınırlarını da bireye belletir: Birbirinin yerine belirli bir ölçüde ikâme edilebilecek rollerin bireyce benimsenebilmesi her bir rolün alanını ve sınırını bilmekle mümkündür. Dilin, toplumsal tahakkümün bir aygıtı olarak toplumsallaşmadaki işlevi, öznelerarasındaki olası ilişkisellikleri bir kalıba dökmek olduğu kadar tikel ve tümel arasında da bir dolayım kurarak parçanın bütünün varlığını benimsemesini de gerektirir. Bu yönden dilin birey üzerindeki tahakkümünün anlamı, aynı zamanda birey üzerindeki her türden tahakküm biçiminin meşruiyetinin sağlanmasını da içerir: Birbirlerinin yerine ikâme edilerek öznel gerçekliğe tahvil edilen sosyal rollerin konumları itibariyle sınırlanmaları, birey için anlam alanlarının da belirlenmesi demektir ki sonraki dairede karşılaşılan öğretmen rolü anne-baba rolleri üzerinden, patron rolü öğretmen rolü üzerinden vd. tanımlanarak benimsenir: Bütüne yansıtıldığında siyasal iktidar ile toplum arasında kurulacak meşruiyet imkânı da sözkonusu ikâme nesnelerinin dil vasıtasıyla içselleştirilmesiyle gerçekleşir. Bu içselleştirme, belirli muhalif yönelişleri kapsamıyor gibi gözükse bile reddedebilmenin birinci koşulunun kabul etmek olduğu unutulmamalıdır. -Bu yönden bilinen ütopyalarda doğrudan devlet diye adlandırılmasa da sosyal hayatı organize etme fikrinin somut örnekleri değerlendirilebilir.

14 Ocak 2016 Perşembe

Şehr-i Kalb'in Sâkini ve Fârâbî'de Kalp Sembolizmi

"Her şey yukarıda olduğu için hiçbir şey aşağıda değildir."

Süleyman'ın Övgüsü

I.

Hatırla ki hakikat bilinebilir bir "şey" değildi; ona ilişkin tek ve geçerli olan bilgi imkânı, âna dair olandaki hâlde mevcuttu ki bu bilmek'in olmak'a terki anlamındaydı. Bir hâlin dışında nesnel olarak erişilebilecek bir hakikat bilgisi hayâl, serap ver'rûyadan öte bir şey değildi hiç. Hâlin dışında kalan her şey, zamansallığa mahkûm benliğin kendini tanımladığı bir konumdan ürettiği bakışıyla ortaya çıkardığı kurguydu: Kaynağı, nedenselliği ve sonucu itibariyle düne ve yarına dair olmadıkça hiçbir anlam içeremeyen sair bilgi, şimdinin mağarasının duvarlarına yansıyan birer gölgeden ibaretti. Bu yüzden dendi ki altı yöne izafen yedi hâl vardır; yönelim içermeyen tek ve boyutsuz hâlin dışındaki her hâl, bu gölgelerin uzamasından ibarettir ki bu, Rabia'nın Cehennem kadar Cennet'e de ilgisizliğinin sebebi olan "Öğle vakti"nin dikey aydınlığıdır ya da bilgelerin normatif düzen şeklinde sunulan ahlâka kayıtsızlıklarının da kaynağıdır. Yönelimin anlam inşâsı olması bakımından da âlemin katıksız ve anlamsızlığından kasıt da buradadır. (Yönler Altıdır)

Bir hâl olarak Söz'ün meseli tohum gibidir: O hakikati içermez ama hakikatten başka bir şey de söylemez. İbn Arâbî'nin Şeceret'ül Kevn'e başlama biçimi bir fikir verir: "Görmedin mi Allâh nasıl bir mesel yaptı: Temiz Kelime, kökü sabit, dalı semâda olan temiz bir ağaç gibidir." (İbrahim, 24) Tohum meselinin bilinci paramparça eden ağırlığı Söz'e ilişkin olmasındandır. Fakat bunun fark edilmesi için Söz'ün neliği temel meseledir. Nihayet, genel olarak idrakı ve hazmı zor olan şudur: Nokta, hiçbir bakış içermez ki bu onun nokta olmasını açıklar: Noktanın uzunluğundan, kısalığından, iyiliğinden, kötülüğünden, güzelliğinden, çirkinliğinden söz edilemez. Nokta hiçbir zaman, hiçbir kıyafete/bir harfin kılığına bürünmemiştir. Bütün yönlerden ve anlamlardan azade boyutsuz ve esası itibariyle hiç'ten başka bir "şey" olmayan o noktayı -derinliksiz şimdiliği, sündürüp uzatan ışığı -yani bakışı, noktadan ayırmak gerekir. Çünkü anlam -ve yani yönelim noktanın bütününde değil, o bakıştadır: Yönelimin ilk hamlesi olarak noktanın ilk tekrarı olan ikinci bir nokta, potansiyel olarak tüm harfleri içeren bir sonsuzluk demektir ki onlarla beraber tüm kelimeler ve kitaplar bu tohumda gizil hâldedir. Varoluş Ağacı'nın özü de bu tohum ve yani noktadır. -Tabi noktanın Varlık olmadığı da hususen anlaşılmalıdır ki o sadece kendisidir, bir "şey" değildir: İbn Arâbî'nin demesiyle, "Bu ağacın nurunun aslı 'ol' habbesidir." -Yani bir Söz'dür: Yinelenirse Söz de noktanın bir ışık/vision ile uzatılması; tüm kitaplara, cümlelere, kelimelere gebe harfi bilmesidir; yani "ol"masıdır, çünkü onun bilmesi olmaktan ibarettir.

Söz'ün bir doğası vardır, mahiyeti; o, kendi dalından gayrı hiçbir dalda açmayan bir çiçek sûretidir. Bu sebeple her söz söyleyene/dile bağlı ve ona tâbidir: Bir sözün bir yerden bir yere göçmesi, çiçeğin koparılıp taşınması gibi değil, fakat rüzgârın/nefesin onu döllemesi gibidir. Söz kendindendir, kendi tohumunu içinde saklar. Söz'ün dile gelmesi, söyleyenin bir mahareti değil, onun kendi kendine açılımıdır. Bu sebeple söz kalp gibidir: Kalp olmaksızın beden işlemediği hâlde, bedende bulunanın onu kendine ait sanması gibi dile getiren de sözü kendine ait sansa bile Söz, söyleyenin vekilidir.

6 Ocak 2016 Çarşamba

Âşıklık İstidadı Olarak Felsefe: Eros ve Bilgi

"Vincit omnia veritas" (Hakikat her şeyi fetheder).

"Düşüncenin gözü ne zaman görmeye başlar?
Gözler keskinliğini kaybedince."
Sokrates

I.

Bir ifade ile o ifadenin işaret ettiği şeyin aynı (özdeş) olmadığı akılda tutulmalı. İfade, şey'in sadece belirli bir görünüşünü yansıtmak bakımından birkaç düzeyde sapma içerecektir: Öncelikle henüz şey'den dahi söz etmeden, ifade'nin onu kuranla sınırlandığı dikkate alınmalıdır; ifade edicinin belirli bir çevrende var olması bakımından algı ve değerlendirmesinin de bu çevrene mahkûmiyeti doğaldır. Bunun sonucunda, ifade edilen'in sınırlanmış olması, yani şey'in kendinde olduğu gibi ifade edilemeyeceği gerçeği doğar. İkinci olarak ifade edici'yle şey arasındaki kavrama (görme-görülme) ilişkisi, tek taraflı bir ilişki olarak sadece gören yönünden dikkate alınacağı için şey'in belirli bir konumdan, bir açıdan ve bir anlam ağı içerisinden görünüşünün ne olduğu dile getirilebilir.

Bu sapmalar iletişimi de bilgi gibi imkânsız kılar. Ancak toplumsal uylaşım adına dil üzerinden müşterek bir dünya yaratılarak bu aşılır ki bu dünyaya "toplumsal gerçeklik" denilmektedir. Bu durumda toplumsal gerçekliğin dilsel, yani lojik bir (öznel) gerçeklik olarak eşyanın (nesnel) gerçekliğinden farklı olduğu açıktır. Searle'ün bu konudaki örneği para ile bir dağın zirvesindeki kardır; altın rezervlerine yüklenen anlam karşılığında piyasada geçerli kağıt parçaları oluşturulur ve adına para denilerek hiçbir etkinliği olmamasına rağmen (sadece insan zihni için) toplumsal olarak güç içeren bir nesne üretilmiş olur. İnsanların ve banknotla mübadelenin olmadığı bir yerde paranın hükmü ve gücü yoktur. Şu hâlde toplumsal gerçeklik üretilen bir şeydir. Oysa dağın zirvesindeki kar, insan bilinci için ne anlam taşırsa taşısın olduğu gibi vardır. Searle'ün deyişiyle "Onu para yapan inançtır" ancak karı kar yapan inanç değildir. (Toplumsal Gerçekliğin İnşâsı, Litera Yay., 2005)

Bu sonucun, ifade (gösteren) ve şey (gösterilen) arasındaki ilişkinin uyumsuzluğu bağlamında değerlendirmesi -başta dil olmak üzere gösterge sistemlerinin genel yapısı hakkında şöyle bir fikre ulaştırır: Dil, bir iletişim aracı olmanın ötesinde kurucu bir işleve sahiptir ve ifade ile dile gelen de bu sebeple şey'in kendisi değil onun bir imgesi olduğu için esasen şey'in yeniden kurulmuş (zihinsel bir organizasyon içinde anlamlandırılmış) hâlidir. O hâlde zihnin dile mahkûmiyeti dolayısıyla şu hüküm geçerlidir: İstisnası yoktur ki her söz, ifade, söylem, anlatı ve izah bir kurgudur. (Kurgu kelimesi basit bir uydurma işi gibi değerlendirilemez elbette, ama kurulum fikri açıktır; o bir yapımdır.) Kurguyu gerçekliğin zıttı olan bir kavram gibi görmek yanlış olacaktır, zira yukarıda para örneği üzerinden bakılırsa gündelik hayatın neredeyse tamamı dil vasıtasıyla kurulmuştur; tam olarak gerçeklik diye algılanan şeylerdir bunlar.