21 Ağustos 2017 Pazartesi

İbn Sina ve Aşkın Mahiyeti Hakkında Not

"Onu gerçek olarak bilmek, başka varlıkları bilmekle birdir."

İbn Sina, “Aşkın Mahiyeti Hakkında”

"Sevgiliye ‘dilâram’, yani gönlü dinlendiren derler. Gönül onunla dinlenir, huzura kavuşur demektir. O hâlde o başka biriyle nasıl sükûnet ve karar bulur?"

Mevlânâ, “Fîhi Mâ Fîh”

İbn Sina’nın izahatı açısından en sade aşk tanımı, “şeylerin kemale duydukları özlem”dir: Tam ve Bir olana doğrudur hep. Bu özlem bir yönden her şeyin sebebi olarak “İlk İllet”in ya da Mutlak İyi’nin kendi Zât’ına dairdir, diğer yöndense mevcutların kendisi ile ikmal olunacakları Zât’a dairdir. Yaygın tavır, ilkinin ilâhî aşk, ikincisinin beşerî aşk olarak ikiye bölünmesi yönünde ise de İbn Sina mutlak ve küllî aşk dışında bir aşk bulunmadığını ifade eder. Bunun sebebi, Zât ile sıfatları arasında bir fark olmadığı için ve aşkın Zât ile aynı olması ve böylece onun kendi Zât’ına olan aşkından başka bir aşkın bulunamayacağı fikridir.

* * *

Beşerî aşk ile kast edilen nedir? İbn Sina’nın bakış açısına göre beşerî aşk, iki insan arasındaki aşktan ziyade, bir insanın/insan nefsinin duyabileceği aşktır: “Sözde Bir-İnsan olmaya geldim”.

Aşkın bu kapsamda “mahiyetinin” ne olduğu önemlidir. Aşk özü itibariyle kemale ve kemalde olanın güzelliğine karşı temayüldür. Kamil olansa madde değil surettir ve bu yüzden güzellik de maddede değil surette aranmalıdır. Suret ise ancak akılla kavranabilir olduğu için aşkın hakikisi, makullere karşı duyulur. –Bilge ve yiğit (fetâ) kişilerin güzellere tutkusu da bu minvaldedir (Bilgelik ve yiğitlik Platon'a göre yönetici erdemleridir/filozofun ve muhafızın erdemleri).

Yunus'un "ölen hayvan olur, âşıklar ölmez" demesi de âşıklığın nefs-i hayvanîlik/canlılıktan ileri gelmeyip nefs-i natıkanın (Bir-insan'ın) mahareti olarak bilinmesinden. 

* * *

Zât’ın kendine aşkı mükemmeldir, çünkü o tamamlanmıştır. Fakat mevcudatın aşkı eksiktir, henüz onu tanımamıştır. İbn Sina ilginç bir şey söyler: Tanımaması yani ondan perdeli olması mevcudun kendi eksikliğidir, Zât’ın bir perdeye ihtiyacı yoktur zira –ki zâtı gizli olsaydı hiç bilinemezdi. Yine Yunus'un deyişiyle şöyledir bu:


"Aşklılar bizden alalar,

Aşksızlar hod ne bileler.

Kimler ala kimler vere,

Ben bir ulu dükkan oldum."

Bu Nur’dan zulmete doğru bir dizilim (ilim derecesi) nedeniyle böyledir: Nur’a en yakın mevcutlar, en uzak olanlara nazaran aşk bakımından da daha mükemmeldir. Nebatatın aşkı hayvana göre noksandır, meleklerin aşkı ise beşerden yüksektedir –çünkü onlar ilahî nefslerdir, Zât’a en yakın olan “Akıl” isimli melektir (Akl-ı Evvel/Akl-ı Küll ya da sufîlerin isimlendirmesiyle Ruh’ul Kuds veya onun (Cibril) vesilesiyle nübüvvetin kemale ermesi nedeniyle de Hakikat-i Muhammedî). –İbn Sina’nın başvurduğu faal akıl da mezkûr ilk melek ile dile gelen melekedir.

* * *

1 Ağustos 2017 Salı

Martin Lings’in Yakîn Risalesi: Batınî Fikre Giriş

Ve Tinsel Göklerdeki erişilmez mavilik
Düş kuran, acı çeken insanın yanındadır,
Açılır, anaforun çekişiyle kapanır.
Bunun gibi, Tanrıçam, oy, ışıklı Saf Varlık.
C. Baudelaire, Tinsel Tan


Ön not: Öncelikle, metafizik kavrayışa ilişkin bazı yanlış anlamalara eşlik etmesi ve “tahayyülde” tahribat yaratmasından ötürü mühim olan bir hata düzeltilmeli: Yakîn sözcüğünün yanlış olarak “yakınlık” anlamında kullanımı sadece ses benzerliğinden ileri gelir, aralarında anlam ya da imâ yönünden herhangi bir ortaklık yoktur. Yakınlık, iki nesnenin arasındaki mesafenin azlığına gönderme yapar bir nicel değerdir, Türkçedir; yakîn (certainty) ise kesinlik ifade eder ve bir bilgi derecesi diye tavsif edilebilir, nitelikseldir, Arapçadır.


İslam geleneğinde gerçek bilgi (yakîn) Kur’ân’dan hareketle üç derecede konumlandırılır: Haberi olma, müşahede etme ve tecrübe etme. Bu üç derecenin bilginin konusunun kendinde hâline ilişkin “yapısal” bir sıralama olmayıp, bilenle ilgili “ilişkisel” bir sıralama olduğu akılda tutulmalıdır. Ki Kur’ân beyanı “her ilim sahibinin üzerinde bir bilen vardır” (Yusuf,76) âyetiyle, bütün bilenlerin üzerinde de bilginin kaynağı olan Allâh’ı işâret eder. Bu durum, varoluş hiyerarşisi ile –esasen aynı anlama gelen- bir bilgi hiyerarşisi ortaya çıkarır. Varoluş hiyerarşisi tasavvuru icabı bir nesne olarak bilgi, bilenden sonra gelir; el-Âlim olarak Allâh, zâtı ile ilminden önce geldiği için bu böyledir. “Bilmek için âlemi yarattım” kudsî hadisinde de ifade edildiği üzere; bilgi, (görece) sonradan var olmuştur. Ancak burada sonradanlığı ifade eden zaman izafîdir; bilen açısından değil, ancak bilinenler açısından bir sonradanlık söz konusudur. (Tıpkı âlemin var edilmesinde sonradanlığın var edilenler için öyle olması gibi; yoksa âlem, kâdimdir.) Çünkü Allâh’ın zâtı ile eksiklerden münezzeh olduğu vurgusu, bilginin herhangi bir zamanda onda bulunmamasından söz edilemeyeceğine de gönderme yapar. Platon ile antik felsefede eğitim üzerine yaklaşımda, bilginin kişide zaten mevcut olduğuna, esas olanın tezekkür/hatırlama olduğuna dair değerlendirme anımsanırsa bu meselenin İslâm şeriatıyla veya Doğu ve Batı ile ilgisi olmadığı, bilginin dışsal bir nesnellik üzerinden tanımlanmasının modern bir yorum ve bakış açısından ibaret olduğu görünürleşir. Ortaya çıkmış herhangi bir bilgi (ki iman da buna dâhildir); edinilen, dışarıdan alınabilen bir şey değil, bilenin varoluş hiyerarşisindeki konumu (hâl) gereği zaten onun teçhizatıdır. Çünkü bilgi varoluşla bütündür. Bu sebeple bilginin ancak hatırlanabileceği meselesinde tezekkür kavramının merkezde bulunmasının nedeni de söz konusu bütünlükten ileri gelir. Martin Lings’in deyişiyle “Zikir, İslâmiyette insana kendi aslî hâlini hatırlatan tüm farklı vasıtalara verilen genel bir isimdir”, bir ismi tekrar etmek (tekerrür) değildir.

Üç bilgi derecesinin ilki ilm’el yakîndir ki bir nesneden haberdar olmayı, o şeye dair bir imgenin tahayyülde mevcudiyetini ifade eder. Haberi bildirene itimat derecesinde bir kesinlik içerir. Okulda Kıbrıs diye bir adanın var olduğunu öğrenen öğrencinin bilgisi gibi “dışarıda olan”a bağımlı bir bilgidir. Bu sebeple ilm’el yakîn, “ufuklarda gösterilen âyetler” ile makrokozmosa, nefsin dışında olan kaynaklara dayanır –buna, mushaftan ya da kitaplardan, başka ağızlardan nakledilen, haber verilen, tahkiye edilen bilgiler, iki olgu arasındaki mukayeseden üretilen (aklî) bilgiler de dâhildir. Lings’in de belirttiği gibi yakînin bu derecesi, inançtan başka bir şey değildir. Bu, şu yönden önemli: Bilginin içine karışacak yorumlar, rivayetler, tercüme hataları, tarihsel duruma bağlı anlam kaymaları gibi olasılıklar esas itibariyle ilm’el yakîn bilmenin sıhhatine gölge düşürür. (Ki zaten ilm’el yakîn, ufuklarla ilişkisi itibariyle zamana da tâbi olan tek bilme (yakîn)  derecesidir.)

Michael Fitzgerald: Dr. Martin Lings’in Hâtırasına (Çeviri)


Michael Fitzgerald |

İngilizceden çeviren: Alper Gürkan |

Gelecek nesiller, VIII. ve IX. yüzyıla ait Arapça kaynaklar üzerine teferruatlı bir çalışmaya dayalı, Hz. Muhammed’in yaşamına dair kusursuz İngilizce telif için Martin Lings’i methedeceklerdir.

(Üç aylık bir dergi olan-çn) “Islamic Quarterly”, bu çok satan kitabı, “hatasız bilgi ile amacına yaraşır, türüne az rastlanır bir dinî duyumsamanın birleşmesinden mürekkep büyüleyici bir anlatı” diye duyurdu. Bu mahareti Dr. Lings’i –yaygın biçimde Hz. Muhammed konusunda tasdik edilmiş bir uzman, zamanımızın önde gelen bir uzmanı olarak kolaylıkla kabul ettirdi. Fakat bu, onun dikkate değer yaşamının en göze görünür başarısıdır yalnızca.

Martin Lings 1909’da İngiltere’de, Lancashire’da doğdu ve hem lisans (1932) hem de yüksek lisansını (1937) Oxford Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı üzerine tamamladı. Polonya’da İngilizce öğretmenliği yaptıktan sonra Litvanya’daki Kaunas Üniversitesi’nde 1939’a kadar sürdürdüğü Anglo-Saxon ve Orta Çağ İngilizcesi okutmanlığına atandı. 1940’dan 1951’e dek Kahire Üniversitesi’nde İngilizce ve –evvela Shakespeare olmak üzere- İngiliz Edebiyatı dersleri verdi. 1955’te Arapça kütüphanenin sorumlusu olarak British Library’ye girdi ve neticede 1973’teki istifasına kadar British Museum’da ve British Library’de Doğu Yazmaları sorumlusu oldu. Lings doktorasını 1959’da Londra Üniversitesi’nde tamamladı. Onun akademik ve çalışma yaşamının bu kısa hikâyesi bir insanın bütün portresinin yalnızca küçük bir kısmını verir.


Gençliğinden itibaren hakikatin ciddi bir arayıcısı olarak Lings’in hayatının en mühim yönü ruhsal arayışıydı. 1993’te bir video röportajında Dr. Lings, 1920’lerde I. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, insanların başka bir savaşın olmayacağını düşündükleri sıralardaki olağanüstü coşkulu dönemde Protestan eğitimi aldığını nakletmişti. Zamanın mâneviyat karşıtı (anti-spiritual) etkileri ve devrin görünürde önemli tüm bilimsel teorileriyle ilgilendi. “Üniversite eğitimim sonunda dine dair ne düşündüğümü bilmiyordum. Hiçbir durumda dinin benim zekâma herhangi bir teklifi yoktu.” diye belirtmişti. Lings’in kendi şahsî arayışı onu, Perenyalist ya da Geleneksel Okul olarak bilinegelen düşüncenin kurucusu olan Fransız filozof René Guénon’un yazdıklarına yönlendirdi. René Guénon’un yazıları, dinin marjinalize edildiği modern dünyanın yanlışlarını anlamak için Lings’e entelektüel anahtarlar temin etti. Lings için büyük önemi; Guénon’un yazdıklarının, büyük dünya dinlerinin her birine içkin olan müşterek bir içsel hakikatin varlığını -batınî (esoteric) bakış açısı ya da bazan Sophia Perennis (Ezelî Hikmet/Bilgelik) diye adlandırılan- ve dünyanın büyük dinlerinin her birinin hakikî bir inanç olduğunu fark etmesi için onu uyandırışıydı. Ayrıca Guénon, büyük geleneksel dinlerin her birinin, insanın özgün “ilksel (primordial) algısı ve Tanrı’yla birliği”ni yeniden tesis edici olana yönlendiren bir niyaz yolunu teklif ettiklerini ifade etmekteydi. Lings bunu tasdik etmişti. “Hakikatle yüz yüze olduğumu biliyordum. Âdeta yıldırım çarpması gibiydi… Bununla ilgili bir şeyler yapılması gerektiğini anlamıştım.