Dilin
işlevi anlamın aktarılmasından çok daha fazla olarak anlamın
inşa edilmesidir: Söz, varoluşun koşuludur; dil ise sözün
ilkesi ve koşuludur. Bir yaratım olarak kainat tasavvuru taşıyan
dinler bu konuda her şeyin söz ile yaratıldığında
mutabıktırlar: "Başlangıçta söz vardı" diye başlar
Tevrat; İsa, tanrının en yüksek tecellisi/söz olarak yaşamıştır
dünyada, insanlar arasında ve Kur'an'da bir şeyin yaratılmasının
koşulu "ol" sözüne bağlanmıştır.
İnsanın
dünyaya gelişiyle birlikte başladığı anlamlandırma süreci
bütüncül olarak aile, kültür, sosyal gerçek ile ilişkili bir
biçimde, duyumsayışına ve yani özgül kabiliyetlerine göre de
biçimlenir. Ailenin, kültürün ve sosyal gerçekliğin zaten
evvelce kabul ettiği anlamlar, çocuk tarafından içselleştirilerek
benimsenir. Böylece çocuk, esasen kendisiyle hiçbir ilgisi olmayan
konular hakkında fikirlere ve inançlara sahip olduğu hissine
kapılır. Bu, ömrü boyunca çokca devam eder gider.
Çok
zaman düşünmek fiili de yanlış bir şekilde daha önce
düşünülmüş şeylerin üzerinden geçmek, onları öğrenip
benimsemek olarak anlaşılır. Bu yönden "Hiç düşünmez
misiniz?" (tefekkür/tezekkür) ikazı insan türündeki yaygın
bir eksikliğe dairdir. (Intellect ve ratio arasında da yakın bir
fark vardır.) Çünkü düşünmek anlamanın tek yoludur ve
çocukluktan itibaren genelde yapılan şey, düşünmek değil
öğrenmektir. Öğrenmek ise zaten hazır kalıp hâline getirilmiş
bir anlamı benimsemektir ki insanla aynı maddî amaçlara ve aynı
hazlara sahip olan şenpanzelerin de bu kabiliyeti bilinir.
Şu
hâlde dil aracılığıyla kurulan yaşamımızda anlamı üretmek
ve hazır almak/benimsemek biçiminde iki tutum var demektir. Ki
sıkça yaşanan "yanlış anlama"lar hatırlanırsa, orada
olan şey esasen verilen anlam yerine yeni bir anlamın
"kur"ulmasıdır: Kişi, karşısındakinin bütüncül
söylemini göz ardı ettiği zaman ya da eksik bildiği zaman olan
bir şeydir bu. Kendisine iletilen mesajı bu ham hâliyle alır ve
kendi "değer"lendirmesi içinde eriterek onu kurar. Tıpkı
sanatçının hakikatle ilişkisi gibi. -Ancak sanatçı eksiklik ya
da hatadan dolayı böyle davranmaz, onunki mesajın zamansal ve
mekânsal koşullar içerisinde "yeniden üretim"i amacını
taşır. Yanlış anlayıcı, mesajı çarpıtmıştır. Ancak her
halükârda mesajı almak bir yeniden üretimdir, doğru ya da yanlış
da olsa.
Anlamı
alma süreci olarak okumak fiili de temelde bir yeniden üretim
sürecidir: Kişi ne okursa okusun bir anlam inşa eder. Okumanın
amacı da budur zaten. Ama okumanın şartları, okuma ile elde
edilecek mesajı değerlendirme imkânı anlamı uçsuz bucaksız bir
skalaya yayma yolu açar.
Yunus,
okumanın/mesaja ulaşmanın kendi başına değeri olmadığını,
böylesi okumayı küçümseyerek dillendirir:
"Sen
kendini bilmezsen
Bu
nice okumaktır?"
Çünkü
mesaj ile inşa edilecek anlam kişinin kendi bilinci üzerinden
işletilebilir. Bu bilinç, hakikatin bütünlüğünü/kozmosu
kavrayacak kemalatta değilse, ne okuduğunun, ne bildiğinin ve dahi
ne yaptığının pek bir önemi yoktur. Bu yüzden zamanın belki
"kitap kurtları" olan akademik kişileri de anar:
"Danişmentler,
âlimler medresede bulmuşlar
Ben
harabat içinde buldum ise ne oldu?"
Kentten
uzakta, yılgın kalabalıktan uzakta, bir mağarada, aç, ailesiz,
bedensel ihtiyaçları ötelenmiş, belirli bir süre devam eden
yalnızlığıyla sosyal dayatma, değer, ahlâk/moral ve
şartlarlanmalardan ve kültürel kodların yığıntılarından
arınan birisi (Mustafa ismi istifa ile aynı köktendir, arınmışlığı
imler); sosyal dünyanın kaideleri etrafında dönen birisi gibi
görmez/kurmaz/okumaz hayatı. O bedensel ve kültürel
şartlanmalardan uzaklığıyla dünyayı yalın hâliyle görmeye
müsait bir bilince doğru evrilmiştir: Örneğin burada doğru olan
bir şey, yandaki kasabada yanlış "kabul edilmiş"tir.
Herkesi ve hatta her şeyi kuşatacak yüksek bir değer, yüksek bir
ilke olmadıkça ortada boyun eğilmesi gereken bir değer ya da
ilkeden ya da yasadan söz edilemeyeceğini o görebilir. Bu yüksek
değer ya da ilkeyse tabiatın kendiliği içinde süregiden sonsuz
akışın ritmiyle ilgili olabilir. Aksi takdirde kabilelerin
tiksindirici yaşam tarzları ve kuralları içerisinde bir barbar
olarak yaşayıp ölmek de vardır kaderde, yükselme umudu
içerisinde uzatılan havuçtan başka bir şey görmeden soluksuzca
koşan bir kariyeristlik de, öldükten sonra -yani maddî şartların
sonlanıp sonsuzluğun ritmine bir bilinç hâli olarak devam
edilirken- hiçbir işe yaramayacak şeyler "biriktirmiş"
olmak da vardır böylece.
Bir
metin "burada yazılanları hikâye gibi okumayın" derken,
içinde geçen meselleri tıpkı kişiselleştirmeden uzak tutmak
gerektiği gibi tarihselleştirmeden de ideolojikleştirmeden de uzak
tutarak okunmasını talep etmektedir. Çünkü tarih de ideoloji de
tıpkı hikâye gibi kurgudur. Bu yönden bunu talep eden bir kitap,
hikâyeler, meseller kitabı değil dosdoğru bir
kategoriler/farklar/Furkan kitabı olabilir. Kategoriler olaylar ve
olgular için değil anlamanın araçları olan kavramlara ilişkindir
ki bu kavramlar yasayı/ilkeleri lojikleştirme araçlarıdır.
Hiçbir
kronolojik olay ya da sosyal/siyasal olgu yoktur ki tüm
"değer"lendirmelerden arınmış bir suretle kayıt altına
alınsın ve aktarılsın ve okunsun. Son tahlilde o olayı okuyan
kişi tarafından bir değer yüklenmesi elzemdir. Nihayetinde bir
metin/söz, bir anlamı aktarmanın yoludur sadece. Ancak denildiği
gibi dilin esas işlevi bu aktarma değil, inşadır; mesajı alan
onu kabul çerçevesi içinde yeniden üretecek, kuracaktır. Bu
anlam, kişinin aldığı mesajı işleyerek oluşturduğu bir kurgu
olarak inşa edilebilmek durumundadır. Bu yönden evrenin kendisinin
de bir söz olmasının anlamı, onun bir kurgu olduğudur. Her
halükârda "gerçeklik" diye adlandırdığımız ne varsa
sadece bir kurgudur. Kurguyu ise kişi ya o mağaradaki gibi hareket
ederek toplumsallığın yüklerinden "arınarak"/toplumdan
istifa ederek kendisi kurmak suretiyle "kendini bil"erek
yapar ya da ona yaptırılması istenen şeylerin peşinde bir
kul/abid/köle olarak koşturmak için ezber eder. Bu kesinlikle bir
tercih meselesidir ve bunda hiçbir zorlama yoktur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder