"Âlem hayâlle kaimdir ve sen göründüğü,
hissolunduğu için bu âleme gerçek diyorsun. Hâlbuki âlem, senin hayâl dediğin
mânâların sadece feridir. Hayâl olan bilakis âlemin bizzat kendisidir."
Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh
Mecnun, hayâline olan sadakatinden dolayı gördüğü Leyla’yı tereddütsüz reddetti. Ona can veren Leyla değil, onun hayâliydi. İştahı ve şevki, gayreti ve himmeti, Leyla isimli kadehe değil şaraba idi. Önce-sonra çokları Leyla’yı tercih ettiyse de Mecnun hayâle daldı: “Sizin gözünüz sadece kadehte, içindeki şaraptan haberiniz yok…” dedi kınayıcılara. Hayâliyle teselli buldu, vuslata meyl etmedi…
Gerçeğe tercih edilen hayâl, heyûlânın sûretidir, -biçimi değil.
Heyûlâ, aziz kılınmış her canın hayâliyle bilindi; ezelde kâinat var edildiğinde her yer karanlıklarla kaplıydı, bilinen hiçbir şey yoktu; karanlık dalgaların üzerinde yüzen Rûh onu ışk’la buldu, bilen ol kendi oldu.
*
* *

Akıl sahipleri, sineğin yağını hesap eden, her şeye eren akıllarıyla beraber bir hayâl olduklarını idrak edip gerçekte zevk ile eriyecekleri yerde erişilecek bir Hakikat putu icat edene kadar, hikmet ehli hayâlin gerçekliğini türlü misallere konu etmişlerdir. Dilin ve dilden çıkan Söz’ün, yani ki Logos’un ya da Dimağ’ın, velhasıl lafın değil Kelâm’ın hayâli gerçek kıldığını anlatmışlardır. Ki Kelâm’ın kendisine, cüzlere bölünemez her bir sûretine âyet ismi verilmiş ki bakanlar Ay’ı gösteren parmağa değil Ay’ın kendisine, işârete değil işâret edilene, Kelâm ile dile gelen gerçeğin gerisindeki hayâle baksınlar. Bakanlar “ol” sözünün ardındaki olasılıklar deryasına, hayâlin sınırsız potansiyeline dalsınlar…
Baksalar ki ne görecekler?
“Görünen sıfatındır,
Anı gören zâtındır.”
*
* *
İsme ya da cisme bakılsın diye değildir gözden murat, ışktır. Bakanlar heyûlâya baksınlar diye ve ona döktükleri ışk ile vücuda gelen hayâlde saklı sıfat bilinsin diyedir gözün görme kuvvesi. Gerçek denilen hayâlin isimlenmesi ya da cisimleşmesi de bundan ibarettir. Bu yüzden “Gönülden taşra bir yâr olduğun âşık hayâl etmez” der Fuzulî…
Işk ile görenin yârinin gerçeği gönüldeki hayâlken kendinden ayrı bir gerçek aramaz. Gerçeği arayan da onu hayâlde arar zati, hayâli gerçekte aramaz.
Ya ne zaman, ne oldu da gerçek, hayâlden ve her şeyden üstün sayıldı?
Hevâ ve heveslere katılan dünya çimentosuyla ötelerde mukim Hakikat diye bir put inşâ edildiğinden beri ve yani etten, kemikten ve deriden, kandan, safradan ve işte gövdeden; topraktan, rüzgârdan, sudan, ateşten ve arzdan ayrı bir hayâletler âleminin var olduğu uydurulageldi.
Sanki Rûh biricik, eşsiz, bâkî ve şeriksiz değilmiş de homo erectusun çürümeye yazgılı göğüs kafesinde tutsak bir acizmiş gibi anlatılır olduğundan beri; yani müftülerin şürekâsı emirlerin, mülk sahiplerinin dini kemâle erdiğinden beri bu yalandan arta kalan “gerçek”, hayâle üstün sayıldı.
Sonra yalan, çiçekleri, ceylanları ve çocukları çiğneyen devasa filleriyle gerçeğin yurduna doğru yola koyuldu…
Böylesi ezelde mükemmel sayıldığı için böyle oldu –“çemberde baş, son bir”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder