10 Ekim 2016 Pazartesi

Heyûlâ, Gerçek ve Azizlerin Işkı

"Âlem hayâlle kaimdir ve sen göründüğü, hissolunduğu için bu âleme gerçek diyorsun. Hâlbuki âlem, senin hayâl dediğin mânâların sadece feridir. Hayâl olan bilakis âlemin bizzat kendisidir."

Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh

Mecnun, hayâline olan sadakatinden dolayı gördüğü Leyla’yı tereddütsüz reddetti. Ona can veren Leyla değil, onun hayâliydi. İştahı ve şevki, gayreti ve himmeti, Leyla isimli kadehe değil şaraba idi. Önce-sonra çokları Leyla’yı tercih ettiyse de Mecnun hayâle daldı: “Sizin gözünüz sadece kadehte, içindeki şaraptan haberiniz yok…” dedi kınayıcılara. Hayâliyle teselli buldu, vuslata meyl etmedi…

Gerçeğe tercih edilen hayâl, heyûlânın sûretidir, -biçimi değil.

Heyûlâ, aziz kılınmış her canın hayâliyle bilindi; ezelde kâinat var edildiğinde her yer karanlıklarla kaplıydı, bilinen hiçbir şey yoktu; karanlık dalgaların üzerinde yüzen Rûh onu ışk’la buldu, bilen ol kendi oldu.

* * *

Heyûlâ, ezelî hikmet açısından ilk maddeye (materia prima’ya) tekabül eder. Ancak bu ilk madde, bugün cisim dediğimiz kütlesel yoğunluğu kast etmez; ilk madde, henüz ışığın olmadığı karanlıklarla kaplı kâinatın hamurudur. Henüz olmayan bir dilin harfleri gibidir. O, şeyleri ortaya çıkaran sûretlerin gerisinde (bilkuvve) İmkân’ın kendisidir. Bu yüzden elle tutulup gözle görülebilecek bir hamur değil, kelimenin tam karşılığı olarak hayâle gebe bir potansiyeldir. Ki bu ilk maddeye heyûlâ denilmesinden maksat, sadece görüp dokunduğuna gerçek diyen akıl sahibine gerçek dediğinin hayâlden başka bir şey olmadığını anımsatmaktır. Yani gerçek denilen esasen hayâldir ve hayâl denilense gerçektir –münkirin inkârı da bir cismin ya da ismin reddedilmesi değil, bu fark üzeredir. Görünen gerçeğin onu görünür kılan hayâlden gelmesine -ve başlangıçsızlığına ve bitimsizliğine rağmen, mümkün olagelmiş gerçeğin bir “nokta”ya sığıvermesi de buna delildir…