Bourdieu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bourdieu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mayıs 2016 Pazar

Şehrin Namusu: Nomos, Zanaat ve Meslekler Problemi

"İşçinin erdemine dayalı bir sınıf bilinci grotesk bir hayaldir. 'Yapmak' olmayı belirlemez, pekâlâ tam tersi. Proleter yapacak bir tek şeyi olandır -devrim- ve ne olduğuna bağlı olarak bunu yapmadan edemeyecek olandır. Zira ne olduğuna bakarsak, tüm sıfatların yitimi, olma ile olmamanın (être et non-être) özdeşliğidir. Ama Mantık'ın boş özdeşliği değil, emek okulundan, yani emekçinin hiçbir şey’i ile zenginliğin her şey'i arasındaki karşıtlıktan geçmiş özdeşlik."
J. Ranciére, Filozof ve Yoksulları

"Bir çoban, bir sığırtmaç, bir at yetiştiricisi, ya da bunun gibi bir hayvan bakıcısı sürüsünü ele aldığında ilk olarak her bir hayvan topluluğuna uygun düşen ayıklamayı yapmadıkça, sürüyle ilgilenmeye girişmeyecektir; sağlıklılarla hastalıklıları, iyi cinslilerle cinsi bozulmuşları seçerek, kimini başka sürülere gönderecek, kimini alıkoyacaktır... Öteki canlılara gösterilecek özen o kadar önemli değildir ve yalnızca temellendirmemiz için örnek olması açısından bir değeri var; ama insanlar söz konusu olunca, yasa koyucu ayıklama ve bütün öteki eylemler açısından herkese uygun olanı araştırmak ve açıklamak için en büyük özeni göstermelidir."
Platon, Yasalar

-Platon'dan Ranciére'e Problem İçin Bir Giriş

Şeyleri, onlara ilişkin bilgi nesnesiyle özdeşleştirme ve bu eğilimin bir uzantısı olarak ikilikçi bir bakışla öz ve araz arasında bir zıtlık veya hariçtelik üretme alışkanlığı, düşüncenin temelinde konumlanma marifetiyle -ayrı bir yerde Varoluşçu felsefe üzerine değinilerde de işâret edildiği üzere, fikirsel tüm çıkarımları derinden etkilemektedir: Esasen geleneksel öğretilerin bilgi anlayışlarıyla da kıyaslanan Bergson'un içgörü kavramı bu problemi, fenomenolojik öznenin tümden soyutlanmış saltık varoluşu nedeniyle "idealizm"in ufkuyla kuşatılmış atmosferine yönelmeden ve yani öz diye anılanı gerçeklikten/somut dünyanın gerçekliğinden koparmadan ortaya koyabilmiş ve şeylere ilişkin bilginin şeyin imgeleştirilmesi olarak birer doxa (iz) olmasının anlamını yeniden Platoncu idea ile bütünleştirmiş ve böylece içgörü aracılığıyla erişilebilecek ideaların bilgisi olarak episteme ile doxa ilişkisinde bilgi nesnesine değil, bilme aracı ve bilen özneye odaklanmak gerektiğini göstermiştir. Bergson'un öğrettiği ilham verici metafizik, maddenin mi bilinci yoksa bilincin mi maddeyi biçimlendirip tasarladığı gibi yüzeysel bir sorunun "temelden" yanlış olduğunu göstermenin en sade yolu olarak maddeyi -bilinç ile ilişkisi dolayımının başına ya da sonuna yerleştirmek yerine, bir imge olarak inceler ve bu suretle maddenin varoluşundan önce saf algı veya anı olarak onu soğurma şeklinde iki bakışa odaklanır. Bu itibarla Bergson'u, Platonculuğun -ortodoks dinî yorumlarla yozlaşmış tekrarlarından ve maddeci açıklamaların indirgemeci saptırmalarından kurtarıcı, bir ihya edici olarak okumak -en azından yöntemini takip etmek vesilesiyle Platon'un kavramlarını yeryüzüyle temas ettirebilmenin bir imkânı gibi gözükmektedir.
Bu nokta, büyüklüğü teslim edilmekle birlikte Waldenfels'in deyişiyle ne kadarının kendisine ne kadarının hocası Husserl'e ait olduğunu kestirmenin güç olduğu Heidegger'in felsefesine ilişkin menfî bakışımızın da tecessüm ettiği yerdir. Sadece ona değil, metafiziğin, idealizmin ele avuca gelmez kurgularında köklenip yeşerdiği bir spekülasyon ormanına dönüşmesinde katkısı olan her söyleme olduğu hâliyle yöneltilebilecek eleştirisinde Adorno'nun -Nietzsche'nin "Arza sadakat gerekir" öğüdüne sımsıkı tutunurcasına, mesken sorunu gibi yaşamsal meselelerin soyut bir öze indirgenerek görünmez hâle getirildiğinden hareketle onların yeniden üretim koşullarını anlama ihtiyacına vurgusu ile Husserl eleştirisinde yazdıkları, real-ideal ikiliği içindeki bakışın açmaz ve boğuntusunu mükemmel bir şekilde tasvir eder: "Dünyayı olgusala ya da öze indirgemeye çalışan her kim olursa, kendisini bir şekilde kendi saç örgülerine tutunup bataklıktan çıkarmaya çalışan Münchhausen'ın durumunda bulur." (Husserl ve İdealizm Problemi)

24 Şubat 2016 Çarşamba

Düşünümsellik Üzerine-II: Fenomenolojik Özne ve Bilgi

"Başka türlü algılamak, başka bir şeyi algılamaktır."

E. Levinas

I.

Düşünüm ya da refleksiyon, bakışı özneye çeviren bir düşünme yolu. Düşünen özneyi düşünmek. Ancak bu genel tanım her bir düşünümsel modeli eşitlemez: Bourdieu düşünümselliği, bilen özneyi belirleyen koşulları ele alma olarak değerlendirirken Husserl, felsefî kuşkunun bütünüyle sıfırlanabileceği tek nesne olarak cogitasyonu esas almayı kasteder. İlk kullanımı daha net hâle getirmek amacıyla fenomenolojik refleksiyonu ve bu vesileyle öznenin bilgi ile ilişkisini açmak, felsefî ve sosyolojik bir bilgi çözümlemesi amacına binaen, toplumsal bilginin nesnelliğini tartışmak ve onun özne ile ilişkisini açıklamak ihtiyacı vardır.

Toplumsal bilgiyi, toplumsal olgulara ilişkin bir bilme sürecinin parçaları olarak değerlendiriyoruz. Ancak bir özneden söz edildiği an, toplumsal olmayıp doğal olan bir olguyla öznenin ilişkisi olarak ortaya çıkan bilgi de toplumsaldır. Fakat toplumsal bilgi, toplumsal olguların özne ile ilişkisinin bir sonucudur sadece. Bilimsel bilgi diye adlandırılanlar dahil tüm bilgiler inşâ edilmişlikleri itibariyle toplumsaldır yine de. Bilgilerin tamamının inşâ edilmişliğinden kastedilense şudur: Şeyin kendisinden ayrı olarak ona atfedilen nitelikler aracılığıyla şeyin değerlendirilmesidir bilgi. Bu değerlendirme, örneğin bir taşın bilgisi olarak ona atfedilen boy, uzunluk, hacim gibi bütünüyle insanî kategoriler aracılığıyla örülür. Evet, bir uzunluğu vardır ama ölçüsü insanîdir. Bu örgüler neticesinde bir şeye ilişkin bilgimiz, o şeyden bağımsız olarak bir temsiller dizisi olarak zihinde yer alır. Zihnin dışında şeylerin bilgisinin olup olmadığı felsefenin eski bir meselesi olmakla birlikte en genel anlamıyla gerçekçi eğilimler şeyleri var eden tümellerin zihnin dışında ondan bağımsızca var olduklarını, nominalistlerse bunların sadece kelime olduklarını ifade ederler.
Doğal şeylere ilişkin bilginin ötesinde toplumsal olarak ortaya çıkmış şeylerin (toplumun kendi varoluşu ya da ahlâk gibi kurumsal olguların) bilgisi için ne denilebilir? Örneğin, aynı şeye dair her gözün aynı şeyi görmesi beklenebilir mi? Çay bardağı herkes ve her şey için bir çay bardağı mıdır? Yoksa bir çay bardağı ancak onu "çay içme bardağı" şeklinde ortaya koyacak bir temsiller dizisine mi ihtiyaç duyar?Bardak yine cisimsel olarak mevcutsa da onu koklayan bir atı hesaba katarsak yine çay bardağı mıdır o? Temsillerin oluşabilmesi için maddeye ilişkin -boy, hacim, ağırlık vs. genel kategorilerin dışında özel kategorilerin yani göreceli olan; çayı içme faaliyeti, bu içmenin ritüelleşmiş hâlini içeren kültüre ilişkin kategoriler de söz konusudur. Burada etnometodolojinin kavradığı şekilde bir görecelilik doğar: Belirli bir kültür içerisinde o bir çay bardağıdır ama çayla, küçük ya da cam bardaklarla ilişkili olmayan bir kültürde o bir çay bardağı değildir. Bu noktada çay bardağını çay bardağı olarak bilme faaliyeti genel değil, kültürel bir temsiller dizisinin özel sonucudur. Temsilleri var eden şeyleri kategorileştirme tarzıdır ki bu, kültürden kültüre değişkenlik gösterebilir ve bu değişkenlik de doğrudan bilme tarzını değiştirir. Bu sonucun, keskin bir rölativizm olarak mı okunması gerektiği yoksa bilginin var oluş koşulları üzerine -tarihselci bakış gibi bir imkân olarak mı görmek gerektiği bir tartışma konusudur. Ancak esas amaç toplumsal bilgiyi netleştirmek olduğu için bu sonucu sınırlıyoruz: Bir çay bardağından söz etmek o bardağı doğal bir şey olmaktan çıkarıp insanî temsiller üzerinden bir toplumsal bilgi üretmek anlamına gelir. Bu ontolojik farklılaşma modern bilginin doğasına içkindir, denildiği gibi her bilgi, sosyal bir üretimin nesnesidir. Aynı şekilde bilimsel bilgi de bir üretimdir. Ki o bardağın çay bardağı olarak ele alınmadan -yani kültürel göreceliğe bir mesafe konularak bilimsel olarak bilinebilmesi için gereken boy, hacim, ağırlık gibi nitelikleri de insanî olmaları yönünden sadece birer temsile dayalıdırlar. Çünkü boyu ya da hacmi ölçmeye yarayan ölçekler bütünüyle insanîdirler.

12 Şubat 2016 Cuma

Düşünümsellik Üzerine Bourdieu Okumaları-I:Özne ve Öznelleşme

"Sosyoloji bizi hürriyet yanılsamasından, daha doğrusu, yanıltıcı özgürlüklere duyulan yanlış inançtan kurtararak özgürleştirir. Özgürlük verili bir şey değil, bir fetihtir ve bu kolektif bir fetihtir. Ve insanların küçük bir narsisistik libido adına, gerçeklikleri olgunlaşmamış bir şekilde inkar etmekten teşvik alarak, yeniden kendine mal etme çalışması pahasına, kendilerini özgür özneler olarak hakiki bir şekilde -en azından biraz daha fazla- oluşturmalarına olanak tanıyabilecek araçlardan mahrum bırakabilmesine teessüf ediyorum."

Pierre Bourdieu

I.

Alain Touraine (Modernliğin Eleştirisi'nde) modernleşme olgusunu -çokça görmek istediğimiz yönden koparılamayacak ancak onu bütünleyecek bir şekilde akılcılaşma yanı sıra öznelleşmeyle birlikte okur. Rasyonalizmin ve onun belirlediği bilgi anlayışının fayda ve haz sahipliğini öne çıkaran bireysel ve kolektif örgütlenmenin temel ilkesi olduğunu vurguladıktan sonra modernliği tamamlayan -ya da büyüyü bozan ikinci çehre olarak öznelleşmeye bakar; ikisi, Rönesans ve Reform gibi esasen aynı anda ortaya çıkmaktadırlar: Bilginin bir nesne üzerinden ele alınması doğal olarak bu bilgiye bir özne atfedilmesini de gerektirir ki Descartes'ın cogitosunun getirmiş olduğu felsefî ilke de zaten burada anlam kazanır.

Öznelleşme meselesi, Adorno ve Horkheimer'ın akıl konusunu tarihselleştirmeleri kapsamında "araçsal akıl" vurgularının hayatî önemini de göstermek yönünden dikkat çekicidir: Bir icat olarak özne fikri; modernite (toplumsallık), kapitalizm (ekonomi) ve demokrasi (siyaset) arasındaki dolayımlı ilişkinin merkezinde yer alır. Bu ilişki, doğal yaşamda bir türsel kabiliyete indirgenemeyecek olan aklın tarihselliğini açtığı gibi, insanın doğal dünyayı (gerçekliği, varoluşu) bir tahakküm ilişkisinin nesnesi olarak kategorize etme biçimini ve -Rancière'i anarak "narsist kişilik" olarak birey idesini vücuda getiren sosyal koşulları da görünürleştirir. Moderniteye dair bakışı salt "değerlerin değişimi" üzerinden bir ladinîleşme sorunu olarak ele alma yanılgısının açmazı da burada yer alır: Nihayet, aklî çıkarımlara ve onlarca ortaya konulmuş kategorik bilme süreçlerine karşı bir eleştirel tutum olmadıkça, -bir şeyin modern olup olmaması özelinde söylenirse şeylerin tarihselliklerinin değerlendirilmesine yabancılık, doğal olarak "hakikat", "gelenek", "medeniyet" gibi kavramlar üzerinden modernliğin yeniden üretimine kapı aralayacaktır. Araçsal akıl, yapılandırılmış bilgi tarzı ve öznelleşme (bu bireyleşme demek değildir), modernitenin inanç olgusunun belirleyenlerini karakterize ettiğinin göstergelerini sunar. Bu göstergelerin okunma çabası, öznelliklerin içinden gerçekleştiği oranda bir şey kesindir: Dile getirilecek her şey, o dilin belirlediği sınırlara mahkumdur. Bu sınırlar ise dil tarafından özneye atfedilen bir konumun bakış açısından ibarettir. Anlam'ı üretmek olarak dilin şeyleri fark'lar üzerinden tasnif edişi, modernitenin tasniflerini yeniden üretirken anlam'ın bundan sakınması nasıl mümkün olacaktır?

Kategorik eleştiri gerçekleşmeden böyle bir şeyden söz etmek makûl gözükmez.

28 Ocak 2016 Perşembe

Bilgi ve Belirlenmişlik Sorunu: Modern Bilimin Dinsel Karakteri

"Evrenselcilikte bir aldatmaca vardır. Evrenselcilik, serbestçe dolaşan bir ideoloji olarak değil, tarihsel kapitalizmin dünya sisteminde iktisadi ve siyasal iktidarı elinde tutanlar tarafından yayılan bir ideoloji olarak yol almıştır. Dünyaya, güçlünün zayıfa bir armağanı gibi sunulmuştur. Timeo Danaos et dona ferentes!* (Yunanlılardan armağan getirdikleri zaman da korkarım)."

Immanuel Wallerstein, Tarihsel Kapitalizm

Foucault, Bilginin Arkeolojisi'nde gelişme ve evrim fikrine dair ilgimizi çeken bir şey söyler: "(...) dağınık olayların bir ard arda gelişini yeniden bir araya toplamak, onları bir ve aynı düzenleyici ilkeye bağlamak (...) zamanı esere egemen kılmak imkânı verir." Bu fikrin zamanı esere ya da çağı ortaya çıkarılana veya tarihi fenomenlere egemen kılma temeli, "Gelen-ek" biçiminde kavranan bir olgusal süreklilik fikrinden beslenmek yönünden Marksist yapısalcılığın tarih okumasını da görünür kılar: Tarihin bir bütün ya da yapı olarak varoluşu, ona anlamını veren toplum biçiminin içinde yer alan güçlerin yarattıkları dinamizme bağlıdır; tarihin sınıf savaşımlarının üzerinden okunması sadece ilerleyen bir bilinç fikrine (evrime) değil, bu zamansallığın belirli bir olgu etrafında (sınıflı toplum) biçimlenmesi olarak tarihin sabitlenmesine de ulaştığı görülür. Bu sabitleme işi tarihin mutlaklaştırılması demek olduğu için bugünün de dahil olduğu tüm zamanın aynı boya ile -belirli bir olgunun genişleyip saçılmasıyla, boyanması sonucunu kendiliğinden getirir ki deterministik yönü itibariyle Hegel'in teleolojik/amaçsal açıklamasının bir türeviyle karşılaşırız. İnsanın ve hayatın anlamı, tarihin yöneldiği komünist tinselliğin normlaştırılması üzerinden yapılandırılarak değersizleştirilir burada: Sözkonu norm vasıtasıyla insan-lık (kurumu) insandan, geleceği içkin tarih şimdiki ândan ve yani yapının birime önceliği anlamında düzenlilik fikrinin (ideal) gerçeklikten üstünlüğünü ürettiği bir hiyerarşiyi de meşrûlaştırır. İdeal olanın normlaştırılması, gerçekliğin bu norma göre daha aşağıda görülmesi tinselliğe ilişkin söylemlerin doğru (normal) kabul edilerek oldukları gibi içselleştirilmelerini gerektirir. Bu durum elbette -bürokratik ağ ve askerî yapılanmayı içinde buharlaştıran devlet, sınıf ya da toplum gibi soyutlukların şeyleştirilerek yüceltilmelerine de imkân tanımaktadır. Bu anlamda Marksist ideolojinin kendisinin de bir "yanlış bilinç" ürettiği sonucu ortaya çıkar: Bu yanlış bilinç, fikirsel olarak teklifinin kötü olduğu anlamında değil, tarihin yöneldiği mutlak anlamı ifade eden idealist/ideolojik söylemin gerçekliği değersizleştirmesi anlamındadır.

Bu sonuç Alman İdeolojisi'ndeki burjuvaziye yönelik eleştiriyle de tasdik edilecektir: "Gerçekten de, kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf, kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarını toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı olarak göstermek zorundadır, ya da şeyleri fikir planında açıklamak istersek: bu sınıf, kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermek ve onları tek, mantıklı ve evrensel olarak geçerli düşünceler olarak göstermek zorundadır." Burada Marx ve Engels'in burjuvazinin ya da aristokrasinin kendi çıkarlarına hizmet ettiği için tek gerçeklik olarak dayattıkları fikirler (ideoloji) eleştirisi, aynı zamanda gerçekliğin dayatılabilmesinin aracı olarak "bir norm olarak evrenselliğe" müracaat edildiği fikrini de içermektedir ki aristokrasiye karşı Fransız burjuvazisini bu yönden örneklerler. Çıkarım şudur: Daha geniş bir toplumsal tabana dayanan sınıf doğal olarak daha evrenseldir.

18 Ocak 2016 Pazartesi

Tersyüz Edilmiş Dünyanın Bilgisi: Toplumsal Bilginin Mahiyeti

"Kendi işlemlerini ve kendi düşünme araçlarını radikal bir sorgulamaya tabi tutmayan, bu tür bir düşünümsel yönelimi felsefî bir zihniyetin artığı, dolayısıyla bilim-öncesi bir kalıntı sayan sıradan sosyolojiye, tanıma iddiasında olduğu nesne tamamıyla nüfuz etmiştir. Böyle bir sosyoloji, sözkonusu nesneyi gerçekten tanıyamaz. Çünkü kendini tanıyamaz. Nesne olarak ele aldığı nesnenin parçası olduğu ve ondan kopamadığı için nesne hakkında bir şeyler söyler ama sözkonusu şeyler gerçekten nesneleştirilmiş değildir. Çünkü bizatihi nesnenin kendini anlama ilkelerinin ötesine geçilmemiştir."

Pierre Bourdieu, Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar

Sun Tzu düşmanı alt etmenin temel kuralının kendini bilmek olduğunu söyler. Metafizik anlamının dışında da kendini bilme hâli, düşmanla/öteki ile kurulacak teması veya stratejiyi belirlemek için içsel olarak kendiliğin tecrübe edilmesi anlamına gelir. Düşman, zihinde içsel olarak tanımlanmaksızın bütünüyle dışsal bir öteki olarak kurulduğunda, kendiliğin yapılanmasına ilişkin her hamle özünde ötekinin belirlemesine boyun eğecektir. Stratejinin öteki tarafından belirlenmesi de kontrolü yitirilmiş bir savaş demektir.

Bir düşmanlık durumunun özü itibariyle karşılıklı olarak geliştirilmiş biçimlendirme çabalarından ibaret olduğu dikkate alındığında sıklıkla "yaşam mücadelesi" olarak anılan sosyal hayatın bir savaş simülasyonu olduğu söylenebilirse Sun Tzu toplumsal öznelere de bir şey söylüyor demektir, "kendini bil" diyerek. Birey ve toplumsallıkla bütünlenen öznelerarasılık evreninde -özgürleşim, faydaya erişim ya da statü işgâli gibi şekillerde görülen karşılıklı genişleme eğilimleri, bir mücadele alanı var ettikleri kadar, müşterek menfaat icabı sürekli dengede tutulmak istenen bütüncül yapıyı da organize ederler. Bu organizasyona bir kişilik atfedilerek/tekil bir aktör biçiminde "sistem" ya da "düzen" şeklinde nitelenmesi çok zaman, hayalî bir failin organizatör olarak tanımlanmasına yol açar: Organizatör olarak sistem; bireylerin aksine ahlâksız, çarpık, bozuk veya haindir. Hiçbir şekilde bireylerin ilgisinin bulunmadığı niteliksizlik, sistem diye anılan bir heyûlanın üretiminden ibarettir buna göre. Bu kurguyu ciddiye almak gereksiz olacaktır. Öyleyse olumsuz bir edayla "hayatın gerçekleri" diye söz edilen şey, nihayetinde toplumsallık içinde biçimlenmiş bireysel yönelişlerin, tercihlerin kolektif bir karakter kazanmasından ibarettir denilebilir.

Yine de burada ileri sürülecek olan fikir, toplumsal dünyanın bireylerin toplamı olduğu gibi bir kaba çıkarsama da değildir. Çünkü bireylerin yönelimleri, Sun Tzu'nun ikazı çoğu zaman gözardı edilerek oluşturuldukları için salt rasyonel tercihlerle de açıklanabilir demek mümkün gözükmez: Toplumsal fenomenlerin doğasında bireyi baskılama eğilimi her zaman vardır. Bu baskılamada dilin işlevi bilinir. Dil ile ilişkimiz bir maruz kalma hâlini gösterir: Bu, somut anlamda kelimeler ve onlar üzerinden yürüyen iletişimin sınırlılığına mahkûmiyetten fazla olarak, belirli bir gramatikle sistemleştirilmiş semantik modelin birey üzerindeki kaçınılmaz baskısıdır. Sözkonusu baskı, bireyselliklerce inşâ edilebilecek bir kaçış alanını bilkuvve ihtiva etse de kişinin toplumsallaşma sürecinde içselleştirdiği nesnel gerçekliği tanımlama biçiminde kurucu pozisyondadır: Tarihin biçimlendirmesi altında yapılanmış toplumsal dünya, semantik model vasıtasıyla olguların yorumlarını/alımlanma şeklini bireysel psişede büyük ölçüde sınırlarken öznel gerçekliği de kodlamaktadır. Anne ile ilişkiden başlamak üzere genelleşen toplumsallaşma dairelerinin her biri, gerçekliği dilin somutlaşması şeklinde kuran pratikler aracılığıyla sınırlarını da bireye belletir: Birbirinin yerine belirli bir ölçüde ikâme edilebilecek rollerin bireyce benimsenebilmesi her bir rolün alanını ve sınırını bilmekle mümkündür. Dilin, toplumsal tahakkümün bir aygıtı olarak toplumsallaşmadaki işlevi, öznelerarasındaki olası ilişkisellikleri bir kalıba dökmek olduğu kadar tikel ve tümel arasında da bir dolayım kurarak parçanın bütünün varlığını benimsemesini de gerektirir. Bu yönden dilin birey üzerindeki tahakkümünün anlamı, aynı zamanda birey üzerindeki her türden tahakküm biçiminin meşruiyetinin sağlanmasını da içerir: Birbirlerinin yerine ikâme edilerek öznel gerçekliğe tahvil edilen sosyal rollerin konumları itibariyle sınırlanmaları, birey için anlam alanlarının da belirlenmesi demektir ki sonraki dairede karşılaşılan öğretmen rolü anne-baba rolleri üzerinden, patron rolü öğretmen rolü üzerinden vd. tanımlanarak benimsenir: Bütüne yansıtıldığında siyasal iktidar ile toplum arasında kurulacak meşruiyet imkânı da sözkonusu ikâme nesnelerinin dil vasıtasıyla içselleştirilmesiyle gerçekleşir. Bu içselleştirme, belirli muhalif yönelişleri kapsamıyor gibi gözükse bile reddedebilmenin birinci koşulunun kabul etmek olduğu unutulmamalıdır. -Bu yönden bilinen ütopyalarda doğrudan devlet diye adlandırılmasa da sosyal hayatı organize etme fikrinin somut örnekleri değerlendirilebilir.