24 Eylül 2016 Cumartesi

Şiddetsiz Politik Eylem: Sivil İtaatsizlik ve Satyagraha

"Şiddetle değişen bir dünya, ancak daha çok şiddetin var olduğu bir dünya olur."

Hannah Arendt, Şiddet Üzerine

Gandhi, amaçlar ve araçlar arasındaki ilişkiyi şöyle kurar: “Araçlar tohuma benzerler, amaç da bir ağaca ve araçlarla amaçlar arasında tıpkı ağaçla tohum arasındaki bozulmaz bağ gibi bir bağ vardır.”

Teknik olarak araç yani metod, bilgiye dâhildir. Her bilgi türü, kendisine dayanan eylemin ne şekilde yapılacağının formunu da içerir. Öyle ki modern bilimin bilgiyi edinme yolları, moderniteyle birlikte gelişen üretim tarzlarından bağımsız olmadığı gibi bilginin kullanım şekilleri de siyasal alanın biçimlendirilme şeklinden ayrı değildir. İsyandan ya da ayaklanmadan farklı olarak devrim düşüncesinin sadece modern dönemde mevcut oluşunda da görülebileceği üzere devrimci siyasal eylemin, kitleler açısından hakikate değil, doğrudan dünya bilgisine (doksalara) dayanması söz konusudur.

Bununla birlikte kadim bir hak ilkesi olan “usûl, esasa takaddüm eder” fikri, yapılan bir işin yönteminin esastan daha öncelikli olduğunu vurgular. Bu durum, Gandhi’nin özel anlamda siyasî eylemin biçimine ilişkin yaptığı tespitin modern bir tavırla değil, geleneksel tavırla ilişkili olduğunu gösterir. Devrim düşüncesinin ya da terörizmin şiddet ve zorlamaya dayalı tavrına karşın, değişimin içten ve derinden gelmesi için koşulları düzeltmenin, Sun Tzu’dan beri geleneksel tavrın kökeninde yer aldığı bilinmektedir. Sun Tzu, zafer kazanmanın temel koşulunun kendini bilmek olduğunu söylerken sadece askerî durumu değil, manevî hâli de kastetmekteydi. Kendini bilmek burada, Gandhi’nin metaforuyla ifade edilirse, dikilecek ağacı tanımak ve ağaca uygun tohumu kullanmak demektir. İçerik ve biçim ayrımının farklı tözler olarak kavranmasının dahi modern olduğu hatırlatılarak denilebilir ki bir amaç olarak her eylem, kendi içinde yöntemlerini de ihtiva eder. Bu yüzden şöyle der: “Şeytana boyun eğerek Tanrı’ya ibadet edemem.”

İngiltere’nin Hindistan’da kurduğu sömürü düzenini değiştirmek amacıyla yola çıkan Gandhi, bu amaca uygun olarak mücadele ederken geleneksel inancına ters düşmeyecek bir yolun imkânını gözetmiştir. Hindu dininin, tüm var olanların aynı özden geldikleri için hürmete şâyan oldukları inancı, onlar üzerinde güç sahibi olan insana varoluşta merkezî bir konum atfeder. Bu konum gereği Hindular için en öncelikli değerlerden birisi uyum ya da dengenin gözetimidir. Her tutum, eylem ya da davranış yukarı âlem (tanrılar) ve aşağı âlem (varlıklar) arasındaki ahengin gözetilmesini gerektirir. Bununla ilişkili olarak toplumsal yapıda ortaya çıkan kast sistemi de yukarıdan aşağıya doğru inen bir hiyerarşiyi öngörmüştür. Her bir inanan için yapılacak şey, içinde bulunduğu kastın durumunu kabullenmek (rızâ) ve hayatının âhirinde yukarıya, tanrılara daha yakın olabileceği bir hayat sürmektir. Yukarı âlemle yakınlaşmak isteyen bir Hindu, bu saikle hareket ederek maddî değerlerden ve bedensel zevklerden olduğu kadar güç ve tahakküm arzusundan da sakınmak ve arınmak için gayret içinde olur. Sakınabilmenin temel yöntemi de ahenge katılabilmektir ki maddî refah içinde olma, et yeme isteği ya da herhangi bir sebeple bir canlıya karşı şiddete başvurma, dengenin yitimine yol açacaktır.

Geleneksel Hind inancının kısaca aktarılan bu değer dünyası içindeki denge unsuru, Gandhi’nin direniş öğretisine de ilham veren sivil itaatsizlik fikrinde de önemli bir yere sahiptir. Gandhi, henüz Hindistan’a gelip halkını örgütlemeden önce genç bir avukat olarak Güney Afrika’da siyasî mücadeleye giriştiği dönemde sivil itaatsizliğin fikir babası olan Henry David Thoreau’dan etkilenmiş ve onun kitabını basarak yasa dışı yollarla dağıtmıştır. Thoreau’ya göre gerçek adâlet, sadece kâinatı yöneten evrensel yasalara içkindir. Bu yüzden insan için en doğru davranış biçimi bu evrensel yasalara uygun olan, yani dengeyi gözeten davranıştır. Bu anlayış iki ismin buluştuğu noktayı gösterir.

“İnsan vicdanının kabul etmediği bir yasayı, her türlü bedeli göze alarak açıkça çiğnemek ve diğer insanları da buna davet etmek” anlamına gelen sivil itaatsizlik fikri, Thoreau’nun düşündüğü gerçek adâletin tahakkuku için geliştirdiği yöntemini içerir. Kendisi bu sebeple “kelle vergisi” adı altında alınan vergiyi ödemeyi reddetmiş ve bunun cezası olarak da hapse konulmuştur. Kim olduğu kesin olmamakla birlikte Emerson olduğu tahmin edilen bir dostunun vergiyi ödemesiyle ertesi gün serbest bırakılmıştır.

Rivayete göre o gece hapishanede Thoreau’yu ziyaret eden Ralph Waldo Emerson, onun hapse düşerek kendini küçülttüğünü düşündüğü için “Burada ne işin var?” diye sorar. Thoreau da “Sen neden burada değilsin?” diye cevap verir…

Bu eylem ve eylemin arkasında yatan tavır, bir süre görmezden gelinip hafifsense de zaman içinde yaygınlaşmış ve modern siyasal düşünce için şiddetten uzak yöntem arayışlarına ilham vermiştir. İki dünya savaşı ve sonrasında başlayan sol devrimci dalgalar ve bugüne dek uzanan terörizm göz önüne alındığında bu metodun siyasal mücadele içinde taşıdığı kritik önem anlaşılacaktır. Thoreau’nun eyleminden sonra insanların merakını gidermek amacıyla bir toplantı için aldığı konuşma notları daha sonra farklı mekânlarda okunarak bir bildiri hâlini almış ve gazetelerde yayımlandıktan sonra kitaplaştırılmıştır.

Evrenin bütünündeki adâletin gereği olan uyum ve denge arayışı uğruna birkaç yıl bir ormanda kulübede hayat sürerek doğal yaşamı tecrübe eden ve “Walden” isimli bir kitapla çıkarımlarını bütünleyen Thoreau, siyasal yönetimin insanlar üzerinde baskı kurmadan var olması gerektiğini düşünür. “En iyi yönetim, en az yönetendir” prensibi, doğadaki gibi hiçbir planlama ve idarenin olmadığı bir durumun ilk adımını ifade eder. Onun bu yaklaşımı yöneticilerin güçlerini kötüye kullanmaya olan yatkınlıklarından ileri gelir. Daha doğru bir ifadeyle gücün doğasından dolayı bunu gerekli görür. Ki devlet, erdemlerle, üstün bir kavrayış ve doğrulukla değil, fiziksel güçle donanmış bir yapıdır. Yönetenler azınlıktadırlar ve kendi iradelerini halka dayatmaktadırlar. Ama yöneticilerin bir çoğunluğu temsil etmesi durumunda da, çoğunluğun güç demek olduğunu düşünerek güçlülüğün doğruluğa izin vermeyeceğinden hareketle adâletin tesis edilemeyeceği sonucuna ulaşır. Konulacak hiçbir yasa hiç kimseyi biraz daha doğru veya âdil davranmaya teşvik etmeyecektir.

Thoreau adâlet için güce değil vicdana yaslanmak gerektiğini düşünür. Vicdanı, olaylar karşısındaki duygusal tepkilerden ziyade, evrensel yasaları zaten duyumsayabilen bir merkez olarak görür. Vicdan, insanın güç sahiplerine kulluk etmesinin önüne geçecek iradeyle dimdik ayaktadır. İnsanın gövdesiyle bir makine olarak yaşamaktan kurtulup iradesine yaslanarak bir ruh hâlinde var olması gerekir. Ruhu duymazdan gelmeye sebep olacak olan para, insanın vicdanen vermesi gereken yanıtları da görmezden gelmesine yol açar. Gövdenin ya da maddî varlığın ruhun zenginliğine olan yabancılığı onu köleleştirdiği için aynı prensipler çerçevesinde maddî değerlerden uzaklaşmak, azla kanaat edip gerekli olmayan tüketimden kaçınmak da yaşamsal bir tutumdur. Böylesi bir tavır, geleneksel dünyada savaşın birinci prensibi olarak zikredilen kendini bilmenin değerine de karşılık gelir Thoreau’da: Kendini bilen insan için en büyük düşman, onun ruhun sonsuzluğuna kanatlanmasını engelleyen benliğidir; zaten gücü de faydayı da maddî rahatlık, lüks ve hazları arzulayan da odur. Nefsin bu arzularına erişme talebi, insanın kendi nefsi tarafından bir âlete indirgenerek kullanılmasına yol açar, bunun için onu gönüllü köleliğe yönlendirerek beklentilerini karşılayacak bir konuma sokmaya çabalar. Bu sebeple İslâm geleneğinde de hadislerde ve ârifane deyişlerde karşılaşıldığı gibi içerdeki düşmanla, yani insana en yakın olan düşmanla uğraşmak fikri öne çıkar.

Henry David Thoreau, varoluşsal ahenge katılım düşüncesiyle benliğin üst boyutunda kendi toplumuna eleştirilerini de aynı ilkeyle yapar. Ekonomik gerekçelerle tutulan kölelik düzenlemesine karşı çıkar ve nefsin insanı fayda için köleleştirmesinin acısının farkında olduğu için Amerikan toplumundaki kölelik müessesesine itiraz eder. “Düzen adı altında kendi alçaklığımıza saygı göstermek, bu alçaklığı desteklemek zorunda bırakılıyoruz.” demesi, sivil itaatsizliğin felsefesinin merkezinde yer alır. Köleci bir düzende özgür insanın onuruyla oturabileceği tek ev hapishanedir. Ruhun özgürlüğüne karşı et ve kemikten bedenin kilit altında tutulması önemli bir sorun değildir. Düzene itaatsizliğin bedeli onurla birlikte gelecektir. Bu yüzden hapisteyken dostuna, “Waldo sen neden burada değilsin?” diye sorar.

Böylece vefatından sonra, zaman içinde tüm dünyada iktidarlar tarafından zulme uğratılan alt tabakaların rehberlerinden birisi olur: Thoreau’nun devlete karşı şiddet eylemlerine ihtiyaç duymadan onun otoritesini aşındırmayı amaçlayan itaatsizlik öğretisi üzerine yazdıkları, onu okuyan ve etkilenen Gandhi’nin kendi geleneği içinde bulduğu şiddetsizlik fikirlerinin açılmasına da zemin hazırlamıştır. Hind inancında “hakikate tutunmak” anlamına gelen “satyagraha” ile Gandhi, insanın mutlak hakikati bilmemesinden dolayı ceza vermeye yetkili olmamasından hareketle şiddet kullanımını reddetmeyi önceler. Pasif direniş kavramı Gandhi’ye mâl edilse de esasen ondan önce var olan bir yöntemdir. Gandhi, kendi öğretisini, sadece zayıf insanların kullandıkları pasif direnişten ayırmak amacıyla satyaghara ismini kullanır: Öncelikle insanın nefsine karşı bir anlam taşıyan bu tutum, pasif direnişten farklı olarak güçlü olunduğunda veya verilen bir zarara cevap verilebileceği durumlarda da kullanılır. Böylece yapılan kötülük yüzünden faile kızmak yerine, ona merhametle yaklaşarak onu da hatadan kurtarma amacına dönük bir fedakârlığı ifade eder.

Satyaghara öğretisinin geleneksel bütünlüğün bir parçası olması, insanın evrenin birliği içinde hareket ederken kötü sonuçlarla karşılaşmamak için nefsanî taleplerden ve onların sonuçlarından kurtulmasıyla ilgilidir. Modern akılca bir tür nedensellik ilişkisi olarak algılanan etki-tepki yasası ya da ettiğini bulma veya ektiğini biçme bilinci, insanın diğerlerine karşı temkinli davranmasını gerektirmektedir. Kur’ân’da da “İnsan için kendi elleriyle yaptıklarından başka bir sonucun” bulunmayacağı şeklinde beyan edilen bu gerçek, Yunus’un “Sövene dilsiz gerek, dövene elsiz gerek” sözleriyle de dervişliğin bir gereği olarak nitelenmiştir. Aynı biçimde Kabil’in taarruzu karşısında Habil’in cevabı, dervişliğin anlamını daha da açıcı niteliktedir: “Yemin olsun ki sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da ben elimi, öldürmek için sana uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin rabbi olan Allâh’tan korkarım.” Aynı tutum Yemen’de taşlanan Allâh rasûlü tarafından da takınılırken İncil’de yazdığı biçimiyle Mesih tarafından da uygulanmış ve her ikisi de kendilerine kötülük eden insanlar için dua ile mukabele etmişlerdir. Hatta İsa’nın “diğer yanağını çevirme” tavsiyesi dört yüz yıl boyunca müminlerin “Kılıçla yaşayan kılıçla ölür” sözüne itimatları vesilesiyle savaşı reddetmelerine sebep olmuştur. Ne var ki Roma’nın kendini Hristiyan ilan edip emperyal amaçlarını müminlere mâl etmesine kadar sürmüştür bu…

Kaynakça

Thoreau, H.D.; Gandhi, M.K. (2012) “Sivil İtaatsizlik ve Pasif Direniş”, Vadi Yay., 3.Baskı, Ank.

Thoreau, H.D. (2014) “Walden-Ormanda Yaşam”, Zeplin Yay., İst.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder