3 Ocak 2017 Salı

"Gelenek ve İdeoloji Arasında İslâm Medeniyeti Söylemi"


Önsöz
"Nefs daimî surette, kendisine galip gelende bir kemâl bulunduğuna itikad eder ve onun hizmetine girer (...) Böyle bir yanlışlığa düşülmesi ve bunun aralıksız devam etmesi, bir itikad, bir inanç ortaya çıkarır. Bunun neticesi olarak mağlub, galibin bütün yol ve yöntemlerini benimseyip, her hususta onun yolunu tutar, ona benzemeye çalışır. İktida işte budur."

İbn Haldûn, Mukaddime

Çok büyük zaman dilimleriyle meşgul olmadan bugünden sadece otuz yıl önceye baktığımızda gündelik hayatın, kişiler arası ilişkilerin, inanç dünyasına ait temsillerin ve bütün olarak dünyaya ve hayata yüklenen anlamın geçirdiği başkalaşımı görmek mümkün. Sadece toplumsal dünyanın değil, onunla beraber biçimlenen ferdî hayatların da yaşam tarzları dışında ilkeler, amaçlar, beklentiler düzeyinde oldukça farklı ve yeni karakterlere büründüğü aşikâr.

Değişimin kendisinde yadırganacak bir şey yok elbette; "O her ân yeni bir iştedir." (Rahman,29). Üstelik "Güneş her gün yeni" diyen Herakleitos'tan beri değişimin mevcudiyetine ve kesinliğine ilişkin dikkatin düşüncelerimizde yer alması gerektiği söylenegelmiştir. Ancak kastedilen değişim, sadece yüzey ya da kabuktadır. Hakikat hiç değişmemiştir ve aynıdır. Ama hakikate bakışımız değişmiştir; onu yerleştirdiğimiz konum, yüklediğimiz anlam, ona verdiğimiz kıymetin düzeyi değişmiştir. Bu sebeple otuz yıl önce doğru ya da hak kabul edilenler, bugün anlamsız ve değersiz görülebilmektedir. Hakikatin kendisi de belki, içinde yaşadığımız dünyanın soğuk gerçekliği yüzünden "eskilerin efsanesi" gibi algılanabilmektedir.

Bugünkü şartların etkisiyle biçimlenen zihinlerimiz, otuz yıl önceki toplumsal gerçekliği belki yeni nesle aktarmakta ve hatta bizatihi onu kavramakta bile güçlük çekiyorsa sebebi başımızı döndüren hızdır. Bu hızı sadece teknik değişimler aracılığıyla sezebilen birisi için bile gündelik yaşamın başkalaşımı daha derinleri işâret eder. Yeni teknolojilerin birey hayatında işgâl ettiği yer, bireysel bazı değişimlerden ötede aileden başlamak üzere toplumsal dünyanın her alanını yeniden karakterize etmekte: Aslında çok daha büyük bir değişimin, zihinsel, ekonomik ve siyasal bir dönüşümün parçası olan bireyselleşme eğilimleri, teknolojik ürünlerin dayattığı tecrit ortamı içinde ifade bulabilmekte ve bireyler de toplumsal dünyayla sadece diledikleri zaman açıp kapatabilecekleri bir pencereyle temas kurmaktadırlar. Bu pencereden görünenlerin hangisinin gerçek, hangisinin sahte olduğuysa belirsizdir.

Böyle bir dünyada "yaradılanı sev yaradan ötürü", "tebessüm sadakadır" ya da "Allâh'ın kulları kardeş olunuz" mesajları da ancak eskilerin efsanesi olmak bakımından anlam taşır: Hırsları ve şehvetleri kabartan “Başarı" isimli bir put, bu mesajlara kulak asmamamız gerektiğini fısıldar her fırsatta. Üstün gelmek, haklı çıkmak, güçlü olmak, kontrol edebilmek ve bunlar vasıtasıyla erişilecek “Mutluluk" denilen uyuşturucu da ancak böyle bir dünyada tebessümden, yaradan için sevmekten, kardeşlik hukukundan daha mühimdir.

Bu durum elbette otuz yılda gelinmiş bir netice değil. Otuz yıllık değişim; ailenin anlamı, mahremiyet algısı, komşuluk hakkı, doğruluk, hak ve adâlet, giyim-kuşam, yeme-içme, kanaat etme ve daha nice toplumsal olguya ilişkin algımızdaki farklılaşmayı görünür kılabilen bir kesit sadece.

Bir silsile hâlinde dünyaya dair bilgimiz, onunla biçimlenen algımız ve dünyaya yüklediğimiz anlam sürekli değişmekte ve bu değişim şeylerde gördüğümüz nitelikleri yeniden biçimlendirmekte. Bir milat belirleme gereğine başvurulduğunda dünyanın bu son durumunun yaklaşık olarak Rönesans ile başlayan bir süreci işâret ettiğini söylemek mümkün. Rönesans sanatta devrim, kültürde değişim olarak algılanır sıklıkla. Ancak bu dönem, insanın bütün geleneksel bilgi sisteminin dışına çıkıp dünyanın yeni bir okumasına müracaat edilmeye başlandığı dönemdir: Minyatürlerin ya da fresklerin kozmosa naif bakışları terk edilerek resim sanatında perspektifin keşfedilmesi gibi şeyler hakkındaki bilgimizin, o şeyin nedeni, hikmeti yerine bilen öznenin bakışıyla yeniden yapılandırılması kastedilerek "yeniden diriliş" fikrine atıf yapar. Eskilerin efsanesi terk edilir ve hayatın tüm gerçekliği, belirli bir konumdan gören gözün gördüğüyle kayıtlanır.

Bu zihniyet değişimi dünyayı yeniden biçimlendirir: Önce gören göz olarak insan-merkezli evren anlayışı kuruldu, sonra Avrupa-merkezli bir dünya görüşü inşâ edildi ve şimdi küreselleşme adı altında, farklı şekillerde devam edegelen emperyalizmin evrenselcilik dalgası başladı. Gören gözün merkezinde yer aldığı bilim ve teknik aracılığıyla yeryüzü sömürülürken insanın anlamı, ilkelden uygara doğru uzanan bir evrimin aşamasına indirgenerek ilkeller uygarlaştırılmaya başlandı. Kolonyalizmin karakterize ettiği endüstriyalizm ve kapitalizm aşama aşama acı ilacını hasta adamlara uygularken, bütünüyle maddî değerleri merkeze alan bir uygarlık söylemi de zihinlere deli gömleği gibi giydirildi.

Bugünden bakıldığında otuz yıl öncesinin değerlerinin, normallerinin yadırganabilmesi gibi beyaz adamın uygarlığıyla karşılaşan geleneksel insan da çağın gerekleriyle yüzleşmek zorunda kaldığında geçmişi yadırgar hâle geldi. En azından Osmanlı toplumunun moderniteyle temasıyla birlikte ortaya çıkan fikirlere, kavramlara ve tartışmalara bakıldığında bunların toplumsal dünyaya bu çerçeve içinde bir ayna tutmuş olabilecekleri söylenebilir. Henüz mevcut durumun algılanması düzeyinde bir bakış açısı değişimi gerçekleşti: Geleneksel dünyanın takdir-i ilâhiden râzı olup, hak olandan vazgeçmeyip, doğru bilinen yolda yürüyerek sabretmeyi esas alan motivasyonlarının terakkiye mâni olup olmadığı sorusu üzerine kurulu tartışmalar başladı. Böylece beyaz adamın uygarlaştırma misyonunun tohumları da bu topraklara serpilmiş oldu.

Medeniyet sözcüğü bu dönemde, tamamen maddesel bir dünyanın yüksek kabul edilen kültürünü esas alan uygarlık (civilisation) söyleminin etkisi altında ortaya çıktı. Önce sadece bir kelimenin Arapçada bile olmayan bütünüyle Osmanlı Türkçesine ait karşılığıydı. Sonra hızla Avrupa'ya verilmek istenen bir cevabın kategorik temsiline dönüştü. Bu dönüşüm, medeniyetin bir kavram olarak görülmesine değil de olgusal bir anlama sabitlenmesi sonucunu getirdi. Anlamın içeriği zaman içinde siyasallaştıkça yönelilen ideolojik emellerin bir arketipi olarak geçmişle geleceği buluşturan bir tahayyülün nesnesi hâlini aldı. Bu tahayyülde sözcüğün başına eklenen İslâm ayracı, dinin işâret ettiği değişmeyen hakikat yerine öncelediği muhafazakâr kültür uğruna araçsallaştırıldı. Böylece ideolojikleştirilmesi sûretiyle İslâm medeniyeti söylemi, dinin dünya için taşıdığı anlamla dünyanın Müslümanlar için taşıdığı anlamın yer değiştirmesinin kavramsal zemini oldu. Bu durum, belki de İbn Haldûn'un "mağlupların kaderi" olarak dokunduğu yaradan dolayı böyledir...

Bu çalışmada yer alan makalelerin gâyesi, İslâm medeniyeti olarak zikredegeldiğimiz ve olabildiğince bütünlüklü kavramaya meyyal olduğumuz tarihsel durumu anlamaya çalışmaktır. Bu çaba, kavramı Âdem'den bugüne ulaşan İslâm geleneği içinde okuma uğraşından yola çıkıp zamanla toplumsal dünyanın değişimi içinde neye karşılık gelmeye başladığını anlamlandırmayı da gerektirmiştir. Bu yüzden, çalışmanın en sonunda yer alan vak'a analizi, düşünümsel bir sorgulamaya da karşılık gelmektedir: Sadece mülakat yaptığımız genç insanların zihniyet dünyasını değil, ilk makalede dile getirilen kavramsal çerçeveyi elden geldiğince irdeleyecek bir biçimde yazarın şahsî kavrayışını da kuşatıcıdır. Bu anlamda İslâm medeniyeti fikri için sorgulama esasen tam olarak kitabın bittiği yerde başlıyor denilebilir. Bu sebeple çalışmanın varmak istediği nokta da; her şeyin cevaplandığı iddiasıyla ilgili değil, başka araştırmacılar ve yeniden düşünmek isteyenler için bazı imkânlar sunabilmesiyle ilgilidir.

Böylece belirtilmelidir ki işlediğimiz veriler yönünde göremediğimiz bazı eksikliklerin ve hatalarının mevcudiyeti de muhakkaktır. Olmaması hata olur. Fakat ele aldığımız konulara ilişkin olarak esas olanın bakış açısı olduğu ve bu bakış açısında mümkün mertebe tarihsel ve öznel durumlarla ilgili uyarlamacılığın ve çağın gereklerine göre anlamlandırmaya yönelik bir çabanın aksine, konuları elden geldiğince ilkesel düzeyde kavrama gayreti içinde olduğumuz da dile getirilmelidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder