Cioran, ütopyacının üzerinde çalıştığı, işlediği maddenin sefalet olduğunu söyler. Yani ütopyalar, bir anlamda sefaleti temsil eden mevcudiyete karşı veya ona muhalif olarak tasarlandıkları için toplumsal durum hakkında ipuçları verirler. Çünkü ütopyacı, ortaya koyduğu tasarım aracılığıyla sadece kendisinin değil, bulunduğu toplumsal konumla ilişkili olarak bir tabakanın veya sınıfın umutlarını dile getirmekte, beklentilerini göz önüne sermektedir. Bu, her şeyden ziyade toplumsal gerçeklik veya gerçekliğin algılanması hakkındaki felsefî ve sosyolojik bir değerlendirmenin sunulması demektir. Bu anlamıyla ütopyalar, belki de mevcudiyetin negatif birer göstergesi olarak gerçek diye sunulanlardan çok daha kıymetlidirler. Ne var ki burada sözü edilen gerçek ya da gerçekliğin, toplumsal anlamla sınırlı olduğunu da not etmek gerekir. Zira söz konusu edilen gerçeklik, değişken ve tarihsel bir durumla ilgilidir. Yani ütopyacı, belirli bir tarihsel ve toplumsal durumun sunduğu gerçekliğe karşı ve onu aşarak veya onu yeniden üreterek ütopyasını tasarlar. Öyleyse ütopyacının kendi hayâl ülkesini inşâ etmesi için gerekli ham maddenin “gerçeklik” olduğu söylenebilir.
Her ne kadar ütopyacılığın Platon’la başlatılması yönünde yaygın bir eğilim mevcutsa da gerçekliği esas alan bakış açısı, Platonik ideal devlet ile modern ütopyaları birbirinden ayırmaktadır: Her iki tutumu da ütopik bilinç olarak adlandırsak bile kullandıkları ham madde olarak gerçekliğin anlaşılmasındaki farklılık, sadece tarihsel değil doğal bir ayrıma da yol açmaktadır. Zira Platonik ideal devlet fikrinin dayandığı gerçeklikle Thomas More’un Ütopya’sıyla başlayan gerçeklik değerlendirmesi arasında uzlaştırılamaz bir ayrışma söz konusudur. Kısaca ifade edilirse Platon gerçekliği kavram gerçekliği olarak almakta, gerçek olanın kavramlar, akıl yoluyla kavranabilen idealar olduklarını, nesnelerin ancak onların birer yansıması veya kopyası olduklarını düşünmektedir. Bu durumda Platon’un devleti de sınırları, içeriği ve parçalarıyla bütünüyle kavramsal bir devlet olarak tasarlanmaktadır. İdeal olmasının anlamı da budur. Thomas More ise bir Rönesans aydını olarak yüzünü olgusal gerçekliğe çevirmiştir ki ütopyası da İngiltere’nin aşikâr sorunlarına çözüm önerisi olarak olgusal durumdan hareketle inşâ edilmiştir. Bu tespit ilginç bir sonuç ortaya koyar: Platon, Devlet ile gerçek olandan, hakikatten bahsederken -yani Platon’unki bir tasarım değil aksine hakikatin dile getirilişinden ibaretken- modern ütopyacılar hayâllerinden bahsetmektedir.
Bu farklılık temelinde ifade edilirse Platon siyaset bilimi ve sosyoloji açısından yatay bir toplumsal düzen teklifinden fazlasını yapmaktadır. Çünkü o, kavram gerçekçiliğiyle tümelden hareket etmekle aynı zamanda ahlâk felsefesi açısından “mutlak”a yönelmekte ve dikey bir topluluk fikrini de ortaya koymaktadır. Bunun bir örneğini din konusundaki yaklaşımında bulmak mümkündür: Devlet’in içinde konuşan Sokrates, dünyanın geçiciliğine ve ruhun ölmezliğine vurgu yapmakta, Devlet veya Cumhuriyet ile de geçici olanın hayâlî tasarımını üretmeyip sonsuz gerçekliğe yönelmektedir.
Bu çalışmanın amacı, birer hayâl olarak tasarlanan modern ütopyaların temelinde yer alan gerçeklik kavrayışlarını görünür kılmak olduğu kadar onları bir rüyaymış gibi değerlendirmek ve bu rüyaların bize anlattıkları hakkında da felsefî bir bakış açısı üzerinden bir yorum geliştirmektir. Bu yorum, Platon’un mağara metaforuyla işaret ettiği insan zihnini dolduran gölgeler olarak ortaya çıkan çarpıtılmış gerçekliği, ideolojiyle yakınlaştırmaya da gayret eder. Böylece modern dünyanın bir gerçeği olan ideoloji olgusunun çözümlemesine dayanır; ideoloji olmaksızın ütopyaların ve ütopyacılığın da ortaya çıkmasının mümkün olmayacağı sonucuna ulaşır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder