Saussure etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Saussure etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Nisan 2016 Çarşamba

İmge ve İz: İşâretler Nereye Götürür?

"Genellikle olgu olarak adlandırılan şey, dolaysız bir içgörüye belirdiği haliyle gerçeklik değildir; pratiğin çıkarlarına ve toplumsal yaşamın gereklerine gerçeğin uyarlanmasıdır. Katışıksız içgörü, ister dışsal olsun ister içsel, bölünmemiş bir sürekliliğin sezgisidir."

H. Bergson

"Bu büyük simgeciden [İsa'dan] herhangi bir şey anlayabilmişsem bu, yalnızca iç gerçekleri gerçekler, 'hakikatler' olarak aldığıdır; gerisini, her türlü doğal, zamansal, uzamsal, tarihsel şeyi yalnızca imge olarak benzetme vesilesi olarak anladığı."

F. Nietzsche

"Hakk bunun ardında iken sûretler türlü türlüdür. Bir görüntüde veya hicapta olsun olmasın O'nun Zâhir isminden başka ondan hiçbir şeye sahip değiliz. Bâtın ismine gelince, O Bâtın olmayı her daim sürdürecek. Bundan dolayı Hakk varoluşun içinde zâhir olan suretlerin ardında daima görülmeyen olarak kalacaktır."

İbn Arâbî

Prolog

İmge pasif bir işârettir, bu sebeple geneldir. Ona bakan gözün yöneldiği anlamdan bağımsızca vardırsa da doğrudan ve kesin olarak bir anlamı imlemez. Farklı yönlere gidebilir. Her anlayan imgedeki geneli değil, onun kendindeki bir karşılığı/yansımasını keşfeder. Çünkü her imge, görenin konumlanışından, öznel bir değer konumundan farklılaşmaya açıktır. Farkı yaratan, imgede içkin sınırlar değil; ona yönelen, geneli parçalayan gözdür.

Gözün geneli parçalaması/özeli inşâ etmesi (fark etmek/tefrik), hareket ile mümkün: Genelden özele doğru bir iniş -kategorileştirme, kayıtsızlıktan kayıtlamaya temayül, bütünü parçaya indirgeme -yeri gelmişken Kaos'u Kozmos'a tahvil etme, lojik bir kavram olan hareketin aslıdır. Bu süreç, imgenin kendi genel oluşunda bulunsun ya da bulunmasın özel bir oluş alanı tahsis etmeyle ilgilidir. İnsanî bir gerçekliğin Mutlak hakikat gibi "görülmesi", Mutlak olanı kavrama olanağı bulunmayan aklın, baskın olarak çelişmezlik ilkesi başta olmak üzere kendi (mantık) yasalarını tüm varoluşa icraının (fabülasyon) bir sonucudur, ancak kesinmiş gibi algılanır. -Hayret duygusunun inkârı veya ondan kaçış da bu eminlik içinde mümkündür ki sadece bir parçaya odaklanıp bütünü görememek nedeniyle bundan körlük diye söz edilmiştir. Hikmet, hayretle başlar oysa: Kalıplar ve kesinliklerin içindeyse hayret olmaz; bu sebeple yıldızlar/Işık Kaos'tan doğar geleneksel anlatımda.

-"Başlangıçta yer boştu, şekiller yoktu, her yer engin karanlıkla kaplıydı. Tanrı 'Işık olsun' dedi." (Tekvin:2-3)

-Pozitivist kültürde bir karşılığı yoktursa da söylenmelidir ki ışık, göz/görüşün sembolüdür; o, şekilleri/algısal sûretleri var eden bakışla kayıtlıdır. İmgedeki genelin parçalanması göz/bakış vasıtasıyla olduğu için, bu parçalanma göze göredir sadece, gözden göze değişir -farklı bir skalaya yayılmış, farklı renkleri algılayan gözler aynı nesnede farklı şeyler görürler.

Oluşun ilkesi olan değişimin bir yönü Zaman'ı diğer yönü hareketi gösterir. Sözkonusu hareket, Kaos'u Kozmos'a tahvil eden Logos aracılığıyla bir tür tercüme ya da yorumlama olmak itibariyle izafî olduğu için imgenin hareketliliği ve Zaman'a tâbiyeti şeye ilişkin "alegori" vasfını görünür kılar: Yani bir imge her gözde farklı bir görünüş kazanmak itibariyle alegoriktir. -Ancak bu imgenin kendinden değil gözden ileri gelen bir tavsif etmedir. Çünkü imge, kendinde bu anlamları, görünümleri ihtiva etmez, göz onu öyle görür. -"Bu bir pipo değildir." İmgenin bu alegorik vasfıyla görülmeden hareketten, değişimden ve zamansallıktan berî olmaklığıysa onun sembolik vasfına gönderme yapar. Sembolik imge, mümkünden farklı İmkân olarak tahakkuk etmiş Mutlak'tır -akıl onu ihata edemez. Bu sebeple semboller; tarihe, coğrafyaya veya kültüre bağlı olmaksızın her ân ve her yerde aynıyla, oldukları gibi tahakkuk ederler. -Esası itibariyle bu durumdan dolayı İslâm sembolizmi, Kızılderili sembolizmi gibi bir ayrım sunîdir ve hakikatte bir şey ifade etmez. Ancak, her imgenin sembolik bir vasfı olmasıyla beraber bazı imgeler belirli bir öğretinin aktarılması (inisiyasyon/irşad) süreci için sadece sembolik bir tezekkür nesnesi olarak da tasarlanırlar: Dinî semboller ve belirli bir düzeyde kozmik mütekabiliyet amaçlı (upaguru, görsel ya da işitsel mantra ve esma gibi) rehberlik işlevi içindir bu; bunlar kültürel olarak farklılaşabilirler.

15 Ağustos 2013 Perşembe

Yapısalcılığın Kaynağı: Genel Dilbilim Dersleri


Dil konusu bir ayrıştırma neticesinde modern düşüncenin bir sorunsalına dönüştü: Hümanist felsefelerin “kendi iradesiyle doğruyu ve yanlışı seçebilen insan” tasarımını ortaya koymalarıyla gelişen bireycilikle birlikte toplum diye bir kategorinin varlığının icadının da gerekmesi gibi birey üzerinden bilincin icat edilmesiyle birlikte de dil ile bilinç birbirinden ayrıymış gibi değerlendirilmeye başlandı. Sözkonusu aynılığın gözardı edildiği bir paradigma için bireyin özerkliği fikri, Protestan eğilimlerde açığa çıktığı şekliyle -bugün anladığımız anlamda bir liberal söylemin de paralelinde yer alır. Bu, daha sonra Marx'ın materyalist felsefesinde reddedildiği şekliyle bilincin varlığı oluşturduğuna dair idealist bir yönelim içerir. Böylece dil ve toplumsal varlık arasında kendiliğinden bir ilişkinin doğal olarak kurulmasının seyri zamanla rayına oturur.

Dilin, sosyolojik objenin örnek bir olgusu olduğunu yazan Gilbert Durand, onun aynı zamanda sosyolojik bir düşünme modeli olduğunu da belirtir: “Dil, az çok psikolojik antropolojinin ve özellikle de psikanalizin ilke olarak ileri sürdüğü beşeri doğanın monizmine karşı sosyal antropolojinin niteliğini oluşturan bu ayırt edici çoğulculuğu ortaya koyar. Çünkü diller farklıdırlar ve büyük dilsel gruplar birbirlerine indirgenemezler" (Durand,1998:40). Bu düşünce, toplumlar arasındaki farklılıklarla diller arasındaki farklılık arasında karşılıklı olarak ortaya çıkan ilişkilerin karmaşıklığının izlerini taşır ve hem dilin hem de toplumsal varlığın diğerinin göstergesi olabileceğine işâret eder. Toplumları biçimlendiren zihinsel yapılar, çok zaman dilleri biçimlendiren muhayyel kalıpların türevlerinin bir uzantısı konumundadır. Kolektif bilinçaltına ilişkin bir biçimlenmeyle ortaya çıkan efsaneler, yaratıcı üslûplar ya da kültürel dışavuruma örnek teşkil edebilecek diğer ürünler; bir gösterge sistemi olan dili araç olarak kullanmasına rağmen, Durand’ın dilsel grup diye andığı geniş çeşitlilikte bir anlayış ya da zihniyet baskınlığından husûle gelmektedirler. -Ki edebiyat ve diğer sanatların üslupları dile tâbi olan söyleyiş tarzlarını içermekle kalmaz, bu tarzlar vasıtasıyla açığa vurulan toplumsal bilincin bütünlüğünü de tasdik ederler. Bu yönden fark edilecektir ki edebiyatta ve genel olarak sanatta öz-biçim karşıtlığı üzerine tartışmalar da modern düşüncenin ürettiği kurgulara tabidir. Bu tartışmaların hiçbir yere varmamış ve varamayacak olması, kurgulanan ikili modellerin (öz-biçim, birey-toplum, ruh-beden vs.) mantıksal safsatalarda temellenmelerinden ileri gelir. -Bununla ilişkili olarak modern düşüncenin biçime/forma indirgeme eğilimi içinde olduğu “sûret” fikrinin bambaşka bir şey olduğunu birkaç yerde yazdık.

Varoluşçu felsefenin tıkanmışlığına da gönderme içerek bir şekilde Avrupa düşüncesinin “ötekini cehennem” olarak görme algısını vurgulayarak ilkel diye nitelediği toplumlara baktığında kendi cehennemini görebileceğini düşünen Lévi-Strauss; toplumlardaki farklılığı incelerken yapı ve gerçeklik arasındaki ayrışma üzerinden de dilin mezkur sosyolojik özelliğini vurgular. -Esasen bu tespit Avrupa'lı düşünürlerden evvel Rus biçimciliği tarafından zaten ortaya konulmuş ve zenginleştirilmekteydi; ki onlar edebiyat eleştirisinde dilin etkinliğini temel alarak tarihsel ve sosyolojik değerlendirmeleri de dikkate alarak çalışıyorlardı. Lévi-Strauss'a göre toplumsal yapı incelendiğinde elde edilecek sonuçlar, deneysel gerçekliği değil, bundan kurulan sosyolojik modelleri ortaya çıkarır. Bu modellerse çoğu zaman dilsel ilişkilerin toplum içinde tekrar edilip durması anlamına gelen –mit gibi düşsel kalıpların incelenmesiyle de ortaya konulabilecektir ki dil ile sosyoloji arasındaki bu irtibat hiç de tesadüfî değildir. Çünkü sosyol bilimler içerisinde Lévi-Strauss ile bir yetkinlik kazanan ve toplumu kendi bütünlüğünde bir yapı olarak ele alan yapısalcılığın hareket noktası, Ferdinand de Saussure’ün dil üzerine yaptığı çalışmalarda geliştirdiği yöntemdir. Yapısalcı düşünce özellikle sosyal olguları tahlil ederken toplumu bir bütün olarak ele alıp onu, birbirine göre değerlenen iç öğelerinin arasındaki bağlantılar üzerinden inceler. Bir edebiyat kuramı ve eleştiri metodu da içeren yapısalcılığı, “yüzeydeki bir takım fenomenlerin altında, derinde yatan bazı kuralların ya da yasaların oluşturduğu bir sistemi aramak” olarak özetleyen Moran (1999:186), Saussure’den önce dilbilimcilerin dil içindeki unsurları ayrı birer öze sahipmiş gibi incelediğini ve dil çalışmalarının da zaman içerisinde bir dilin geçirdiği değişiklikleri inceleyip bunları kurallara bağlamakla yetindiklerini yazar. Saussure ise dili belli bir zaman noktasında ele alır ve eşzamanlılıkla, kendi kendine yeterli ve bağımsız bir sistem olarak inceler. Bunun anlamı, dilin o andaki bağıntılarının oluşturduğu yapıyı açıklamak demektir.