8 Eylül 2014 Pazartesi

İdris Küçükömer'in “Sivil Toplum”una Dair Not

“Sermaye kesimimiz çağdaş bir sivil toplum oluşturulmasını istemez.
Onlar için halkın yığınlardan oluşması çok daha yararlıdır.
Halkın yığınlaşması militanlık getirir; bu ise sivil aralıkları yok eder.”

Küçükömer, sosyal meseleleri de tıpkı felsefede, bilimde ve sanatta olduğu gibi “bilgi” temelinden tartışınca İslâm coğrafyası -ya da onun deyişiyle Asyagil toplumlar- ile Batı arasındaki farklılaşmayı bilgi tarzlarından anlama gereğine müracaat ediyor. Batılı olmak istenmekle Batılılaşılmaz: “Lojik tarihi kategorileri birbirine indirgeyemeyiz.” derken Düzenin Yabancılaşması'nda bunu anlatmak istediğini söyler. Bu sebeple İbn Rüşd'ün İslâmî düşünüşte tükenen ama Avrupa'da hayat bulan rasyonelliğini yineliyor sürekli: “Ortaçağ'ın içinden gelip onu aşarak Descartes'a ulaşacak çizginin temel taşı!” Geriye bakmadan önce Osmanlı için bu noktada Fetih'ten sonra düşünceyi durdurma hamlesi, aynı dönemde Avrupa'da Rönesans atılımının uyumluluğu: “15. yy'da felsefe yasaklandıysa bu politik yapı gereğidir.”

Asyagil toplumlar ile Batı toplumlarının ideolojik bazı farkları gözlemleniyor:
(İdeoloji: Toplumsal bir modelin (üretim ve dağıtım ilişkilerinin) bütünselliğinin korunması için işletilen aygıtların tümü.)

Avrupa'da Greklerden Roma'ya, Ortaçağ'dan demokrasiye uzanan süreçte aktif bir citizen olgusu var: Yunan demokrasinin yürütücüsü olan citizen, “toprak sahibi, eliyle çalışmayan, erkek” yurttaşlar. Bu unsur Avrupa için temel karakteristiklerden birisi, çünkü Roma senatosunda da feodal örgütlenmede de mülk sahibi citizen toplumsal yönelime etkin olarak müdahil olabiliyor ve politika yapma hak ve görevine sahip. (Küçükömer, “hürriyet=sorumluluk çağımız için demokratik kriterdir.” derken “özgür” insanın politik sorumluluğunu gösterir.) Yunan'dan itibaren demokrasi seçkinci bir karakterde ve politika mülkiyet ile uyumlu olma temelinde kuruluyor. Ancak burada sözü edilen mülkiyet ilişkisi, özel mülkiyetin liberal karakterinden biraz farklı: Üretimden ortaya çıkan artı-değer citizen'in birikimine dönüşmüyor, zaten burjuva sınıfının varlığı sömürü için bir sebep değil sonuç gibi duruyor.

Asyagil modeldeyse citizen yok, politik kararlar mülkiyetle ilişki olmaksızın yönetici sınıfının işi. Devlet figürü, üretim araçlarına sahip olmaklığıyla artı-değere doğrudan el koyan bir yapı. Burada mesele, maddî varlığın bir ara sınıf (citizen)'ta toplanması ya da toplanmaması değil; politika yapma gücünün maddî varlıktan bağımsız olarak bir sınıfa (bürokrasi) tahsis edilmesi. (Bu fark -din eksenli- bir kültürel etkileşimle de ilgili gibi: Asyagil din anlayışı -İslâm, Taoculuk, Buda, Mani, Hindu dini vs.- çok tanrılık fikri içerse bile bütünlük ve uyuma vurgu yapıyor. Hindu dininde tanrılar kavga etmiyor ya da Mani dininde iyi ve kötü -Taoculuktaki gibi- esasen tek bir gücün yansıması. Şamanist doğacılık da insanı ya da kötülüğü kainattan veya tanrıdan koparmıyor. Batı pagan dinlerinde, Yunan çok tanrıcılığında veya Romalılaşmış Hıristiyanlık'ta ise durmaksızın devam eden bir çatışma, zıtlaşma var. Bütünün ahengi yerine diyalektik bir doğruluğa uzanım fikri. -Bunun için karşılaştırmalı mitoloji ve metafizik algı çalışmalarına ihtiyaç var.- Küçükömer bunu “epistemic subject” ile ilişkilendiriyor. Doğa-toplum ilişkileri merkezgil bir düzeni gerektirdiği için Osmanlı Hanefiliği seçmiştir diyor. Bir yerde de social entity-kozmoloji ilişkisi: İnsan-doğa-toplum-devlet. “Batı, Doğu'nun ahengini bozmuştur.”)

Asyagil modelde iktidar bölünmemiştir, manevî otoritenin maddesel dünyadaki ahengi devam eder; Avrupa'da ise iktidar farklı seviyelerde bölünmüş olarak işletilir. Burada da maneviyat ön planda ancak metafizik algı farklılaşması var: Mesih=tanrı ve Deccal=Anti-Christ.

Her halükârda politika “devletin bütünlüğünü” sürdürme işi olarak toplumu korumaya odaklı. Bu temel nokta her iki model arasında Küçükömer'in üzerine gitmediği bir müşterek saik barındırıyor: Politika, toplumsal üretimi ve işbölümünü organize ederek (üretim-ürün-dağıtım) doğrudan toplum varlığını devam ettirebilme uğraşıdır. Avrupa modeli, üretimin, devlet organının bir alt kademesinde -mülkiyet sahibi- citizen eliyle organizasyonunu sağlarken politikayı da bu kademenin biçimlendirmesine açık bırakan bir model. Bunun için köleci sistemi tesis edilmesi de bir zorunluluk hâli: Siyasal ve ekonomik iktidar beraberce tesis edilmek suretiyle insan tabiatı disipline ediliyor. Ne var ki kapitalist düzene (kullanım değerli/ihtiyaç için üretimden değişim değerli/ticaret/tüketim için üretime=ticaretin endüstriyi biçimlendirken, endüstrinin ticareti biçimlendirmesi (Marx).) kadar citizen'in “ticaret erbabı” olmaması bu disiplinin modern anlamından farklı bir anlamı olduğunu görmeyi kolaylaştırır. Citizen; politik akla sahip -yani toplumsal varlığın koşul ve imkânlarını biliyor- ve bu sayede üretici güç ile devlet arasında denge ve uyumu gözetebilen bir “aydın”. (Tanrı (devlet) ve insan (toplum) arasında bir tür Mesih, çoban.) Citizen'i burjuva zihniyetinden kesinlikle ayıran bir özellik bu: Rantı aynî alıyor ve bunu henüz ticarî kâra dönüştürmemiş. Bu rantın ölçümü, şahsî zenginleşme değil, aksine toplumu -ve üretici güçleri- koruma vazifesi yükleyici bir sorumluluk. (Esasen sosyal verimliliği itibariyle bunun rant olarak adlandırılması da pek doğru değil.) Zaten sözü edilen disiplinin anlamı bu: Kapitalist tahakkümün insanı kendi tabiatından uzaklaştıran köleleştirmesinin aksine Yunan-Roma köleciliği ve feodalite, insanı kendi doğasına dönüşe mecbur bırakıyor. (Platon'un “eliyle çalışmaya zorlanması” gereken bir sınıf olarak kölelikten bahsetmesi meselesi.) Bu (yeniden üretimi haneye bağlı) köleler ile burjuvazinin Afrika'da gemilere doldurduğu (yeniden üretimi mülkiyet sahibine bağlı) kölelerin varoluşsal nitelikleri aynı değil. Burjuva düzeni içinde köle artık bilimin nesnesi gibi olan doğa ile birlikte bir nesnedir. Emeğin biçimi iki köle modelinde farklıdır. Belki Yunan kölesi, Osmanlı kulu gibidir. (Zaten burjuva demokrasisi ile Yunan demokrasisi arasındaki temel kırılma burada gerçekleşiyor: Politik aklın işlevi: İdârenin sosyal verimliliği ya da rantçılığı.) (İbn Haldûn'un devleti; a.İktisadî, b.askerî bir yapı olarak tanımlaması; devletin amacının üretimi ve ürünü organize edip koruması olarak tanımlaması... Toplumlar ve devletler üretim ilişkileri tarzlarına göre farklılaşırlar.)

Küçükömer, “sivil toplum”u, “ihtiyaçların giderildiği -piyasaya dayalı- toplum” olarak tanımlıyor; politik toplum ise “karar üretilen toplum”dur. Ona göre Doğu-Batı ayrımı burada: Batı'da sivil-politik toplumlar ayrışmıştır ancak Doğu'da bu ayrım yoktur. Bunun bir göstergesi olarak konsey ve parlamentoları alıyor. Batı'da iktidarın bölünmüşlüğü; onun, farklılaşmış toplum içindeki çatışmalar eliyle yürütülmesi noktası: Aile, kabile, tabaka, sınıflar arasındaki iç ve dış çatışmalar politik toplumu var eder. Doğu'da bu çatışmalar olmadığı -bütünsel ahenk gereği- politik toplum yoktur. Batı'da politika bizatihi üretimi denetleyen citizenler eliyle yapılırken Doğu'da üretimle ilgisi olmayan görevliler, bürokratlar eliyle yapılır. (Politika önemlidir, çünkü köleci toplumun ana biçimlendiricisi politikadır, Ortaçağ'da din, Modern Çağ'da ise ekonomidir belirleyici. (Marx.) Politik-ideolojik-ekonomik toplumlar farkı Batı'ya özgü.)

Bu durum, iki model arasında kurumsal yapılaşmanın da farklılığını gerektirir: Batı'daki belediyeler, sendikalar, parlemontalar ile Doğu'dakiler arasında tarihî bir fark vardır. Bunlar aynı zamanda politika üretilen birimler olarak iktidarın bölünmüşüğünü ve geniş bir tabana yayılmasını temin ederler. Anayasa sorunu da burada: Yunan'dan beri (kent karakteri); yerel meclisler, senatolar, halk meclisleri, konseyler, parlamentolar eliyle farklı iktidar odakları karar alma ve alınan kararları denetim mekanizmalarını işletiyor. Bu merciler, ister istemez temsilî bir nitelik taşırlar. Anayasa ve yasalar, bu mercilerin süzgeçlerinden geçiyor, çatışmalarla doğru aranıyor, menfaatler karşılıklı hesaplanıyor... Anayasa en aşağıdan (forumdan) parlamentoya doğru gidiyor. (Halk yönetimi -demokrasi- denilirken kastedilen bu, seçme özgürlüğü değil.) Diktatörlükler hariç parlamento halka Anayasa dayatmıyor. Asya'da bu tür bir yapılaşma yokken bugün Anayasa, sanki gökten inmiş bir kitap gibi dayatılmak istenen bir metin, ideolojik bir belge olmaktan öteye gitmiyor. Bugün dahi sivil Anayasa tartışmaları sivillerden uzakta, 50 yıldır devlet içinde politika yapanlar ya da bürokratlar eliyle yapılmak isteniyor. Bin yıllık devlet geleneğini vurgulayan Küçükömer, haklı olarak bu geleneğe sarılmanın (muhafazakârlık) sivil toplum olgusuyla çelişkisini gösteriyor. Çünkü bizde sivil, asker olmayan demek; Avrupa'nın sivili ise toplumsal ihtiyaç, işbölümü, üretim gibi kavramlarla biçimleniyor. Burjuva demokrasinin sivil karakteri de buradan geliyor. Bizde burjuva bile devlet rantı sayesinde zenginleşmiş sınıf için kullanılan bir kavram...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder