14 Ekim 2014 Salı

Bir Burjuva Pratiği Olarak Demokrasi


Demokrasi sözcüğü, bugün özellikle Avru-Amerikan kültür dayatmacılığının bir sonucu olarak ulaşabileceği en yozlaşmış hâldedir. Sözcüğün, bütün sosyal süreçler ve sorunların çözümü için imâ edilen sihri ve çokyönlü kullanımı, onu bir kavramın göstergesi olmaktan uzaklaştırmış, hesaplı bazı tepkiler için bir itki mesabesine indirmiştir: Toplulukların ideallerinin ipotek altına alınmasıyla gelecek tek boyutlu bir yöne hapsedilirken geçmişte ortaya çıkmış sosyal değerler de demokrasiyle uyumu ölçüsünde kıymet ifade eder olmuştur.

Modern anlamıyla "halk"ın seçim hakkının olmadığı (sadece toprak sahibi yetişkin erkeklerin oy hakkının bulunduğu) Yunan tecrübesi ayrı tutulmak üzere demokrasinin modern bir sistem olduğu zikredilmeli önce. Ancak burada modern sıfatı, nevzuhur gibi nicel bir anlamda değil, insanın dünyayı anlamak için attığı nazarın niteliği yönünden kullanılmakta. Sebebiyse, modernliğin başlangıcına ilişkin kronolojik değil felsefî vurgunun, insanın birey olarak özerkleşmesi, her şeyden fazla olarak insan usunun –daha önce bağlayıcı kabul edilen- değerlerden bağımsızlaşmasıyla ilgisidir. Sözü edilen bağlayıcı değerler, bir bilgi sürecinin neticesi olarak görüldüğünde bu daha anlaşılır olacaktır. Çünkü hakikate ilişkin olarak toplumlarca benimsenen kabul, inanç, felsefe, mitoloji ya da ahlâk değerleri, modern toplumları geleneksel toplumlardan ayıran esas noktadır ve temeli bilgi sistemidir. Kültür ve iktisat başta olmak üzere bu temelin üzerine inşâ edilen diğer kurumlar zaman içinde ortaya çıkmışlardır. Bilginin ne olduğu ve nasıl edinildiğine ilişkin değişim süreci olarak modernleşme tecrübesi, değerle birlikte düşünme ve yaşam şeklinden başlayarak bütüne yayılmış ve hâlen koyulaşarak yayılmaktadır. Sosyal organizasyonlarını kudsiyeti -ve onun gerektirdiği bilgiyi- merkeze alarak ihdas eden geleneksel toplumlar, yaşadıkları kültür çevresi yahut (zamansal olarak) yönelinmiş şer'î bütünlük/teoloji ile kurumlarını inşâ etmiş ve düzenlemiştir. Kendi inanç/mânâ temelleriyle oluşmuş bir iskelet, onu kuşatmış kas yığınları gibi bir maddî yapı, bütün bedeni sarmış bir asabiye mevcuttur. Varoluşa yüklenen anlama bağlı olarak hayat, bir mânâ denizinin akıntısı olarak tahayyül edildiğinde ve bütün varoluşsal amaç bu mânâ ile bütünleşmek fikrine paralel kılındığında bu kurumların kutsallıktan beslenişleri tahayyül edilebilir. Modern fikriyatın tahakkümünden önce toplumların yapılanma modelleri ilâhî olanın cisimleşme süreciyle uyumlu olmuştur: Bu, vücuddan mevcuda, ilimden malûma, vacipten icaba doğru bir tenezzül fikri içermektedir.