7 Ocak 2013 Pazartesi

Olmak, Sahip Olmak, Varolmak ve Varlık

Yapmaya giden yol, olmaktan geçer.” Lao Tzu
İnsan ne olduğuyla değil, neye sahip olduğuyla meşgûl bugün. Toplumsal statülerin ve rollerin bireydeki karşılıkları düşünüldüğünde bu daha iyi anlaşılacaktır. “Ben neyim?” sorusuna postmodern dünyada hangi kalıplar içinde bir cevap verilebiliyor? İnsan olmak, anne-baba-evlat olmak, bir işle meşgûl olmak gibi en çok dillendirilen yanıtların tamamı bir aidiyetten çok, sahiplenmeyle vurgulanıyor: İnsanlığın bir parçası değil “haklara sahip” bir birey, ailenin mensubundan çok “düzene sahip” ebeveyn ya da çocuk, bir meşgâlenin icracısından çok “bir işe sahip” çalışanların dünyası bu. Türk, Kürt, Acem… bile değiliz; evrenseliz ama belirli bir kültüre, dile, etkileşime sahibiz.
Bugün sahiplenme güdüsünün en temel varlık meselesine kadar götürülebilmiş olması ve insanın kendini bir aidiyetle değil mülkiyetle izah edebilmesi, tersyüz edilmişliğinin en bâriz delilidir. İster Bilgi çağı, ister postmodernite, ister postendüstriyal çağ diyelim, zamanımıza ne ad verirsek verelim onu, söz konusu temel varlık sorunsalı içinde ele aldığımızda özneye ilişkin anlamlandırma gayretinin hükmüne saplanıyoruz. Zamanı ben ya da biz ile tanımlıyoruz. Bildiklerimiz hayatımızda kritik bir yer tuttuğu için, bilgisiz bir hiç olacağımız için Bilgi çağı diyoruz. Mevcût şartlarımızı, imkânlarımızı sağlayan bir modernitenin uzanımında yaşadığımız için postmodernlikten söz ediyoruz. Tüm yaşantımız seri üretime bağımlılıkla anlam kazanıp şekillendiği, bunun dışında yok olacağımız için postendüstriyal dönemde yaşıyoruz. Yerellik, küyerel bütünlük, öznellik ve kişisel gelişim en önemli hâllerimiz. Yaşadığımız döneme ait baskın ve meşrû iktisâdî düzenin ferdiyetçiliği öne çıkarması, kamuya ait işletmelerin çağdışı diye nitelenip özelleştirilmesi, siyasal sistemde azınlığın çoğunluktan daha çok vurgulanması, insanın kendiliğinden özel olmasının yetmeyerek tercihleriyle özelleşmesi gibi sosyal vakıalar, bu öznelliğe ilişkin varlık duyumsamalarının çeşitlemeleridir. Sıradan olmak ve alelâde bir hayat tarzı en büyük korkumuz. Özel günlerimiz, özel ilişkilerimizin, özel hayatımızın ve belli bir dalda uzmanlaşmış özel kişiliğimiz doyumsuz bir güç sağlıyor bize. Biz değil de özel olmak vasfı daha özelleşiyor. Bunu sağlayabilmenin yolu da soyut yahut somut bir şeylere sahip olabilmekten geçiyor: Bir yaşam tarzına, bir eşyânınya, bir düzene, bir inanca, bir fikre sahip olmak… Peki ne olduğumuza, neye sahip olduğumuzla mı karar verebiliriz? Kimliğimiz, kim olduğumuz eşyânın bizle beraber yansıyan izleniminde mi gizlidir? Sarı Mercedes meselâ, kim olduğumuzu örtebilir ya da bize bir kişilik atfedebilir mi?
Erich Fromm, modernitenin büyük vaadinin gerçekleşmemesini sorgularken sunduğu Sahip Olmak ya da Olmak kitabının girişine epigraftaki sözü yerleştirir: “Yapmaya giden yol olmaktan geçer.” Fromm’a göre en önemli varoluşsal problem olan “sahip olmak” ve “olmak” eylemlilikleri arasındaki ayrımda belirginleşir. Bu ayrım, niceliksel farktan çok ötede, bireyler ve toplumların yaşantılarının temel iki öğesidir. Birinin ya da ötekinin üstünlüğü karakter farklılıklarının da kaynağını teşkil etmektedir. Modern Batı’nın büründüğü tüketim odaklı yaşam tarzı ile Taocu öğreti arasında direkt bir karşıtlık analizine gitmek yerine, odak noktası insan olan toplumlar ile temel amacı maddeler olan toplumlar ayrımının daha sağlıklı olacağını vurgular. Bunun sebebiyse Batı’nın tarihsel kökleri içinde Hıristiyanlığın bizatihi kendisinin, Ortaçağ’da Meister Eckhard gibi mistik yorumcuların ve hatta materyalist düşüncenin en güçlü temsilcisi Marx’ın fikirlerinde de bu ayrımda Doğu’ya yakın değinilerinin Mevcûdiyetidir. (Erich Fromm; Sahip Olmak Ya da Olmak, Arıtan Yay.,1982)
Geleneksel dünyanın hayatı, varoluşu irdelerken bir inanç çerçevesinde başvurduğu “olmak” fiili, Varlığın etkinliği içinde bir anışından ibarettir. Bir şey olmak, bir şeyin olması öze ilişkin bir durum değil, bir sözdür sadece. “Ol denilir, oluverilir.” Esas olan Varlık’tır. Bu, olmanın; bir sözün neticesi olarak gerçeklenmesiyle ilgilidir. Olmaklık, potansiyel olarak Varlığa içkinse de fiilen Varlığın bir etkinliği, Varlığın kendi hâlinin dışarıdaki bir neticesidir. Olmak ile varlık arasındaki ilişki bir eşitlik değildir: Olan her şey vardır diyemeyiz ama olan, varlığa aittir diyebiliriz. Yani olmak, doğrudan Varlık sahipliği değil, Varlık’ın bir işidir: İnsanın insan olması, kalemin kalem olması; Varlık dediğimiz bir cevhere sahip oluşu değil, Varlık’ın kendini bir oluşa indirgemesi, teveccühüdür. Olmak, edilgen bir gerçekleşmedir: Varlık’ın aktif müdâhalesi hâricinde bir şeyin kendi kendine olması söz konusu edilemeyeceği gibi, olan bir şeyin de olmamasından söz edilemez. Her şey olması gerektiği kadarıyla olur ki eşyânın dediğimiz, bu sözün sırrına erilemediği için “şey” ile tesmiye edilir.
Metafiziğin temel konusu olan Varlık, sadece kendi kendini bilebilecek bir bütünlüğe sahip olduğundan onunla eşyânınyı vasfetmek fikren bir sapmaya yol açar. Bu sebeple İslâm inancında Varlık (Vücûd) ile varoluş (Mevcûd) birbirinden ayrılmış; Bilen (Âlim) ve Bilinen (malûm) ayrımı kâinatın yaratılmasında bir metafora dayanılarak izah edilmiştir. “Gizli bir hazineydim, bilinmek istedim.” Kudsî Hadis’i aynı düzlemde Varlık’ın olmak istemesi edimiyle ilgilidir ki yine “olan”ın edilgenliğine bağlanır. Çünkü olmak isteyen, olan değil Varlık’tır; olan ise Varlık değil bir imkândır. “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” (İnsan,30) ve (Oku) attığında sen atmadın, atan Allâh’tı!” (Enfal,17) âyetleri farklı anlamlarla birlikte Vücud-Mevcûd bahsine işaret etmektedir. (Abdulgani en-Nablusi; Gerçek Varlık, İz Yay.,2009, İst.)
İlâhî bir inanca dayanmadan yola çıktığını yazan Sartre’ın Varlık ile olmak arasında kurduğu bağıntıya baktığımızda bugünü biçimlendirme de varoluşçuluğun ne denli etkin bir düşünüş vasfı taşıdığını söyleyebiliriz. Nietzsche’de muazzam bir genişlik yakalayan birey felsefesi, Varoluşçuluk ile sivrilmiş ve bunalım çağlarının akabinde dünyanın postmodern kırılmalarına bir zemin hazırlamıştır. Ortak bir nokta olarak Nietzsche ve Sartre için insan, idealize vasıflar taşıyan bir gerçeklik değil kendini yaratan bir özne konumuna getirilmektedir. Bu müşterek söylemlerine rağmen her iki düşünürün de aynı çatı –varoluşçuluk- altında birleştirilemeyeceğini yazan Walter Kaufmann şöyle bir sarmal çizer: “Nietzsche’siz varoluşçuluk hemen hemen Aristotales’siz Thomism gibi bir şey olur; ama Nietzsche’ye varoluşçu demek, Aristotales’e Thomist demeye benzer biraz.” (Walter Kaufmann; Dostoyevski’den Sartre’a Varoluşçuluk; YKY, 2002, İst.)
Varoluşçuluğu; Nietzsche, Kierkegaard, Jaspers, Dostoyevsky, Camus gibi geniş bir “torba” şeklinde dizayn edilmiş biçimde değil de bugünün biçimlenişinde en derin kırılmanın yaşandığı II. Paylaşım Savaşı ile olan bağdaşımı sebebiyle Sartre üzerinden ele almak istiyoruz. Varoluşçuluğu sahiplenmesi, kendini bununla nitelemesi ve bu felsefeyi savunusu da bunu daha gerekli kılıyor. Onun eleştirilere yönelik bir cevap olarak yazdığı “Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir” başlıklı yazısında Varlık ve olmak ilişkisini özetle şöyle tanımlar: Sadece insana mahsûs olmak üzere oluş, Varlıktan önce gelir. Burada temel savı; insan dışında her şey önce varlık kazanır, müteakiben olur. Sandalye, bir ustanın zihninde belirlenmiş bir sandalye özüne göre biçimlendirilerek var kılınır. İnsan ise öyle değildir: İnsan, Tanrının ya da başka bir irâdenin tasarımı olarak var kılınmadığı için önce dünyaya gelerek olur, sonrasında tanımlanıp belirir ve özünü –Varlığını- ortaya çıkarır. İnsan kendini nasıl yaparsa öyledir; o, kendi kendini tasarlayan ve bunu yaşayan bir tasarımcıdır.  Dostoyevsky’nin “Tanrı olmasaydı her şey mubah olurdu.” sözünü Varoluşçuluğun çıkış noktası olarak gören Sartre, Tanrı yoksa insan kendi başına bırakılmıştır, kader olamayacağı için insanı bağlayan esas kurallar, değerler de olamaz ve insan tam anlamıyla bağımsız ve özgürdür der. (Jean-Paul Sartre; Varoluşçuluk, 1997, İst.)
Açık ki olmayı özden, Varlık’tan soyutlayan ve önceleyen her düşünce insana yüklenen sonsuz irâde fikrini de besliyor; tasarımı insanın kendine bırakıyor ve onun kendini yaratmasını öğütlüyor. Böyle bir benlik inşâsının bugünkü insana, kendi sınırlarını çizme özgürlüğü ve olmak istediği kişi olmanın yolunu açtığı, insanların kendini gerçekleştirmeleri için imkânlar yarattığı söylenebilir. Ama tüm bunların olabilmesi için Dostoyevsky’nin “Tanrı olmasaydı…” şartının Mevcûdiyeti gerekmektedir. İnsan başıboş bırakılacağını sanmaya meyyal bir canlı ve bu sebeple Geleneğin kanunlarını, imkânlarını ve sınırlarını aşmak ve hatta ters çevirmek konusunda oldukça pervâsız davrandı. Bunu yaparken, kim olduğu sorusunu sormak istemedi ve bugün de sormaması için ona sahip olduklarını hatırlatan, sahip olmadıklarına ulaşmanın yollarını gösteren, sahip olacaklarıyla onu avutan bir kemirgen düzen içine hapsedildi.
Artık insanın gerçek bir şeyler yapmamasıyla karşı karşıyayız: Bu sadece ilişkiler sanal oldu, dostluklar yalan oldu demek değil ya da gerçek bir armut yemeyeli, gerçek bir ekmeğin kokusunu içine çekmeyeli çok oldu demekle sınırl değil. Gerçeğin kendisiyle olan ilişkimizde bir şeyler kökünden değişti demek; kapitalistleşmiş ülkelerde hizmet sınıfının diğer sınıflardan daha kalabalık bir yer edinmesinden başlayıp bayram ziyaretlerinin câzibesine sirâyet eden, bir paraya bile dokunamamakla büyüyüp fotoğrafını çekmeden seyrettiğimiz son günbatımının hayâlinde dağılmış bir gerçeklik problemimiz var. Sahici işler yapmak, alın teri, içten bir arzuyla gerçekleşen bir ziyâret, mal veya hizmet aldım diye düşünmeden ödenen para, milim milim ve ufku boyayarak batan güneş… yani bir bütün hâlinde varolmanın o içten hafifliği!
Güneşi seyretmek yerine fotoğraf çekiyorsanız ondan etkilenmiş birisi olmadığınız, bir mucizeyi göremediğiniz ya da önemsemediğiniz anlamına gelir bu: Sadece manzaraya sahip olmak istediğiniz ve ona sahip olarak bir kimlik edineceğinizin hayalindesinizdir. İnsan neyle meşgûlse odur; çünkü onu bir meşgâleye iten şey, özüdür. Yapmaya giden yol, olmaktan geçiyor bu yüzden: Bir fiili gerçekleştirebilmek için o fiili gerçekleştirebilir birisi olmak gereği var. Nasıl yaşıyorsan öylesin. Kabil, câni olduğu için cinâyet işler, başıboş bulunduğu için değil, melekler irâdesiz ve masumdurlar ve nebiler ismettirler.
İnsan yeryüzüne bırakılmış değildir; Varlığın sembolüdür. Bu yüzden olmak isteyen Varlığın kelimesi ve bu kelimelerin öğretildiği, kendisiyle yüz yüze bırakılmış bir kalbin dilidir. O kalbe, sahip bile değildir…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder