5 Mart 2015 Perşembe

Okumanın Metafiziği: Hermenötik İçin Bir Vızıldama


Dilin işlevi anlamın aktarılmasından çok daha fazla olarak anlamın inşa edilmesidir: Söz, varoluşun koşuludur; dil ise sözün ilkesi ve koşuludur. Bir yaratım olarak kainat tasavvuru taşıyan dinler bu konuda her şeyin söz ile yaratıldığında mutabıktırlar: "Başlangıçta söz vardı" diye başlar Tevrat; İsa, tanrının en yüksek tecellisi/söz olarak yaşamıştır dünyada, insanlar arasında ve Kur'an'da bir şeyin yaratılmasının koşulu "ol" sözüne bağlanmıştır.

İnsanın dünyaya gelişiyle birlikte başladığı anlamlandırma süreci bütüncül olarak aile, kültür, sosyal gerçek ile ilişkili bir biçimde, duyumsayışına ve yani özgül kabiliyetlerine göre de biçimlenir. Ailenin, kültürün ve sosyal gerçekliğin zaten evvelce kabul ettiği anlamlar, çocuk tarafından içselleştirilerek benimsenir. Böylece çocuk, esasen kendisiyle hiçbir ilgisi olmayan konular hakkında fikirlere ve inançlara sahip olduğu hissine kapılır. Bu, ömrü boyunca çokca devam eder gider.

Çok zaman düşünmek fiili de yanlış bir şekilde daha önce düşünülmüş şeylerin üzerinden geçmek, onları öğrenip benimsemek olarak anlaşılır. Bu yönden "Hiç düşünmez misiniz?" (tefekkür/tezekkür) ikazı insan türündeki yaygın bir eksikliğe dairdir. (Intellect ve ratio arasında da yakın bir fark vardır.) Çünkü düşünmek anlamanın tek yoludur ve çocukluktan itibaren genelde yapılan şey, düşünmek değil öğrenmektir. Öğrenmek ise zaten hazır kalıp hâline getirilmiş bir anlamı benimsemektir ki insanla aynı maddî amaçlara ve aynı hazlara sahip olan şenpanzelerin de bu kabiliyeti bilinir.

Şu hâlde dil aracılığıyla kurulan yaşamımızda anlamı üretmek ve hazır almak/benimsemek biçiminde iki tutum var demektir. Ki sıkça yaşanan "yanlış anlama"lar hatırlanırsa, orada olan şey esasen verilen anlam yerine yeni bir anlamın "kur"ulmasıdır: Kişi, karşısındakinin bütüncül söylemini göz ardı ettiği zaman ya da eksik bildiği zaman olan bir şeydir bu. Kendisine iletilen mesajı bu ham hâliyle alır ve kendi "değer"lendirmesi içinde eriterek onu kurar. Tıpkı sanatçının hakikatle ilişkisi gibi. -Ancak sanatçı eksiklik ya da hatadan dolayı böyle davranmaz, onunki mesajın zamansal ve mekânsal koşullar içerisinde "yeniden üretim"i amacını taşır. Yanlış anlayıcı, mesajı çarpıtmıştır. Ancak her halükârda mesajı almak bir yeniden üretimdir, doğru ya da yanlış da olsa.

Anlamı alma süreci olarak okumak fiili de temelde bir yeniden üretim sürecidir: Kişi ne okursa okusun bir anlam inşa eder. Okumanın amacı da budur zaten. Ama okumanın şartları, okuma ile elde edilecek mesajı değerlendirme imkânı anlamı uçsuz bucaksız bir skalaya yayma yolu açar.

Yunus, okumanın/mesaja ulaşmanın kendi başına değeri olmadığını, böylesi okumayı küçümseyerek dillendirir:

"Sen kendini bilmezsen
Bu nice okumaktır?"

Çünkü mesaj ile inşa edilecek anlam kişinin kendi bilinci üzerinden işletilebilir. Bu bilinç, hakikatin bütünlüğünü/kozmosu kavrayacak kemalatta değilse, ne okuduğunun, ne bildiğinin ve dahi ne yaptığının pek bir önemi yoktur. Bu yüzden zamanın belki "kitap kurtları" olan akademik kişileri de anar:

"Danişmentler, âlimler medresede bulmuşlar
Ben harabat içinde buldum ise ne oldu?"

Kentten uzakta, yılgın kalabalıktan uzakta, bir mağarada, aç, ailesiz, bedensel ihtiyaçları ötelenmiş, belirli bir süre devam eden yalnızlığıyla sosyal dayatma, değer, ahlâk/moral ve şartlarlanmalardan ve kültürel kodların yığıntılarından arınan birisi (Mustafa ismi istifa ile aynı köktendir, arınmışlığı imler); sosyal dünyanın kaideleri etrafında dönen birisi gibi görmez/kurmaz/okumaz hayatı. O bedensel ve kültürel şartlanmalardan uzaklığıyla dünyayı yalın hâliyle görmeye müsait bir bilince doğru evrilmiştir: Örneğin burada doğru olan bir şey, yandaki kasabada yanlış "kabul edilmiş"tir. Herkesi ve hatta her şeyi kuşatacak yüksek bir değer, yüksek bir ilke olmadıkça ortada boyun eğilmesi gereken bir değer ya da ilkeden ya da yasadan söz edilemeyeceğini o görebilir. Bu yüksek değer ya da ilkeyse tabiatın kendiliği içinde süregiden sonsuz akışın ritmiyle ilgili olabilir. Aksi takdirde kabilelerin tiksindirici yaşam tarzları ve kuralları içerisinde bir barbar olarak yaşayıp ölmek de vardır kaderde, yükselme umudu içerisinde uzatılan havuçtan başka bir şey görmeden soluksuzca koşan bir kariyeristlik de, öldükten sonra -yani maddî şartların sonlanıp sonsuzluğun ritmine bir bilinç hâli olarak devam edilirken- hiçbir işe yaramayacak şeyler "biriktirmiş" olmak da vardır böylece.

Bir metin "burada yazılanları hikâye gibi okumayın" derken, içinde geçen meselleri tıpkı kişiselleştirmeden uzak tutmak gerektiği gibi tarihselleştirmeden de ideolojikleştirmeden de uzak tutarak okunmasını talep etmektedir. Çünkü tarih de ideoloji de tıpkı hikâye gibi kurgudur. Bu yönden bunu talep eden bir kitap, hikâyeler, meseller kitabı değil dosdoğru bir kategoriler/farklar/Furkan kitabı olabilir. Kategoriler olaylar ve olgular için değil anlamanın araçları olan kavramlara ilişkindir ki bu kavramlar yasayı/ilkeleri lojikleştirme araçlarıdır.

Hiçbir kronolojik olay ya da sosyal/siyasal olgu yoktur ki tüm "değer"lendirmelerden arınmış bir suretle kayıt altına alınsın ve aktarılsın ve okunsun. Son tahlilde o olayı okuyan kişi tarafından bir değer yüklenmesi elzemdir. Nihayetinde bir metin/söz, bir anlamı aktarmanın yoludur sadece. Ancak denildiği gibi dilin esas işlevi bu aktarma değil, inşadır; mesajı alan onu kabul çerçevesi içinde yeniden üretecek, kuracaktır. Bu anlam, kişinin aldığı mesajı işleyerek oluşturduğu bir kurgu olarak inşa edilebilmek durumundadır. Bu yönden evrenin kendisinin de bir söz olmasının anlamı, onun bir kurgu olduğudur. Her halükârda "gerçeklik" diye adlandırdığımız ne varsa sadece bir kurgudur. Kurguyu ise kişi ya o mağaradaki gibi hareket ederek toplumsallığın yüklerinden "arınarak"/toplumdan istifa ederek kendisi kurmak suretiyle "kendini bil"erek yapar ya da ona yaptırılması istenen şeylerin peşinde bir kul/abid/köle olarak koşturmak için ezber eder. Bu kesinlikle bir tercih meselesidir ve bunda hiçbir zorlama yoktur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder