Marx etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Marx etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Eylül 2019 Cumartesi

Popper’in İnsancıl Demagojisi ve Demokrasiciliğin Sefaleti

“Modern dünya-sistemi içindeki iktidar gerçekliklerinin, geçen beş yüz yıl boyunca, kendi iktidarının devam etmesini sağlayan bir takım meşrulaştırıcı fikirlere nasıl biçim verdiğini araştırıyorum. Avrupa'nın bütün evrenselcilik çeşitlerinin üç tane çok önemli ve büyük çaplı belirlenimi vardı. Onları sırayla tartıştım: Barbarlara karşı evrensel değerlerin uygulanmasına inananların hakkı; Oryantalizmin özcü tikelciliği ve bilimsel evrenselcilik. Bu üç fikir takımı özünde birbiriyle yakından bağlantılıdır. Üçü de birbirinin ardı sıra oluşmuştur.”

Immanuel Wallerstein, Avrupa Evrenselciliği

Joseph Conrad'ın edebiyat tarihi açısından eşsiz romanı “Karanlığın Yüreği”nde, Afrika'da bir gemide ateşçi olarak çalışan bir yerliden bahsedilir. Dikey bir kazanı ateşleyebildiği için “gelişmiş bir tür” diye nitelenen bu yerlinin kıtayı sömüren medeni adamların işini nasıl yaptığı şöyle anlatılır: “Eğitildiği için yararlıydı; öğrendiği de şuydu: Eğer o saydam şeydeki su yok olursa, susuzluk kazanın içindeki kötü ruhu çok öfkelendirecek, o da korkunç bir öç alacaktı. O da koluna paçavradan yapılma bir muska bağlamış, saat büyüklüğünde cilalı bir kemik alt dudağına geçirilmiş, ter döker, kazanı ateşler, ibreye korkuyla bakar…”

“Eğitilmiş” yerlilerin çağdaş yaşama katkısı her zaman önemlidir. Hind, Güney Amerika, Afrika, Arap yarımadası sayısız örneğiyle doludur bunun. En zor mesele muhtemelen insanların kendi geleneklerini, tarihlerini, irfanlarını inkâr edebilmelerini temin etmektir. Eğitim kurumu da bu sorunun çözümü için icat edilmiş bir Aydınlanma inisiyasyonu. Eğitim aracılığıyla sadece bilgi vülgarize edilmez aynı zamanda “medeni” ve “evrensel” değerler de salikin diline bir zikir tespihi gibi dolanır, onu peltek ve kekeme yapar…

Popper’in tarih ve demokrasi hakkında verdiği nutukları okuyanlara, onun eğitilmiş bir yerli olduğunu veya en azından 2. Dünya Savaşı sonrasında biçimlenen Avrupa’ya hiç gitmemiş olduğunu düşündürtebilecek ölçüde “yabancı” bir kimlikle konuştuğunu hissettirecek birçok şey var. İnsanlığın geldiği noktayı yeterli bulmasa da ABD’yi ziyaretiyle orada fikrini değiştirecek bir hâl bulması, Batı toplumlarının bugüne kadar gelmiş geçmiş en iyi sosyal düzene sahip olduğu inancı, tarihte gördüğü vukuatlara karşı verdiği bireyci tepkileri… Tüm bunlar, “sınırlama problemi”yle (bilimciliğe eğilimle) girdiği bilim felsefesi tartışmalarındaki kendi akılcı ısrarıyla biraz, hatta epey uyumsuzdur. -Gerçi Haack, Popper’in “Yanlışlamacı” yaklaşımını “entelektüel bir ucube” (an intellectual monster) diye andığı yazısında kendisiyle uyumsuzluğunun seyrini de verir:

11 Ağustos 2016 Perşembe

Şerif Mardin İçin Not: İdeoloji, Din ve İslâm


İdeoloji

Şerif Mardin’in ideoloji çalışması Türkiye için özgün nitelikler içerir: İlk olarak bilgi sosyolojisi kapsamında ideoloji olgusunun bir nebze anlaşılır olmasına katkı sağlar ve kitlesellik çağına mahsus gördüğü ideolojinin Türkiye’deki dinî söylemle etkileşimini/bütüncül ilişkisini gösterir. –Bu yönden Mardin; Ülgener ve Küçükömer ile beraber İslâmcı ethosun kaynakları hakkında fikir vericidir.

İdeoloji, geniş kapsamlı bilişsel ve inançsal sistemleri kasteder Shils’e göre. İnsanın varoluşunu kavramak için bir modeldir. Ona benzer olarak mitoloji, din ve bilim de aynı işlevlere sahiptir. Ancak mitoloji ve dinin modern olmayan karakterleri ya da kitleselliğin açığa çıktığı tarihsel durumdan uzaklıkları ideoloji ile özdeşleşmelerine engeldir. Bilimse formel işlemlerle kurulu bir yöntem içermesi nedeniyle ideolojiden ayrışır: Bilimsel tespit bir mutlakıyet içermese de tespiti ortaya koyma yönteminin mantığında bir tutarlılık aranır ve bu tutarlık için gözleme imkân tanıyacak bir doğrulama ve yanlışlama olanağına ihtiyaç vardır. –Din ile ideoloji arasındaki ayrışma her zaman çok açık değildir. Ama aynı durum bilim ile ideoloji arasındaki ayrışmada da geçerlidir: Tıpkı dinî içeriği taşıyan bir mesajın ideolojik kodlar içermesi gibi bilimsel bir değerlendirmenin de içermesi daima mümkündür. Modernliği milat aldığımızda, dünyayı anlama modelleri olarak din ile bilimin ideolojik nitelikleri belki temel bir farklılık üzerinden ayrıştırılabilir: Dinin tümdengelimsel akılla ilişkisine rağmen bilim ile tekniğin (Habermas) tümevarımcı gerçekliği ve toplumsal yapıya aşağıdan biçim verme nitelikleri, modern insanın kavrayışının ipucunu içerir.

Bu yaklaşıma benzer olarak Mardin, bir kavrama modeli olarak ideolojinin belirli bir yoğunluk (Shils) gereksinimine vurgu yaparak modern oluşlarını kitlelere yön verme değeri üzerinden ele alır ki bu Aydınlanmacı değerlerin –hümanist niteliğiyle boyanmış- bireysel aklın “düzenleyici” ilke olmasıyla alâkalıdır. -Bireysel aklı sıfırlayan kitle kavramının ilkesinin bireysel akıl oluşu çelişkisi, modernitenin aşılamaz açmazlarından birisidir: Öznelliğin kişisel belirlenimi yok etmesi ya da öznenin özne-dışındaki ile ilişki temelinde inşâ edilmesi…

15 Mayıs 2016 Pazar

Şehrin Namusu: Nomos, Zanaat ve Meslekler Problemi

"İşçinin erdemine dayalı bir sınıf bilinci grotesk bir hayaldir. 'Yapmak' olmayı belirlemez, pekâlâ tam tersi. Proleter yapacak bir tek şeyi olandır -devrim- ve ne olduğuna bağlı olarak bunu yapmadan edemeyecek olandır. Zira ne olduğuna bakarsak, tüm sıfatların yitimi, olma ile olmamanın (être et non-être) özdeşliğidir. Ama Mantık'ın boş özdeşliği değil, emek okulundan, yani emekçinin hiçbir şey’i ile zenginliğin her şey'i arasındaki karşıtlıktan geçmiş özdeşlik."
J. Ranciére, Filozof ve Yoksulları

"Bir çoban, bir sığırtmaç, bir at yetiştiricisi, ya da bunun gibi bir hayvan bakıcısı sürüsünü ele aldığında ilk olarak her bir hayvan topluluğuna uygun düşen ayıklamayı yapmadıkça, sürüyle ilgilenmeye girişmeyecektir; sağlıklılarla hastalıklıları, iyi cinslilerle cinsi bozulmuşları seçerek, kimini başka sürülere gönderecek, kimini alıkoyacaktır... Öteki canlılara gösterilecek özen o kadar önemli değildir ve yalnızca temellendirmemiz için örnek olması açısından bir değeri var; ama insanlar söz konusu olunca, yasa koyucu ayıklama ve bütün öteki eylemler açısından herkese uygun olanı araştırmak ve açıklamak için en büyük özeni göstermelidir."
Platon, Yasalar

-Platon'dan Ranciére'e Problem İçin Bir Giriş

Şeyleri, onlara ilişkin bilgi nesnesiyle özdeşleştirme ve bu eğilimin bir uzantısı olarak ikilikçi bir bakışla öz ve araz arasında bir zıtlık veya hariçtelik üretme alışkanlığı, düşüncenin temelinde konumlanma marifetiyle -ayrı bir yerde Varoluşçu felsefe üzerine değinilerde de işâret edildiği üzere, fikirsel tüm çıkarımları derinden etkilemektedir: Esasen geleneksel öğretilerin bilgi anlayışlarıyla da kıyaslanan Bergson'un içgörü kavramı bu problemi, fenomenolojik öznenin tümden soyutlanmış saltık varoluşu nedeniyle "idealizm"in ufkuyla kuşatılmış atmosferine yönelmeden ve yani öz diye anılanı gerçeklikten/somut dünyanın gerçekliğinden koparmadan ortaya koyabilmiş ve şeylere ilişkin bilginin şeyin imgeleştirilmesi olarak birer doxa (iz) olmasının anlamını yeniden Platoncu idea ile bütünleştirmiş ve böylece içgörü aracılığıyla erişilebilecek ideaların bilgisi olarak episteme ile doxa ilişkisinde bilgi nesnesine değil, bilme aracı ve bilen özneye odaklanmak gerektiğini göstermiştir. Bergson'un öğrettiği ilham verici metafizik, maddenin mi bilinci yoksa bilincin mi maddeyi biçimlendirip tasarladığı gibi yüzeysel bir sorunun "temelden" yanlış olduğunu göstermenin en sade yolu olarak maddeyi -bilinç ile ilişkisi dolayımının başına ya da sonuna yerleştirmek yerine, bir imge olarak inceler ve bu suretle maddenin varoluşundan önce saf algı veya anı olarak onu soğurma şeklinde iki bakışa odaklanır. Bu itibarla Bergson'u, Platonculuğun -ortodoks dinî yorumlarla yozlaşmış tekrarlarından ve maddeci açıklamaların indirgemeci saptırmalarından kurtarıcı, bir ihya edici olarak okumak -en azından yöntemini takip etmek vesilesiyle Platon'un kavramlarını yeryüzüyle temas ettirebilmenin bir imkânı gibi gözükmektedir.
Bu nokta, büyüklüğü teslim edilmekle birlikte Waldenfels'in deyişiyle ne kadarının kendisine ne kadarının hocası Husserl'e ait olduğunu kestirmenin güç olduğu Heidegger'in felsefesine ilişkin menfî bakışımızın da tecessüm ettiği yerdir. Sadece ona değil, metafiziğin, idealizmin ele avuca gelmez kurgularında köklenip yeşerdiği bir spekülasyon ormanına dönüşmesinde katkısı olan her söyleme olduğu hâliyle yöneltilebilecek eleştirisinde Adorno'nun -Nietzsche'nin "Arza sadakat gerekir" öğüdüne sımsıkı tutunurcasına, mesken sorunu gibi yaşamsal meselelerin soyut bir öze indirgenerek görünmez hâle getirildiğinden hareketle onların yeniden üretim koşullarını anlama ihtiyacına vurgusu ile Husserl eleştirisinde yazdıkları, real-ideal ikiliği içindeki bakışın açmaz ve boğuntusunu mükemmel bir şekilde tasvir eder: "Dünyayı olgusala ya da öze indirgemeye çalışan her kim olursa, kendisini bir şekilde kendi saç örgülerine tutunup bataklıktan çıkarmaya çalışan Münchhausen'ın durumunda bulur." (Husserl ve İdealizm Problemi)

28 Ocak 2016 Perşembe

Bilgi ve Belirlenmişlik Sorunu: Modern Bilimin Dinsel Karakteri

"Evrenselcilikte bir aldatmaca vardır. Evrenselcilik, serbestçe dolaşan bir ideoloji olarak değil, tarihsel kapitalizmin dünya sisteminde iktisadi ve siyasal iktidarı elinde tutanlar tarafından yayılan bir ideoloji olarak yol almıştır. Dünyaya, güçlünün zayıfa bir armağanı gibi sunulmuştur. Timeo Danaos et dona ferentes!* (Yunanlılardan armağan getirdikleri zaman da korkarım)."

Immanuel Wallerstein, Tarihsel Kapitalizm

Foucault, Bilginin Arkeolojisi'nde gelişme ve evrim fikrine dair ilgimizi çeken bir şey söyler: "(...) dağınık olayların bir ard arda gelişini yeniden bir araya toplamak, onları bir ve aynı düzenleyici ilkeye bağlamak (...) zamanı esere egemen kılmak imkânı verir." Bu fikrin zamanı esere ya da çağı ortaya çıkarılana veya tarihi fenomenlere egemen kılma temeli, "Gelen-ek" biçiminde kavranan bir olgusal süreklilik fikrinden beslenmek yönünden Marksist yapısalcılığın tarih okumasını da görünür kılar: Tarihin bir bütün ya da yapı olarak varoluşu, ona anlamını veren toplum biçiminin içinde yer alan güçlerin yarattıkları dinamizme bağlıdır; tarihin sınıf savaşımlarının üzerinden okunması sadece ilerleyen bir bilinç fikrine (evrime) değil, bu zamansallığın belirli bir olgu etrafında (sınıflı toplum) biçimlenmesi olarak tarihin sabitlenmesine de ulaştığı görülür. Bu sabitleme işi tarihin mutlaklaştırılması demek olduğu için bugünün de dahil olduğu tüm zamanın aynı boya ile -belirli bir olgunun genişleyip saçılmasıyla, boyanması sonucunu kendiliğinden getirir ki deterministik yönü itibariyle Hegel'in teleolojik/amaçsal açıklamasının bir türeviyle karşılaşırız. İnsanın ve hayatın anlamı, tarihin yöneldiği komünist tinselliğin normlaştırılması üzerinden yapılandırılarak değersizleştirilir burada: Sözkonu norm vasıtasıyla insan-lık (kurumu) insandan, geleceği içkin tarih şimdiki ândan ve yani yapının birime önceliği anlamında düzenlilik fikrinin (ideal) gerçeklikten üstünlüğünü ürettiği bir hiyerarşiyi de meşrûlaştırır. İdeal olanın normlaştırılması, gerçekliğin bu norma göre daha aşağıda görülmesi tinselliğe ilişkin söylemlerin doğru (normal) kabul edilerek oldukları gibi içselleştirilmelerini gerektirir. Bu durum elbette -bürokratik ağ ve askerî yapılanmayı içinde buharlaştıran devlet, sınıf ya da toplum gibi soyutlukların şeyleştirilerek yüceltilmelerine de imkân tanımaktadır. Bu anlamda Marksist ideolojinin kendisinin de bir "yanlış bilinç" ürettiği sonucu ortaya çıkar: Bu yanlış bilinç, fikirsel olarak teklifinin kötü olduğu anlamında değil, tarihin yöneldiği mutlak anlamı ifade eden idealist/ideolojik söylemin gerçekliği değersizleştirmesi anlamındadır.

Bu sonuç Alman İdeolojisi'ndeki burjuvaziye yönelik eleştiriyle de tasdik edilecektir: "Gerçekten de, kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf, kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarını toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı olarak göstermek zorundadır, ya da şeyleri fikir planında açıklamak istersek: bu sınıf, kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermek ve onları tek, mantıklı ve evrensel olarak geçerli düşünceler olarak göstermek zorundadır." Burada Marx ve Engels'in burjuvazinin ya da aristokrasinin kendi çıkarlarına hizmet ettiği için tek gerçeklik olarak dayattıkları fikirler (ideoloji) eleştirisi, aynı zamanda gerçekliğin dayatılabilmesinin aracı olarak "bir norm olarak evrenselliğe" müracaat edildiği fikrini de içermektedir ki aristokrasiye karşı Fransız burjuvazisini bu yönden örneklerler. Çıkarım şudur: Daha geniş bir toplumsal tabana dayanan sınıf doğal olarak daha evrenseldir.

31 Temmuz 2014 Perşembe

Modern Zamanlar’ın Kulluk Pratiği: Eski İbâdet, Yeni Din


Sanatın, doğası icabı olgusal gerçekliği zamana ya da mekâna bağlı olmaksızın kendinde taşıyabildiğini gözlemlemek daima mümkündür: İnsan, çevre, toplum değişse bile yüzlerce yıldan bugüne uzanan bir sanat eserinde gerçekliği tecrübe etmek olanağı hep vardır. Bu gerçeklik bazan en saf hâliyle Hakikat’e bir işaret, bazan kâinata dair bir bilgi, bazan dünya üzerinde yaşananlara dair tekerrürün bir “öngürü”sü olabilir. Ancak her halükârda, değişen kabuk ve yapraklara rağmen değişmeyen çekirdeğin sanatın dilinde daima yeniden hayat bulması, tıpkı yaradılış gibi sanatın da, insan olsa da olmasa da devam edeceğinin bir göstergesidir. Binlerce yıldır duran bir mimarî yapı, üzerinden asırları geçirmiş bir duvar resmi, hâlâ sesi olan bir beste ya da asırlardır anlatılagelen bir hikâye; sadece sanatçının değil, onun içinden çıktığı, dilini taşıdığı toplumu bile aşmış, insan olmaya ilişkin müşterek bilincin sessiz kelimeleri olarak kurucu kodlarından birisine dönüşmüş olabilir. Çünkü sanatın doğası yaradılışın doğasının –bir taklidi değilse de- devamıdır. Sanatsal imin umudunu taşıyan sanatçının gözlerinde varlığın kendinden başkasının tasarrufu olmadığından bazan kınansalar, bazan susturulsalar, bazan öldürülseler de aktardıkları sessiz bilgi bir zaman sonra zihnen sindirilmiştir: Günlük hesaplar, menfaatler, ekonomi, siyaset ya da pazarlık ve uzlaşma konusu olabilen diğer şeyler bu zamanı sadece geciktirmişlerdir.

Bunun kehânetle veya tesadüfle ilgisinden çok, sanatın kurallarının yaratmanın kurallarıyla yani kâinatın düzeniyle ilgisi olduğu gerçeği, bazı yüzeysel değişimlere rağmen toplumların temel karakteristiğinin de sanatın dilinde yansıtılabildiğini göstermektedir. Odysseia’da insan doğasının kaypak yüzü, Gılgameş’de onun dünyayı biçimlendirebilecek güçlü ihtirasları, Mısır ya da Çin piramitlerinde toplumu hizalayan dengeleri, Ayasofya’da acziyetini, Hind masalında ya da İslâm minyatüründe metafizik doğasını ve hiyerarşisini müşahede etmek imkânı daima vardır. Modern sanat, sanki tüm bunlara ilgisizmiş gibi görünse de tıpkı diğerleri gibi toplumsal bir ürün olmaklığıyla benzer bir vasfı –en azından bir halk şiiri kadar işlevsel biçimde- taşımaktadır: Biçimsel olarak da modern dönemlerde ortaya çıkmış sinema ya da roman, geleneksel özü taşımayan ama öyleymiş gibi görünen bugünün eserlerine nazaran çok daha fazla bilgiyi içselleştirmiş olarak taşımaktadır.

Bu noktadan değerlendirdiğimizde insana ait sırları taşıyan bu “eski” eserlerde olduğu gibi sanat dilini yitirme tehlikesine uzanırken bile hâlâ “yeni” görünümleriyle de aktarıma devam etmektedir. Ne var ki yaratmanın bir tekrar değil yeni bir şey olduğu fikrinin yaygınlık ölçüsünce bunu yaptıkları için, kendi zamanlarında değerlendirilmeleri de nâdir bir durum teşkil etmektedir. Öyle ki bu bilgilerin tarihsel mevcudiyeti ile bugünkü görünümü arasındaki biçimsel dönüşümden haberdâr olmayanlarca insanın sırları ortalığa saçılmış hissi uyandırılmakta veya eski olanı küçümseme refleksiyle bu aktarıma anlam dahi verilememektedir…

10 Temmuz 2014 Perşembe

Devrim Üzerine Fikirler


“Devrim” kelimesi işitildiği zaman yaygın olarak şiddet, savaş, yıkım gibi çağrışımlar uyandırır; bunun tarihe bağlı sebebi, geçmişte yaşanmış bir takım yıkım olaylarının devrim diye adlandırılması olduğu kadar aktüel olarak da devrimci bir mücadeleden söz edildiğinde hemen her zaman şiddete yaslanılarak bir anlam inşa edilmesidir. Türkçede “devrim” kelimesi cumhuriyetten sonra icat edilmiş ve Avrupa dillerindeki “revolution” ifadesini karşılayan “ihtilâl” ve “inkılap” kelimelerinin ikisini birden içerecek şekilde teklif edilmiştir. Kavrama çoklukla müracaat eden sol dünyanın ulus devlet projesine sempatisi ve buna bağlı olarak Arabî ve Farsî birikimi “geri”de bırakma eğilimi, kelimenin dile yerleşmesinde önemli bir etken gibi gözükmektedir. Devirmek fiili ile ilişkilendirilerek türetilen devrim, siyasal alanda da bu yönüyle öne çıkmıştır. Buna karşın Avrupa’da daha eskiden de kullanılan ancak Fransız İhtilâli sonrasında (1797) yıldızı parlayan “revolution” gök cisimlerinin dönmesi, deveranı anlamından türetilmiştir. Sözcüğün astronomik anlamı, döngüsellik içermesi bakımından biraz Avrupa düşünce geleneğinin süreklilik fikriyle ilgili gözükür. Toplumsal olaylarda ya da siyasal anlamda kullanımıysa (17.yy) eğretileme ile olmuştur.

Türkçede inkılap kelimesinin de taşıdığı “alt üst olma, dönüşme” fikri ile karşılaştırıldığında toplumsal ve tarihî birikime bağlı olarak çok da yakın sayılmayacak iki farklı kavrayış olduğu değerlendirilebilir: Politik anlamının dışında popülist anlamı sözü edilen değişimin niteliğine karşı ilgisizdir. Devrim, bir nitelik değişimini teklif etmesi açısından öze, esasa ilişkin bir anlam taşırken örneğin 1923 cumhuriyet tecrübesi yaygın olarak bir devrim diye değerlendirilmez fakat Türkçedeki değişimin kendisi de bazen "dil devrimi" diye adlandırılabilmektedir. Bu durumu göz ardı edip, biraz daha tutarlı bir çerçeve oluşturmak maksadıyla “devrim” kelimesini bugünkü siyasî dünya açısından daha kullanışlı ve popüler yapan Marksist literatürün tasnifine başvurulabilir. Devrimi siyaseten öncelikli bir mesele olarak ele alan Marksizm’de kavram nitel bir değer taşır. Marx için toplumların esas, gerçek yapısını içeren ekonomik düzen değişmedikçe bir devrimden söz etme olanağı yoktur. Toplumsal yapıyı altyapı ve üstyapı olarak bölen Marx için devlet biçimi, kültür, hukuk gibi değerleri içeren üstyapı, altyapının (üretim tarzı) bir neticesi olarak belirdiği için tepede yapılacak düzenlemeler nicel anlam taşıyacaklarından dolayı ancak bir evrime işaret edebilirler. Bu yönden bakıldığında 1789 süreci, toprak rejiminin değiştirilmesi, aristokrat sınıfın tasfiyesi ve mülkiyete ilişkin radikal kararlar içermesi itibariyle devrimsel bir süreç olarak görülür. Ki Marksizm açısından kapitalist olmayan üretim tarzının kapitalizme doğru her nitel değişimi bir devrimdir; sosyalist devrimin nesnel şartlarının oluşması için öncelikle kapitalizme yönelik bir üretim biçimi ihdas edilmelidir ki bunun imkânını da ancak bir burjuva demokrasisi sağlayabilir.

6 Aralık 2011 Salı

Cemil Meriç’in Düşünceye Uzanışı: Saint-Simon*

 ”On beş gündür kuru ekmek yiyorum. Odamda ateş yok. Kitabımın kopya masraflarını karşılamak için elbiselerimi de sattım. İlim aşkı, insanlığı mutluluğa kavuşturmak, Avrupa’yı buhrandan kurtarmak arzusu beni bu hale düşürdü. Niçin yüzüm kızarsın, eserimi tamlamak için yardım istiyorum…”

Çaresizlik içinde yazılmış bu satırlar fakirlikten boğulan bir mütefekkirin, Saint-Simon’un kalemindendir. Ömrünü adadığı fikirlerini, yazılarını, kitaplarını bastırmak için çabalamış durmuştur. Tıpkı, Türkiye’de bir asır daha yazılmayacağına inandığı bu düşünürü anlatma ihtiyacı hisseden Cemil Meriç’in uğraşları gibi. O da kitabını yayımlayabilmek için benzer sıkıntılar yaşar: Ümit Meriç’ten öğrendiğimize göre kimse kitabı basmak istemez, kendisi bastırmaya niyetlenir, sonra Vedat Günyol talip olur, dili tırpanlar, üslûbu yok eder, epeyi uğraşır velhasıl…