29 Temmuz 2015 Çarşamba

İbn Haldun Hakkında Bazı Değerlendirmeler


İslâm coğrafyası içerisinde tek hatlı bir inanç ve düşünce çizgisinin olmadığının en önemli örneği İbn Haldun'dur demek mümkündür. Yaşadığı dönemde kendisinden önce yapılan tarih çalışmalarının büyük ölçüde safsata olduğunu tespit ederek geliştirdiği tarih felsefesi ile olayları dış ve iç sebeplerine dayanarak sınarken mukallit tarihçilerin birbirlerinden kopyaladıkları rivayetlere itibar etmez. Osmanlı aydınları arasında -Naima gibi- İbn Haldun’un tarih felsefesi kısmen çalışılmıştır. Ancak ardından bir ekol ortaya çıktığı söylenemez. -Ki Abdülhamid (II) zamanında da Mukaddime sakıncalı bulunduğu için yasaklanmıştır. Genel olarak Müslüman bilim ve düşünce adamları, onun yapmaya çalıştığı şeyi pek anlamış gözükmemektedir. Bugün dahi İbn Haldun sadece belirli bir yönden bir tür kültür değeri olarak ancak kabul görmekte ya da ne dediği pek bilinmeden ismi anılıp geçilmektedir.

İbn Haldun’un modern dönemde tarihî materyalizm ile ifade edilen yönteme yakın bir metodolojisi olduğu genelde kabul edilir. Ancak bu yöntemin sağlıklı anlaşılması için materyalizmin de uygun bir biçimde değerlendirilmesine ihtiyaç vardır. Kendisinden önce “hep Vücud ile meşgul olunduğu ama mevcuda bakılmadığı” eleştirisi getirerek toplumsallığın metafiziğin bilinmezliği ekseninde tartışılmasını aşması önemlidir. Metafiziği inkâr etmese de bir bilim olarak ele alınamayacağını, fakat onun -ve hikmetin- maddî dünya içindeki karşılığının bulunması gerektiğini değerlendirir. Buradaki kastı, insan aklının ve düşüncesinin sınırı ile metafiziksel bir nedensellik ilişkisinin kavranamayacağıdır. (Çilingir,2009:97-98) Ki hikmeti, gökten inen bir şey olarak değil ir değerlendirme olarak anlamaya çalışır. Bu sebeple İbn Haldun’un dini önemsemediğini söylemek onu hiç anlamamak demek olacaktır. Öyle ki Mukaddime, tezlerini ayet ve hadislerle delillendirerek Kur’ân’ın siyasî, sosyal, ekonomik, tarihî açılardan tefsiri olma niteliğine sahip görülmüştür. Çözümlemesinde ekonomi, asabiyet, devlet, ahlâk ve din hep iç içe olmakla beraber en önemli etken her zaman için din olmuştur. (Okumuş,2009:52-58) “Bu ilimle uğraşan hiç olmamıştır” diyerek yeni bir ilim kurduğunun farkında olarak insan topluluklarını ilm-i umran ile inceler. Modern dönemde disiplinleştirilen sosyoloji ve tarih felsefesinin metodolojisi için öncü bir çalışma olarak kabul edilen Mukaddime'de siyaset bilimi ve felsefesi, iktisat, coğrafya, tarih gibi birçok alana müracaat eder. Temel meselesi de toplum yaşamını oluşturan yasaları tespit edebilmektir. Bu temelde toplumsal yaşamı/umranı, maddî ihtiyaçları gidermek için örgütlenmiş bir üretim faaliyeti olarak görür ve ekonomik faaliyeti sosyal dünyanın merkezine alır: Topluluklar arasındaki farklılığın sebebinin toplulukların geçim yolları arasındaki farklılıklar olduğunu yazar ve iklim ve coğrafyanın insan tabiatı ve siyaseti ile tüm sosyal yapılanmasındaki etkinliğini değerlendirir.

İbn Haldun, kendisinden önce sıkça yapıldığı gibi ideal olanla değil mevcut yapılanmalarla ilgilenir. Filozofların “insan, tabiatı icabı medenidir” sözlerini aktararak, insanî birlikteliğin zaruretini öne alır. Bu söz İslâm filozoflarının takip ettikleri Aristoteles’in “insan, doğası gereği bir yurttaş/politik varlıktır” sözünün bir uyarlamasıdır. İnsanın bir başına doğal ya da zarurî ihtiyaçlarını karşılamayacağını yazarken bu ihtiyaçlar çerçevesinde maişetin karşılanması için işbölümü gerçeğine vurgu yapar. Bu vurgu tabiat içerisinde türün kendini savunmasının farklı meslek ve sanatlara sahip insanları gerektirmesiyle ilgili olarak umranı ve toplumu bir organizasyon biçiminde anladığını da gösterir. Fârâbî’nin şehir etrafında topluluğun oluşumunu açıklamasında sosyal oluşumu Platon’un manevî olandan maddî düzeye inen bir piramit gibi tasvir ettiği ve reislik/başkanlık iradesini ve gücünü dikkate aldığı hatırlanırsa İbn Haldun'un bundan tamamen uzakta, meseleye olgulardan çıkarılmış bir işbölümü gözüyle baktığı görülebilir. Arap/İslâm toplumlarındaki mevcut düzenleri incelemesinin bir neticesi olarak da sosyal yapılanmada tek bir hat değil farklı motivasyon ve metodlara sahip ideolojik yönelişlerin bulunduğunu gösterir. (İdeoloji sonradan icat edilmiş bir kavramsa da İbn Haldun'un mülkiyeti açıkladığı asabiyete yüklediği anlam ve farklı asabiyet türlerinin mevcudiyetini göstermesi ve tagallüp kavramı bu yönde kaba bir değerlendirmeye izin verebilecek niteliktedir.)

Ondan önceki meşhur üç İslâm filozofu Fârâbî, İbn Sina ve özellikle İbn Rüşd, mülk ve devlet düzenini açıklamak için bir şart olarak nübüvvete başvurmuşlar ve şeriat olmadan devletin olamayacağını yazmışlardır. (Uludağ,2012:216) Özü itibariyle akıl ve vahiy arasındaki ilişkiyi merkeze alarak yola çıkan filozoflar, özellikle Platon ve Aristoteles’in felsefelerini İslâmî bir yorumla geliştirip birleştirmeye çalışırlarken bir model olarak erdemli toplum anlayışına müracaat etmişler, düşüncelerini ontololojik/metafizik temelde kurmuşlardır. “İbni Haldun’un ileride çok iyi bir şekilde yakalayacağı üzere Fârâbî –ve daha sonra onu takiben İbni Sina, İbn Rüşd- peygamberlik ve vahyi, daha ziyade toplumsal-siyasî işlevinde anlamaya çalışmakta, peygamberleri birer ‘kanun koyucu’ya (al-şâri‘), onların getirmiş oldukları vahiyleri ise ‘pratik felsefe’nin karşılığı olacak bir şeye, ahlakî-toplumsal-siyasî kanun ve kurallara indirgemek istemektedir. Bu özellik veya görüntüsünde peygamber ve vahiyle filozof ve onun ideal toplumu için vaz ettiği kanunlar birbirleriyle birleşmekte ve adeta birbirlerine dönüşmektedir.” (Arslan,2009:248)

İbn Haldun, toplumlar üzerindeki hüküm gücünün Allah tarafından iletilmiş bir şeriata dayandığı konusunu tartışır ve şeriat olmaksızın toplumsal yaşamın olmayacağı yaklaşımını reddeder. Ona göre toplumsal varlık ve insan bazan bu hüküm olmaksızın da var olabilmektedir.Şeriat ve nüüvvet bir zorunululuk değil fakat imkândır. Hatta dünya üzerinde ehl-i kitabın Mecusî ve putperestlere nispetle daha az olduklarını bu çerçevede vurgular: “[G]ayr-i Müslimlerin dünyadaki nüfusun çoğunluğunu teşkil ettiği muhakkak olmakla beraber, bunların yaşayabilmeleri bir yana, devletleri ve (medenî) eserleri de mevcut olmuştur.” (İbn Haldun,2012:215) Bu sözlerden, düşünürün ileri sürdükleri hakkında asıl anlaşılması gerekenin “peygamberlik ve Şeriat[ın], toplumsal hayatın, umrânın var olması için varlıkları ‘zorunlu’ olan şeyler(…) [olmadığı], sadece ve sadece tarihte ve umrânda ortaya çıkmaları ‘mümkün’ olan ve fiilen de ‘ortaya çıkmış olan’ şeyler.” olduğu söylenebilir. (Arslan,2009:143) İbn Haldun bu konuda zorunluluk olduğuna dair söyleme itiraz etmektedir, ancak kanunların belirlenmesini, ortaya çıkarılışını ve icrasını salt dinî bir koşul olarak ele almasa da toplumun siyaset ihtiyacını, yönetimini ve hukukunu olumlar. Yani onun filozoflara eleştirisinin özünde, kanun koyucunun kim olduğu meselesi değil kanunun niteliği ve meşruiyeti vardır. “Ona göre devlet tanrısal kökenli bir kurum değildir. Devlet, insan doğasının belirli özelliklerinden kaynaklanan, toplumsal yasalara göre açıklanabilen bir örgütlenmedir. Devleti akıl ile kavrayabilir ve temellendirebiliriz.” (Uygun,2008:99)

İbn Haldun’un insan topluluklarına dair çözümlemesinin temel kavramı “asabiyet”tir: Asab lafzının vücuttaki sinirleri işaret etmesi gibi, asabiyet de toplumun bütününü birbirine bağlayan bir işlev görür. “Asabiyetin en büyük hususiyeti kabile ve cemaatı teşkil eden fertler arasında kuvvetli bir birlik, sağlam bir dayanışma, sürekli bir yardımlaşma ve tabiattan gelen bir koruma hissi, şuuru ve inancıdır.” (a.g.e.:96) İbn Haldun, asabiyeti manevî ve soyut bir (Çilingir,2009:113) bir şemaya taşıyarak “özünde toplumsal bir olayı, yani toplumsallığı açıklamak üzere sosyolojik bir kavram olarak” belirler. “Asabiye, büyük ya da küçük toplumsal birimde onların üyelerini birbirlerine yaklaştıran, bu üyelere ‘biz’ bilinci veren, dolayısı ile toplumu mümkün kılan bir ilkedir.” (Arslan,1999:111) Asabiyetin bir savunma duygusu içerdiği ve iktisadî bir zeminde geliştiği söylenebilir ki kendisi asabiyetin nihaî gayesinin mülk/devlet olduğunu dile getirirken bu zeminden hareket eder. İbn Haldun, toplumsallığın tüm boyutlarını iktisadî yapısı –ki umranın bedevî ve hadarî oluşunu belirleyen işbölümü ve üretim tarzı (geçim yoludur)- ve savunma temelinde ele alarak inceler. Bu sebeple toplumsallığın varlığını muhafaza edebilmesinin şartı asabiyetin gelişmesidir.

Batseva, “otoritenin varlığını ve bütün işlevlerini eninde sonunda bir şeye, özel mülkiyetin savunulmasına indirgemiştir” dediği İbn Haldun’un devletten beklentilerini özetle şöyle sıralar: Mülkün korunması, vergilerin ılımlılığı, üretim ve ticarette devlet tekelciliği yerine serbestlik getirilmesi, toprak bütünlüğü (merkezîleşme), köleliğin kaldırılması, barışçıllık. (Batseva,1999:25-26) Esasen İbn Haldun’un devlete ilişkin bu beklentilerinin temeline inildiğinde onun, özel mülkiyeti meşrulaştırmak gibi bir gayreti olmasından ötede kent ekonomisinin ortaya çıkışının gerekliliği yahut devamlılığına dair bir yaklaşımı söz konusudur. Avrupa'da XIV-XV. yüzyıllarda tecrübe edileceği üzere bu durum devleti güçlendirecek ve asabiyetin korunmasına imkân tanıyacaktır. Aksi takdirde mülkiyet ve emeğin değersizleşmesi sebebiyle halkın devlete bağlılığı yok olacak, gayr-ı meşruluk artacaktır. Bu yönüyle vurgulanmalıdır ki İbn Haldun’a göre siyasî olayların ve devletin esasını da asabiyet teşkil etmekte ve içtimaî hadiseler bu yörüngede anlam kazanmaktadır. (Uludağ,2012:97) İbn Haldun, yine bir çatışma olarak ele aldığı siyasetin gereği ve uygulayıcısı olarak riyasetin de sadece tahakküm ile ve onunsa sadece asabiyet ile mümkün olduğunu yazar. “Zira bir topluluk üzerindeki riyaset, bir tek kütükten, belli bir aileden gelir.” (İbn Haldun,2012:339)

Buradan asabiyetin nihaî gâyesinin mülk olduğu sonucuna ulaşan İbn Haldun, toplumun oluşması hususunda toplumsal düzen ihtiyacının gidericisi olan kanunu uygulayacak otoriteye ihtiyacı yineler: Sulta ve hâkimin, söz konusu asabiyetle diğerlerine gâlip gelmesi kesin bir ihtiyaçtır. Bunu “tagallüp mülktür” sözüyle açıklanır. Mülk bu yönden, zorlayıcılık imkânı bulunmayan riyasetten/liderlikten fazla ve onun ötesinde bir şeydir. İbn Haldun, riyaseti bedevî yapılanmanın bir gereği olarak zorunlu olmayan bir tür rehberlik olarak ele alırken mülkü zor ve baskıya dayanan bir yöneticilik olarak ondan ayırır. (a.g.e.:350) İbn Haldun mülkü, nizâmın, ihtilaf ve çekişmelerden kurtulmanın bir gereği olarak değerlendirirken de Kur’ân’a başvurur: “Allah, insanların bazısına diğer bazısı ile hâkim olmasaydı, yeryüzü bozulurdu.” (Bakara,251) ayetini devlet için bir gerekçelendirme olarak ele alır. Mülkün tabiî ve zorunlu olduğunu değerlendirirken onun insanlar arasındaki ahkâm ve hükümet tatbiki sayesinde siyasetle birlikte halk için ilahî bir kefalet olduğunu, Allah’ın kullarındaki hilafeti olduğunu belirtir. Burada da filozofların ve genel İslâmî düşüncenin dışında, yukarıdan gelen bir dayatmaya değil, maddî var oluşun gerektirmelerine başvurduğu yinelenmelidir. Ayrıca siyaset ve mülkün, hilafet anlamı taşıdığını ve bununla da sırf hayr ve maslahatlara riayet etmekten başka bir anlamı olmadığını yazar.

İbn Haldun fikriyatında bir iktidar anlayışının öncelenmesi ya da savunulmasından ziyade, bu iktidarın kökeni, doğası ve belirleyenlerinin açıklanmak istendiği göze çarpar. Bu, “İbn Haldun’un, sosyolojinin merkezine iktidar sorununu koyması” (Kızılçelik,2011:54) biçiminde yorumlanmıştır ki doğru bir yaklaşım olduğu söylenebilir. Nihayetinde onun mülk, devlet, asabiyet, riyaset, hükümdarlık ya da kuruluş, yıkılış gibi olgu ve süreçlere ilgisinin kaynağı da asabiyet kavramı etrafında bu noktaya doğru yöneliş içerir. İbn Haldun, bu sayede -yaşadığı dönem ve şartlar da göz önüne alındığında anlaşılır sebeplerden dolayı- açık bir eleştiri yürütmemişse de İslâm toplumlarında ortaya çıkan devletlerin çoğunun ideolojik yapısına işaret etmiştir. Hilafet olgusunu ve mülkleşme sürecini kendi bakış açısından yorumlar.


Kaynakça

Arslan, Ahmet (1999); İslam Felsefesi Üzerine, Vadi Yay.,Ank.

Arslan, Ahmet (2009); İbni Haldun, Bilgi Üni.Yay.,İst.

Batseva, S.M. (1999); “İbni Haldun Düşüncesinin Toplumsal Temelleri”, Bilim ve Ütopya, s.24-30,İst.

Çilingir, Lokman (2009); Fârâbî ve İbn Haldun’da Siyaset,Araştırma Yay.,Ank.

İbn Haldun (2012); Mukaddime,Terc.:S.Uludağ,Dergâh Yay.,8.Baskı,İst.

Kızılçelik, Sezgin (2011) Sosyoloji Tarihi-I,Anı Yay.,2.Baskı,Ank.

Okumuş, Ejder (2009); Osmanlı’nın Gözüyle İbn Haldun, İz Yay., 2.Baskı,İst.

Uludağ, Süleyman (2012); “İbn Haldun ve Mukaddime”, Mukaddime,Dergâh Yay.,8.Baskı,İst.

Uygun, Oktay (2008); İbni Haldun’un Toplum ve Devlet Kuramı, XII Levha Yay.,İst.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder