19 Aralık 2017 Salı

Dışarıdan Konuşmak Ya da Epistemik Nihilizm

"Tanrısal dünyaları seyretmiş bir kimse, insan hayatının düşkün gerçeklerine inince, şaşkın ve gülünç bir hale düşer; karanlıklara alışmadığı, ilkin her şeyi bulanık gördüğü için, mahkemelerde, şurada burada doğrunun gölgeleri ya da bu gölgelerin yansıları üzerine tartışmalara girip de, doğruluğun kendisini hiçbir zaman görmemiş olanların yorumlarını çürütmek zorunda kalırsa, herkes yadırgar onu, değil mi?

Ama aklı başında olan bilir ki, insanın gözü iki karşıt sebepten, iki türlü bulanır. Biri aydınlıktan karanlığa geçişte olur, öbürü de karanlıktan aydınlığa geçişte. Onun gibi düşünce de bir şeyi açık seçik göremeyince, buna gülecek yerde düşünmeli: Acaba daha ışıklı bir dünyadan gelip karanlıklara alışamadığı için mi, yoksa bilgisizlikten aydınlığa varıp aşırı bir parlaklıkla kamaştığı için mi bulanık görüyor göz? Birincisi, övülecek, ikincisi acınacak bir haldir. Karanlığa alışamayan göz, ışıklı bir dünyadan geliyor demektir. Ona gülersek, gülünç oluruz. Ötekineyse hakkımızdır gülmek.”

Platon, “Devlet”

Kendisi de bir görececi olan Martin Kusch, Alvin Goldman’in sosyal epistemoloji anlayışını kritik ederken onun, epistemolojinin ferdî (individualist) temellerini koruma refleksini de eleştirir: Klasik veya geleneksel anlamıyla epistemoloji, toplumsal çevreden soyutlanmış bir bireyi esas almaktayken sosyal epistemoloji, bireyin dâhil olduğu sosyal bağlamı, bilgi problemi için bir müracaat noktası sayar çünkü.

“Toplumsal dünyadan soyutlanmış bir bilgi mümkün müdür?” Bu soru, sosyal epistemolojinin alanını belirlemekle birlikte Aristoteles veya Kant’ın yaptıkları gibi “bilgi problemi” için müracaat edilen “insan doğası” kavramını da gündemine alır. Yani insanın bilmesine dair onun doğasında mevcut olduğu ileri sürülen “epistemik hususiyetler”den söz etmek ne derece mümkündür? Fakat bu soru aynı zamanda ilahî bilgi, hakikat bilgisi veya “vahiy” gibi bilgi türlerinin mutlaklaştırılmışlığını da problem edinmektedir. Bu tür bilgiler “saf bilgi” midirler yoksa çevrimsel olarak tezahür etmiş insanın belirli bilme kabiliyetlerine “göre” anlam ve değer kazanan yönler ve yöntemler midir?

Sosyal epistemolojiyi en geniş çerçevede ele aldığımızda, bilme fiilinin failinin soyutlanmış birey olmayıp toplumsal bir bağlama sahip sosyal bir özne olduğu değerlendirmesi, epistemolojiye ilişkin farklı bir bakış açısını gerektirmektedir. Goldman (çeşitli makaleler ve “Knowledge in a Social World”de) sosyal epistemolojiyi sınırlayarak revizyonist olarak nitelediği diagnostic/teşhis edici tutumu, epistemolojinin dışına atar. Bunun örnekleri arasında Kuhn ve Barnes ile görünürleşebilecek olan bilimsel bilginin sosyolojisi/Güçlü program, tarihsel analiz, soybilimsel epistemoloji, sosyal inşâcılık, postmodernizm, yapısökümcülük gibi birçok yaklaşım mevcuttur. Hepsinin ortak vasfı, bilginin “uylaşımsal” olduğu, bir hakikati değil sadece insanlar arasındaki bir mutabakatı ifade ettiği ve geleneksel epistemolojinin temel inançlarının tamamını olmasa da çoğunu reddeden bir duruşa sahip olmalarıdır. Reddedişe ilham veren şeyse çalıştıkları fenomenlerin sosyal karakterleridir. Mesela “doğrunun sosyal bir kurum olduğu ve bilginin de kurumsallaşmış inanç olduğu” fikri (Steven Shapin), “bağlamsızlığın ve aklîliğin kültür üstü normlarının mevcut olmadığı” (Barnes ve Bloor), “bireylerin tam olarak epistemik failler olmadıkları, bilen diye sadece grup ya da toplulukların nitelenebilecekleri” (Hankinson-Nelson) düşünceleri mevcuttur.

Bunlara ilave edilebilecek bir görüş de Crispin Wright’ın adlandırmasıyla “New age” görecelik türüdür. Buna göre aynı hususiyet, farklı değerlendirme bağlamları içinde düşünüldüğünde farklı doğruluk değerleri alabilmektedir ki bu görüş, bağlamcılığın bir versiyonudur. Yani, bir olgunun doğruluk derecesi, -Wittgenstein’da da görüldüğü gibi- ancak kendi bağlamı içerisinde belirlenebilir. New age görecelikte, çoklu epistemik sistemlerin mümkün oluşu ve meşruiyet iddialarının bu farklı sistemlerden herhangi birisi için göreli olarak değerlendirilmesi söz konusudur. Ayrıca revizyonist görecelik bununla ilişkili olarak Paul Boghossian’ın “epistemik nihilizm” olarak adlandırdığı bir tezi de destekler: Buna göre, “diğerlerinden daha doğru olan bu sistemlerin herhangi birine bağlı olarak ortaya çıkan olgusal gerçekler (facts) yoktur”.

(Bu son görüş bilineceği gibi Nietzsche’nin “epistemoloji”ye ilişkin saldırgan tutumuyla örtüşmektedir: Bilgi bir güç fonksiyonu olarak mevcuttur ve bilgisel normlar olmaksızın “gerçek” diye bir şeyden söz edilemez. Bu da yine onun ahlâkı veya yeniden adlandırırsak anlam-değer bütünlüğünü bir yoruma indirgemesiyle de örtüşür.)

Bilginin kaynağına dair değerlendirme ve bilginin meşruiyetinde diğer bireylerin şehadetinin (bilginin bir başka kişinin beyanı ile meşrulaştırılması/gerekçelendirilmesi) etkinliği, bilginin sosyal inşâsı meselesi için yeni sorular doğurur. Ayrıca her biri insan yapımı olan sosyal sistemlerin ve genel olarak dil kullanımı ve toplumsallaşma sürecinin epistemik hususiyetleri belirlemede etkinliği söz konusudur nihayet. Yani “mutlaklaştırılmış” bilgiler, insan dolayımıyla ifşa olmuşlardır. Söz konusu insan, söz konusu bilginin meşruiyetini gerekli kılan inancın bir unsurudur (iman). Burada bir kısırdöngü söz konusudur: Mutlak olan bilginin “bilgi olarak” geçerliliği için tek koşul o bilginin kaynağının gerçekliğini ve geçerliliğini kabul etmektir. Bu koşul, söz konusu insanın –Platoncu bir ifadeyle dile getirilirse- “mağara”dan çıkmış ve gerçeği görmüş olduğu inancına dayanır. Böylece o kişi, -toplumsallaşma, devlet, ekonomik düzen gibi saiklerle görünürleşen- sosyal dünyanın “anlam-değer” bütünlüğünden sıyrılmış ve yani (Searle’den ödünç alacağımız ayrımla söylenirse) epistemolojik gerçekliği aşarak ontolojik gerçeklikle yüzleşmiş demektir. (Zaten bu sebepten Platon ya da Fârâbî; devleti, mağarasından çıkmış bulunan filozofa/nebiye emanet etmek isterler.)

Ne var ki söz konusu insan (şahit), ontolojik gerçekliği diğer insanlara yine epistemolojik bir yönteme başvurarak anlatmak zorunda değil midir? (Ayrıntısı ayrı bir değerlendirmenin konusuysa da şu belirtilmelidir ki bilgeler de ilahî metinler de muhtemelen bu sebebe bağlı olarak nazariyelerini doğal tasvirlerle sunma/temsil gereği duymuşlardır…) Buradaki problem, “gerçeği” bildiren şahidin (filozof veya nebiin) ya da onun ilettiği bir metnin, sosyal dünyanın mevcut anlam-değer bütünlüğü “dışından” konuştuğunda “diğerleri” tarafından onlardan edinilen bilginin, sosyal dünyanın anlam-değer bütünlüğü açısından ne ifade ettiğidir: Mutlak bilgi, -mağarasında yaşayan- diğerlerine ulaştığında hâlâ mutlak mıdır mesela?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder