"Ete
kemiğe büründüm
Yunus
diye göründüm."
"Ben
kimim?" sorusu hakkıyla cevaplanmak istendiğinde insan için
ömür boyu bir meşgale çıkmış olacaktır. Çünkü bu soru
felsefenin ve hikmet arayışının başlangıcı olduğu gibi insan
için, bilme ve yaşama uğraşının da rotasını çizen bir cevap
içermektedir. Nihayetinde her insan bu soruya verdiği cevap
doğrultusunda bir yön çizerek sürdürür hayatını. Fakat bu
soruya yeterince eğilinmediğinde kişi için bir tanım yetecektir
ki bu tanım da esasen kendisinin olmayacaktır: Kimlik. Burada iki
düzeyden söz etmek mümkün: Kimlik ve benlik.
Kim-lik,
sosyal bir süreçle örülür: Kişi, bilgisi niteliğinde ve
ölçüsünde kendisini, kendisiyle ilişkili gördüğü her şeyle
bir ağ içine yerleştirir ki bu ağa yüklediği anlam ona kim
olduğu sorusunun cevabını veren kimliğidir. Aslında çok zaman
bu kimliği oluşturan ağ, ona sadece bazı statüler sağlayarak
roller üretmiştir sadece. Fakat birey, kendini bu statü ve roller
aracılığıyla tanımlayarak günlük hayatını bir düzene sokar.
"Ben kimim?" sorusuna verilecek cevaplar; Ali'yim, anneyim,
kadınım, doktorum, Türk'üm, Müslüman'ım, Konya'lıyım vs.
şeklinde uzar gider. Bunlar kişinin kendisinden hareket etmekten
çok, toplum tarafından inşa edilmiş statülerin kabulü veya
reddi ile oluşturulur. Bir anne çocuğa "sen benim çocuğumsun"
demediği takdirde yani bunu inşa etmediği takdirde çocuk kendini
"Ayşe'nin oğlu" diye bir kimlikte bulamaz. Aynı şekilde
yetişkinlik-çocukluk, erkeklik-kadınlık vd. tanımlamalar toplum
tarafından belirli bir kültür kapsamında inşa edilir ve
toplumdan topluma değişkenlik göstererek şekillendirilir.
"Ben
kimim?" sorusuna bu sosyal süreç içerisinde oluşturulmuş
bir cevap, çoğu insana yeter. Kendisini zihninde oluşturduğu ağ
içerisinde tamamladığında kişinin dikey arayışı sona ermiş
yatay arayışla meşgul olmaya başlamıştır. Yani kendini
tanımladığı kimliğin içinde tutarlılık gözeterek (rolleri
benimseyerek veya onların çatışması arasında) yaşamını
sürdürür. Oysa kimlik çağımızın deli gömleğidir: Kişinin
elleri kolları onunla bağlanır, özgürlüğü yok edilir ve
hayatını sorgulamak ihtiyacını yok eder.
Herhangi
bir kim-lik ile yetinmeyen kişi için hayat sorgulanmaya
devam eder: "Ben kimim?" sorusuna cevap aranmaya devam
edilir. Bu soru, Budistlerde soğan kabuğu ile mecazlaştırılmıştır:
"Ben şuyum." diyen kişi için o kimlik sadece bir
kabuktur, onu da soymak gerekir. Onun da altında başka bir kabuk
çıkar, onun da... Kişi bununla meşgul olduğunda görecektir ki
insanın öztanımı, kendini tanımlaması, baştan ayağa dışardan
müdahalelerle şekillenmektedir. İnsanın ne olduğuna kendisi
karar vermekten çok, başkalarınca verilmiş tanımların
benimsenmesi söz konusudur. (Bu tanımlar ya doğrudan verilir ya da
şartlandırmalarla.) Bu sebeple "Ben kimim?" sorusunu
sorduğunda bir yığın statü, rol ve kimlik arasında ben
dediği bir nesne ile karşılaşmaktadır. Fakat bu ben
dediği kesin bir biçimde kişinin kendisi olmaktan ziyade toplum
tarafından inşa edilmiş bir nesneden ibarettir: Üzerine yığılmış
değerler, yükümlülükler ve görevler arasında kişi kendini
unutmuş ve ona verili olan bilgiler ve dayatmalar ışığında bir
benliğe hapsolmuştur.
Bu
durum meselenin sadece sosyal sürecinin bir özetidir. Kişi bunu
aştığı takdirde bu defa karşısına çıkacak olan çıplak
öznenin aslını arayacaktır. Bir nesne olmaktan çıkmış
ben, bir özne olarak kendine bakacaktır: Etten, kemikten,
düşüncelerden, hislerden vücuda gelmiş bu özne, ben dediğim ile özdeş mi? Ve
onun, tıpkı toplumun şartlandırmaları gibi türetilmiş
şartlandırmaları, arzuları, talepleri gerçekten bana mı ait? Ya
da şunu soracaktır korkmadan: Kim olduğunu bilmek isteyen ben
kimdir? Burası Hacı Bayram'ların söz ettiği noktanın da
başlangıcıdır.
"Bilmek
istersen seni
Can
içre ara canı
Geç
canından bul onu
Sen
seni bil, sen seni"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder