Ranciére etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ranciére etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mayıs 2016 Pazar

Şehrin Namusu: Nomos, Zanaat ve Meslekler Problemi

"İşçinin erdemine dayalı bir sınıf bilinci grotesk bir hayaldir. 'Yapmak' olmayı belirlemez, pekâlâ tam tersi. Proleter yapacak bir tek şeyi olandır -devrim- ve ne olduğuna bağlı olarak bunu yapmadan edemeyecek olandır. Zira ne olduğuna bakarsak, tüm sıfatların yitimi, olma ile olmamanın (être et non-être) özdeşliğidir. Ama Mantık'ın boş özdeşliği değil, emek okulundan, yani emekçinin hiçbir şey’i ile zenginliğin her şey'i arasındaki karşıtlıktan geçmiş özdeşlik."
J. Ranciére, Filozof ve Yoksulları

"Bir çoban, bir sığırtmaç, bir at yetiştiricisi, ya da bunun gibi bir hayvan bakıcısı sürüsünü ele aldığında ilk olarak her bir hayvan topluluğuna uygun düşen ayıklamayı yapmadıkça, sürüyle ilgilenmeye girişmeyecektir; sağlıklılarla hastalıklıları, iyi cinslilerle cinsi bozulmuşları seçerek, kimini başka sürülere gönderecek, kimini alıkoyacaktır... Öteki canlılara gösterilecek özen o kadar önemli değildir ve yalnızca temellendirmemiz için örnek olması açısından bir değeri var; ama insanlar söz konusu olunca, yasa koyucu ayıklama ve bütün öteki eylemler açısından herkese uygun olanı araştırmak ve açıklamak için en büyük özeni göstermelidir."
Platon, Yasalar

-Platon'dan Ranciére'e Problem İçin Bir Giriş

Şeyleri, onlara ilişkin bilgi nesnesiyle özdeşleştirme ve bu eğilimin bir uzantısı olarak ikilikçi bir bakışla öz ve araz arasında bir zıtlık veya hariçtelik üretme alışkanlığı, düşüncenin temelinde konumlanma marifetiyle -ayrı bir yerde Varoluşçu felsefe üzerine değinilerde de işâret edildiği üzere, fikirsel tüm çıkarımları derinden etkilemektedir: Esasen geleneksel öğretilerin bilgi anlayışlarıyla da kıyaslanan Bergson'un içgörü kavramı bu problemi, fenomenolojik öznenin tümden soyutlanmış saltık varoluşu nedeniyle "idealizm"in ufkuyla kuşatılmış atmosferine yönelmeden ve yani öz diye anılanı gerçeklikten/somut dünyanın gerçekliğinden koparmadan ortaya koyabilmiş ve şeylere ilişkin bilginin şeyin imgeleştirilmesi olarak birer doxa (iz) olmasının anlamını yeniden Platoncu idea ile bütünleştirmiş ve böylece içgörü aracılığıyla erişilebilecek ideaların bilgisi olarak episteme ile doxa ilişkisinde bilgi nesnesine değil, bilme aracı ve bilen özneye odaklanmak gerektiğini göstermiştir. Bergson'un öğrettiği ilham verici metafizik, maddenin mi bilinci yoksa bilincin mi maddeyi biçimlendirip tasarladığı gibi yüzeysel bir sorunun "temelden" yanlış olduğunu göstermenin en sade yolu olarak maddeyi -bilinç ile ilişkisi dolayımının başına ya da sonuna yerleştirmek yerine, bir imge olarak inceler ve bu suretle maddenin varoluşundan önce saf algı veya anı olarak onu soğurma şeklinde iki bakışa odaklanır. Bu itibarla Bergson'u, Platonculuğun -ortodoks dinî yorumlarla yozlaşmış tekrarlarından ve maddeci açıklamaların indirgemeci saptırmalarından kurtarıcı, bir ihya edici olarak okumak -en azından yöntemini takip etmek vesilesiyle Platon'un kavramlarını yeryüzüyle temas ettirebilmenin bir imkânı gibi gözükmektedir.
Bu nokta, büyüklüğü teslim edilmekle birlikte Waldenfels'in deyişiyle ne kadarının kendisine ne kadarının hocası Husserl'e ait olduğunu kestirmenin güç olduğu Heidegger'in felsefesine ilişkin menfî bakışımızın da tecessüm ettiği yerdir. Sadece ona değil, metafiziğin, idealizmin ele avuca gelmez kurgularında köklenip yeşerdiği bir spekülasyon ormanına dönüşmesinde katkısı olan her söyleme olduğu hâliyle yöneltilebilecek eleştirisinde Adorno'nun -Nietzsche'nin "Arza sadakat gerekir" öğüdüne sımsıkı tutunurcasına, mesken sorunu gibi yaşamsal meselelerin soyut bir öze indirgenerek görünmez hâle getirildiğinden hareketle onların yeniden üretim koşullarını anlama ihtiyacına vurgusu ile Husserl eleştirisinde yazdıkları, real-ideal ikiliği içindeki bakışın açmaz ve boğuntusunu mükemmel bir şekilde tasvir eder: "Dünyayı olgusala ya da öze indirgemeye çalışan her kim olursa, kendisini bir şekilde kendi saç örgülerine tutunup bataklıktan çıkarmaya çalışan Münchhausen'ın durumunda bulur." (Husserl ve İdealizm Problemi)

15 Ocak 2015 Perşembe

Yeniden Demokrasi Nefretine Doğru


İdealize edilmiş bir burjuva değer sistemi olarak demokrasi, eleştirel bakışın güçlenebildiği ölçüde modernlik ve kapitalizmin tamamlayanı biçiminde değerlendirilmektedir. Bu yapılmadığı takdirde İslâm'ın teklifinin demokrasiye indirgenmesi ya da toplumsal her sorunun ilacı gibi sunulmasının önüne geçilemeyecektir. Tarihsel olarak demokrasi tecrübeleri faklı açılardan eleştirilirken aslında birbirinden farklı demokrasilerden söz edildiği de dikkate alınınca mevcut dünya sisteminin demokratikleşmeye verdiği önemin sebebi de görülebilir hâle gelmektedir. Çünkü demokrasi, modernliğin tüm kurumları için en uygun işletim sistemidir.

Bu aslında açık bir zaaf var eder. Ama sürekli üstü örtülmek istenmektedir ve örtülmektedir. Demokrasi Nefreti kitabında Ranciére, demokrasinin bu zaaflarını tartışırken demokrasi eleştirilerini üç yönden ele alır; ikisi tarihî olarak gerçekleşmiş, birisi de hâlâ devam etmektedir. İlk olarak demokrasi nefreti bu sistemin icat edildiği Yunan'da ortaya çıkmıştır: Çokluğun oybirliğiyle karar almasını korkutucu bulan ilk eleştirmenler demokrasiden çirkin bir şey olarak söz ederler. Ki bu çokluk toprak sahibi erkeklerden müteşekkildir. -Bugün de vahiy yoluyla gelen kutsal yasanın siyaseten tek meşru temel olduğunu düşünenler de temelde bu tezi savunmaktalar. Yunan tecrübesinde Platon'un Devlet üzerinden yürüttüğü ilk eleştiriler biraz da hocası Sokrates ile ilgili olmakla beraber felsefî bakıştan azade sayılamaz. Başka kentler katılmışsalar da Atina ile Sparta arasında kristalize olan Peloponez Savaşı ile Atina'daki demokrasi yıkılarak yerine "daha" oligarşik karakterli Otuz Tiran rejimi kurulmuştur. Bir yıl sonra yeniden demokrasi tesis edilince, tiran rejimini savunan ve demokrasiyi aşağılayan Sokrates idam edilmiştir. Platon, esasen devlet eliyle işlenen siyasî cinayete kurban giden hocasının yolunu izleyerek demokrasinin iktisadî güce karşı zaaflarının yerine Sparta'nın toplumu kurucu rejimini makulleştirmiştir. İkinci olaraksa Marx tarafından sistemleştirilen bir demokrasi eleştirisi vardır ki bu da ekonomi-politik pencereden bakar: Biçimsel demokrasinin kurumları, hâkim sınıfın iktidarını sağlamlaştırmak için kullandığı araçlardan ibarettir. Bu yönden modern demokrasi, burjuvazinin devleti bir tahakküm aracı olarak kullanmasından başka bir şey değildir.

Ranciére, günümüzde canlanan demokrasi nefretini bu iki tarihî eleştiriden ayırarak her ikisinden de devşirdiği öğelerle ortaya çıkan üçüncü bir karakter taşıdığını söyler. Bu yeni nefret biçiminin temel karakteri eleştirinin, demokrasinin olgun meyvelerini tüketen ülkeler içinde gelişmesidir. Demokrasi eleştirisini üretenler, kendilerini demokrasiyle özdeşleştiren ülkelerin entelektüelleridir. Ranciére'e göre bu kesim için esas sorun aslında demokrasinin kendisinde değil, demokrasi ile iktidarı somutlaşan halkta ve onların âdetlerindedir. Bu yönden eleştirilerinin gerçek hedefi demokrasiden çok demokrasi ile iktidara gelmiş olan yozlaşmış yönetimlerdir. Bu durum bir uygarlık bunalımı olarak ele alınarak "demokratik uygarlığın sürüklendiği felaketi önleyen" iyi bir demokrasinin olmamasından yakınma biçiminde özetlenebilir.

Farklılıklara saygı, çokkültürlülük, evrenselcilik gibi konularda demokrasiyi önemseyen ama bütün kötülüklerin başı olarak da ABD'yi sürekli eleştiren bu kesimin bir ikilem içinde olduğunu ileri sürer yazar: Aynı ABD, dünyanın bir yerine silahların gücüyle demokrasi götürmek istediğinde ilk alkışlayanlar da onlardır. Arap Baharı diye adlandırılan süreçte "Ortadoğu'da Demokrasi Yükseliyor" biçiminde kurulan algı ile diktatörlüklerin yıkılmasının, demokrasinin bir zaferi gibi sunulduğuna dikkat çeker. -Tıpkı 1945'te Amerikan uçaklarının Berlin'i bombalaması ve özgür dünyanın tanklarının şehre girmesi gibi. Aslında orada görülen şey, demokrasi eksikliği ya da diktatörlük değil, serbest piyasanın çalışmasına engel olan ekonomik modellerdir. Arap Baharı sayesinde bu ülkelerin pazarları da küresel entegrasyona yöneltilmişlerdir nihayetinde.