23 Aralık 2016 Cuma

Susma Biçimleri: Sessizlik, Eylemsizlik ve Kayıtsızlık Üzerine

"Susmak, kurtuluştur."
Şeyh Ebu Medyen

"Süleyman kuş dilin’ bilir dediler
Süleyman var Süleyman'dan içeri"
Yunus Emre

Modern zihnin yangını bir vehimden ileri gelir: Bazı koşullar düzenlenirse mevcut “durum” da düzelecektir –şu eksiktir, bu fazladır sadece. Bu vehim; olmaya değil, yapmaya öncelik verdirtir. “İlerleme”, kişisel gelişme gibi modern kavramların yanı sıra koşula/Zaman’a bağlı tekâmül etmenin ve bir amaçlılık ifade eden evrim düşüncesinin ortak yanılgıları; tıpkı bir yerlerde stabil durumdaki hakikate erme zannı gibi bir şeyler yaparak kemâle de erilebileceği zannındandır. Oysa kemâl, hareketten önce gelir. Çünkü meyve tohumda gizlidir.

Kemâl arayan hareketi ve böylece Zaman’ı düşünür. Zaman ile her süreç, henüz başlamadan zaten tamamlanmıştır: Başlangıç ve son birdir. Tao geleneğinde wu-wei/eylemsizlik prensibi bu sebeple kâmil insan için geçerlidir: O, eylemle ortaya çıkacak neticelere karşı bir kayıtsızlık içindedir. Çünkü dışarıda ne olursa olsun merkezdekine, tekerleğin kalbindekine etki etmeyecektir. –“Yapma, ol” denilmesinin sebebi de budur; herhangi bir etkinlik her halükârda bir oluşun neticesi olarak var olabilir. Netice veya son, zaten başlangıcın içindedir –öyle olduğu için de niyet sonuçtan daha kıymetlidir.

Bu sebepten hikmet, başlangıçta mevcut sonu da görmek demektir –ve bu, “hikâye” sanatının hikmetle ilişkisini de gösterir: Bir olayın tahkiyesi, ancak olaya sebep olan unsurların zorunlu neticeleriyle ilişkilendirildiğinde çemberin/yazgının tamamlanmasıyla kurulabilir. Gerisi laf-ı güzaftır, israftır.

Musa, hikmetle donatılmış “kullardan bir kul” ile karşılaştığında başlangıcını gördüğü olayların hakikî sonuçlarından bîhaber olduğu için yol arkadaşı hakkında bazı hükümler verdi. Hükümleri yanlıştı, çünkü sonuç hakkında hiçbir ilmi yoktu. Hızır ise hikmet ehli olarak yaptıklarının sonucunu zaten içeren bir başlangıçta sabitti. Ayrılan, esasen o değildi ama “bu, seninle benim yollarımızın ayrıldığı yerdir” dedi.

Olayları Zaman’ın içinde, bir çizgi üzerinde okuyabildiği için “balığın karnındaki” de Musa gibi, bir mağarada yaşadığını idrak edene kadar uyanamadı: “Kendime zulmettim”, dedi sonra.

Kemâlin hareketten önce geldiğinin bir ifadesi Aristoteles’in “gâyenin iyi” olduğu fikrinde yatar: İyi olan tamamlanmıştır ve tamamlanmış olan, şeyin gâyesidir. Zaten modern düşünceden önce Zaman’ın dairesel olarak tasavvur edilmesinin gerekçesi de başlangıç ve sonun, oluş ve gâyenin bir ve aynı olmaları; iyi olanın kemâl bulmuş ve ilk olan olmasından dolayıdır. İsa da bu yüzden “Bizler, birinciler ve sonuncularız” dedi. Çünkü birinci olan sonuncu, sonuncu olansa birincidir daima; dairede…

***

Kemâl, erişilecek bir amaç değil de hareket öncesi hâl ise hareket olmaksızın o zaten var demektir. Hareket etmeyen muharrikin ilk hareketi “ol” sözüdür. Başlangıçta daima söz vardır ve bu yüzden kemâl bir susma biçimi ve sessizlik bilgeliğin alâmetidir.

Susmak bir sonuç olarak son sözü de içerir; her susuş, suskunluktan evvel bir son söz ile mümkün değil midir? Sükûnet, bilkuvve olarak ilk sözü de son sözü de içerir ama artık sözün gereği olan cevabı, tepkiyi dilinde sönümlemiştir: O, hareketsiz olarak kalbi mesken tutmuş sâkinin hâlidir. Kemâl de aynı sebeple tüm hareketlerle beraber hareketsizliği de içeren Zaman’ın kendine mahsustur. Velâkin Zaman’ın anlaşılma biçimi kemâlin anlaşılmasını da yönlendirir olduğundan ve kemâlin bir “yaparak olma” veya “gelişim süreci” olarak anlaşılır olmasından Zaman’ın pek de anlaşılmıyor olduğu sonucu çıkarılabilir.

Zaman ile ilgili en derin çatlak, onun süre ile karıştırılmasında doğdu. Zaman’ın izafî olduğu söylenirken kastedilenin iki nokta arasındaki süre olması gibi; Zaman’ın anlamı, artık bulunmayan bir geçmişe ve henüz olmamış bir geleceğe atfedildi. Bu yanılgıdan da görülebileceği üzere, Zaman’ı kavrama biçiminin varoluşu kavrama biçimine şekil verdiği söylenmelidir. Bu mühimdir, çünkü varoluş Zaman’a tâbidir ancak süre de varoluşa tâbidir; süre, Zaman olarak anlaşıldığı anda varoluş ve Zaman ilişkisi ikilikler üretmeye başlar: İzafî ve mutlak, gerçek ve hayâl, yakın ve uzak…

Âlem, Zaman ile kuşatılmıştır; onunla başlamış ve onunla biterek bir süre içinde, bir süre için gerçekliğe çıkmıştır. Bu sebeple iki biçimi vardır bilinç ile Zaman arasındaki ilişkinin; ilki, Zaman’ın içinde olmanın farkındalığından ileri gelen, onun kavranamazlığını kavramak (bilmemenin erdemi); ikinci olaraksa süreyi Zaman kabul edip Zaman’ı kavradığını sanmak (bilmemenin cehaleti).

* * *

İnsandan taşanlar ancak kendinde olanlardır. Dil, dimağın şahidi; el, kalbin zâhiri; bel, nefsin menzilidir. İnsandan taşan âlemi yapar: İbn Arâbî’nin dediği gibi “İnsan âlemle kemal bulmaz; âlem, insanla kemâl bulur” bu yüzden: Âlem, insanın kelimelerine muhtaçtır mamur olmak, “anlam” ile inşâ için. Mevcudiyeti sözden ibarettir: Her hâlükârda dil de insandan içeridir.

Şu hâlde gerçek bir anlayışsızlıktan söz edilebilecekse bu, tatmin olmamış benliğin tepkisi olan kınayıcı ya da suçlayıcı sözlerin çıktığı dilde mümkündür denilebilir. Ona göre karşılaştığı her iyilik kendinden bir marifetle, her kötü durum ise diğerlerinin yaptıklarından ileri gelmektedir. Oysa, “insan için kendi elleriyle yaptıklarından başka bir sonucun bulunmadığı” bildirilmiştir. Hatta kötülük, bütünüyle kendine ait bir fikirden, bir fiilden ileri gelirken karşılaştığı iyilik, kendinden ziyade var olmasını mümkün kılan koşullardan –bir hikmet olarak- ortaya çıkmıştır: Hikmet de hakikatin dili, Hâkim’in zâhiridir.

Yani hikmet, hakikat ağacının gölgesidir; kendinden kendinedir: Eşyanın hakikati, Zaman’a bağlı olmadığı için başlangıcı da sonu da birlikte içerir, çünkü denildiği gibi meyve tohumda gizlidir…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder