Demokrasi sözcüğü,
bugün özellikle Avru-Amerikan kültür dayatmacılığının bir
sonucu olarak ulaşabileceği en yozlaşmış hâldedir. Sözcüğün,
bütün sosyal süreçler ve sorunların çözümü için imâ edilen
sihri ve çokyönlü kullanımı, onu bir kavramın göstergesi
olmaktan uzaklaştırmış, hesaplı bazı tepkiler için bir itki
mesabesine indirmiştir: Toplulukların ideallerinin ipotek altına alınmasıyla gelecek tek boyutlu bir
yöne hapsedilirken geçmişte ortaya çıkmış sosyal değerler de
demokrasiyle uyumu ölçüsünde kıymet ifade eder olmuştur.
Modern anlamıyla
"halk"ın seçim hakkının olmadığı (sadece toprak
sahibi yetişkin erkeklerin oy hakkının bulunduğu) Yunan tecrübesi
ayrı tutulmak üzere demokrasinin modern bir sistem olduğu
zikredilmeli önce. Ancak burada modern sıfatı, nevzuhur gibi nicel
bir anlamda değil, insanın dünyayı anlamak için attığı
nazarın niteliği yönünden kullanılmakta. Sebebiyse, modernliğin
başlangıcına ilişkin kronolojik değil felsefî vurgunun, insanın
birey olarak özerkleşmesi, her şeyden fazla olarak insan usunun
–daha önce bağlayıcı kabul edilen- değerlerden
bağımsızlaşmasıyla ilgisidir. Sözü edilen bağlayıcı
değerler, bir bilgi sürecinin neticesi olarak görüldüğünde bu
daha anlaşılır olacaktır. Çünkü hakikate ilişkin olarak
toplumlarca benimsenen kabul, inanç, felsefe, mitoloji ya da ahlâk
değerleri, modern toplumları geleneksel toplumlardan ayıran esas
noktadır ve temeli bilgi sistemidir. Kültür ve iktisat başta
olmak üzere bu temelin üzerine inşâ edilen diğer kurumlar zaman
içinde ortaya çıkmışlardır. Bilginin ne olduğu ve nasıl
edinildiğine ilişkin değişim süreci olarak modernleşme
tecrübesi, değerle birlikte düşünme ve yaşam şeklinden
başlayarak bütüne yayılmış ve hâlen koyulaşarak
yayılmaktadır. Sosyal organizasyonlarını kudsiyeti -ve onun
gerektirdiği bilgiyi- merkeze alarak ihdas eden geleneksel
toplumlar, yaşadıkları kültür çevresi yahut (zamansal olarak)
yönelinmiş şer'î bütünlük/teoloji ile kurumlarını inşâ
etmiş ve düzenlemiştir. Kendi inanç/mânâ temelleriyle oluşmuş
bir iskelet, onu kuşatmış kas yığınları gibi bir maddî yapı,
bütün bedeni sarmış bir asabiye mevcuttur. Varoluşa yüklenen
anlama bağlı olarak hayat, bir mânâ denizinin akıntısı olarak
tahayyül edildiğinde ve bütün varoluşsal amaç bu mânâ ile
bütünleşmek fikrine paralel kılındığında bu kurumların
kutsallıktan beslenişleri tahayyül edilebilir. Modern fikriyatın
tahakkümünden önce toplumların yapılanma modelleri ilâhî
olanın cisimleşme süreciyle uyumlu olmuştur: Bu, vücuddan
mevcuda, ilimden malûma, vacipten icaba doğru bir tenezzül fikri
içermektedir.
Kutsal ve kutsaldışı
ayrımının olmadığı -her şeyin hakikatince mukaddes kabul
edildiği- geleneksel dünyada küçük âlem olarak insan, büyük
âlem olan kâinatta Vücud'un bir sembolü olarak anlam taşıdığı
için kendini doğumuyla birlikte bir vazife yüklenmiş olarak
buluyordu. Bu vazife -İslâm terminolojisi içinde- Allâh'ın
hâlifesi olmaktır: Allâh, sebepler dünyası olan kâinatı nizâma
sokarken arzı insan (hâlifet'ül arz) eliyle nizâma sokmaktadır;
bu anlam dünyasında insan, sadece Allâh'ın yapmak istediği
amaçlar için bir âlet olmak bakımından değer taşır. Kulluğun
fitrî mânâsı da budur: "Ben cinni ve insi sadece kulluk
etsinler diye yarattım." (Zâriyât,56) Buna göre de her
birey, onun amacına göre bir meşgâle ile vazifelendirilmiştir:
İbn Haldûn, filozofların "insan, bit'tabi medenidir"
sözüne müracaat ederek insanlarının toplu hâlde yaşamalarının
hikmetini, onların her birinin bir iş yapması ve böylece başta
tabiatın zorluklarının ve diğer toplulukların düşmanlıklarının
gereği olmak üzere, bir arada bulunmak ihtiyacına bağlar. İnsan
tek başına, sadece avlanabilir, ekmek yapabilir, bina yapabilir
veya başka bir iş ile dünyevî ihtiyacını giderebilir ama
hepsini birden yapamaz, hepsini birden yapabilse bile o zaman
kendisini koruyamaz. İbn Haldûn'un devlet olgusunu iktisat ve
güvenlik ile açıklama gerekçesi de budur: Topluluk, çeşitli
yollarla rızk temin ederken, bu ekonomik birikimin korunması için
-ortaya çıkan artıdeğeri işleyerek masrafları karşılayacak
bir mâliyeye sahip askerî güce dayanan- devlete ihtiyaç
duyulmaktadır. Bütün bireylerle birlikte ortaya çıkan kurumların
da buradan kaynaklanan bir işlevsellik gereği ortaya çıktığı
açıktır: Allâh dünyayı mamur kılmak için insanı
işlevselleştirirken, insan da bu amaca yönelik olarak kurumları
ve eşyayı işlevselleştirmektedir.
Bu durum, geleneksel
toplumların açık-hiyerarşik bir örgütlenmeye neden müracaat
ettiklerini anlaşılır kılar. Akıllara mutlak gerçekmiş gibi
işlenen demokratik söylemin neticesi olarak bugün "ayrımcılık"
diye nitelenen bazı kodlar, sözü edilen sosyal organizasyonun
temel işaretlerini ihtiva etmektir: İnsanlar, toplumsal görevleri
itibariyle doğal bir sınıflandırma içindedirler. Sıralama
içinse birlik içerisinde ele alınmış olan mânevî fonksiyonun
yoğunlaşma derecesi önemlidir: Buna göre vazifesi itibariyle
maneviyat ile en fazla meşgul olan yukarıda, maddiyat ile en fazla
meşgul olansa aşağıda yer almaktadır. Manevî yönü itibariyle
mesele bir sömüren-sömürülen ikiliği üretmez, tıpkı
insan-tabiat ilişkisinde üretmediği gibi. Ki yukarı da
değinildiği gibi mânâ ve madde ayrımı ikilik değil, "bir"in
tahakkuku olduğu için bu durum bireysellik nazarından bir
üstünlüğe değil, sadece öğretmen-öğrenci ilişkisindeki gibi
bir muhtaciyet durumuna işâret eder. Böylece, geleneksel toplumsal
modeller, en tepede ilahî prensipleri müşahade eden manevî
otoritenin, onun altında bu prensipleri maddî güce dönüştüren
hükümdarın, onun altında maddî gücün uygulaması olan askerî
sınıfın, onun altında maddî varlığı üretenlerin yer aldığı
bir sisteme dayanırlar. Kabaca; âlimler, askerler, tâcir ve
zanaatkârlar ile işçi/köylü sınıfları bu şekilde tezahür
etmiştir.
Bu sıralamanın keyfî
olmadığı, metafizik ilkelere dayandığı açıktır: Bir silsile
olmak yönünden varoluşun kaynağı olan Allâh, âlemi bir düzen
ile yaratmıştır ve bu düzenin ilk belirmesi kendi ilminde olmuş,
sonra bu ilme irâdesini yöneltmiş ve nihayet irade ettiği şeyi
kudreti ile var kılmıştır. Buna göre Varlık'tan varoluşa
sıralama: İlim, irâde, kudret biçimindedir ki böylece Hakk'tan
halk meydana gelmiştir. Mânevî otoriteyi temsil eden ruhanîler
ilmi, maddî iktidarı temsil eden hükümdar irâdeyi ve kararların
uygulayıcısı olan askerler de kudreti temsil ederlerken görüleceği
üzere bunlar birbirinden ayrı değil, bilâkis açıkça bir ve tek
zâtı temsil ederek vardırlar. Bu temsiliyet içindeki bireylerin
gerçekleştirdikleri vazifeler gibi meydana gelen halkın da
gerçekleştirdiği vazifeleri vardır ve her biri ilahî kaynağa
bağlılığı dolayısıyla bizatihi kutsaldır. Halkın yaptığı
işlerin kudsiyeti, geleneksel dünyada mesleklerin birer sülûk
olması, her mesleğin bir pîre bağlı olarak icraı ve kişilerin
loncalar eliyle irşâdı dolayısıyladır. Maddî üretim ve
tüketimin salt ihtiyaca dayalı olması, hem üretici birimlerin hem
de tüketicinin yabancılaşmasına da engel teşkil etmektedir.
Tabiat ile ilişkiler de bu minvaldedir.
Denildiği gibi dinî
kavrayışın siyasî ve sosyal hayatı aynı anda düzenlemesi,
bilgi anlayışından ileri gelmektedir. Ancak bu vizyonun mutlak ve
tek tipte gerçekleşmediği, kültürel durum ve geleneksel
teveccühe göre biçim aldığı ve hatta suiistimal ile birlikte
erken modernlikle beraber yozlaşmanın da giderek baskınlaştığı
bilinmektedir. Zamanla ortaya çıkan bu yozlaşmanın bir örneğini
Osmanlı'nın klasik döneminde bulabilmekteyiz: Kuruluşu itibariyle
Osmanlı devlet idaresi gâzilerin bağlı olduğu hükümdarlığın
üzerinde tesis edilmiş bir mânevî otorite ile varken önce
Şeyh'ülislâmlığın Divan'da padişah otoritesi altına alınması
ve sonrasında hilâfetin ele geçirilmesiyle -otoritenin iktidara
sabitlenmesinden yönünden- bozulma başlamıştır denilebilir.
Burada, bakışın tamamen ilkesel düzeyde olduğu ve bu dönemle
birlikte artan maddî ilerlemenin önemsenmediği hatırlatılmalıdır.
Bu yön itibariyle Osmanlı'nın teokratik devlet niteliğinin
ortadan kalkarak çağın eğilimine uygun bir maddîleşme için
tarihî bir dinamik olmak rolü yüklenmesi de dikkate değerdir:
Bizans'ın yıkılması ve Akdeniz hâkimiyeti, Avrupa devletlerinin
de ilim ve teknik yönünden maddîleşmesine ve nihayetinde
kapitalist yayılmanın başlangıcına sebep olmuştur.
Ortaçağlar boyunca
Avrupa'da devam eden teokratik devlet yapılanmaları Papalık
otoritesine tâbiyetleri nedeniyle muhafaza edebildikleri sosyal
organizasyona bağlı olarak kapitalist üretim modelini
engelleyebilmişler ancak yavaş yavaş ortaya çıkan burjuva
sınıfının taleplerine -ekonomik nedenlerden dolayı- daha fazla
kulak tıkayamamışlardır. Ki bu süreç 1789'da şekillenen altüst
olma hâline -ve ondan sonrasına- kadar uzanmıştır. Osmanlı'nın
maddî yayılmacılığı karşısında, sanatla bütünleşik olan
bilim ve tekniğin finansmanı ile yeni ticâret imkânlarına
kavuşan burjuva sınıfı, borçlandırdıkları feodal beylerden
aldıkları imtiyazları genişlettikçe önce sosyal statülerinin
hiyerarşik örgütlenmedeki aşağı pozisyonu aşmaya çalışmışlar,
hukuk bilgilerinin kullanımıyla siyasî mücadeleye başlamışlar;
bilim, felsefe ve sanat alanlarında da feodaliteye karşı kültürel
hamlelere girişmişlerdir. Avrupa’da modernliğe kadar felsefî
yönden bireyci bir eğilim görülmemiş, doğru ve iyi olan şahsî
düşünceyle değil kolektif bilgi ile bilinmiştir. Descartes’ın
cogito’su ile birlikte her birey için ayrı olan bir bilgi temeli
ortaya çıkmıştır, ilk liberal olan Locke dindarlığına rağmen
“vahiy hakkında us karar vermelidir” demiş ve en önemli
değerin özgürlük olduğu fikrini ortaya koymuştur. Bu, Avrupa
devletlerini şekillendirmiş olan Hıristiyanlıkta Protestanlık
karakterinin doğması ve liberalizme içkin mülkiyet haklarını
öne çıkaran bir demokrasiye yön vermiştir. Ki ilk liberalizm,
İngiltere ve Hollanda’da belirmişken en büyük başarısını
devletin bağlı olduğu bir kilisenin bulunmadığı Amerika’da
göstermiştir.
Bu yönden burjuvazinin
ticarî ve ekonomik ilerlemesinin en büyük destekleyicisinin
rasyonel felsefeye bağlı gelişen nesnel bilimcilik, birey odaklı
sanatsallık, yine bireyi anlamın merkezine alan perspektif ile
gerçekleşen dinî reformlar (Protestan eğilimler) olduğu ve tüm
bu süreçlerin (din, kültür, felsefe alanında) geleneğe bağlı
sosyal hiyerarşiyi yıkarak kapitalist üretim modeli için bir
aralık oluşturmaya matuf olduğu söylenmelidir. Sosyal statü
itibariyle soylu sınıfların yönetimden dışladığı burjuvazi,
iktisadî gücüne dayanmak suretiyle zaman içinde adım adım
ilerleyerek söz sahibi olabileceği bir devlet ve yönetim modelini
toplumlara dayatmıştır. Bu yönden devlet olgusunun manevî
karakteri terk edildikçe kapitalistleşmeye paralel olarak
demokratikleşmenin ortaya çıktığı gözlemlenebilir bir
durumdur. Bu durumun kaynağı olarak Atina demokrasisinin
gösterilmesi ise ancak bir illüzyondan ibarettir.
Alper Gürkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder