21 Ekim 2017 Cumartesi

Ezelî Hikmet ve Müdrike (Intellect)

Zahirî bilgi söz ile ya da kitaplar ile öğretilebiliyorsa bilgelik de aynı şekilde öğretilebilir mi? Bu gerçekten imkânsızdır (…) Felsefî formasyon yeterli değildir, zira o sadece sınırlı bir yeti ile, yani akıl ile ilişkilidir. Oysa bilgelik varlığın gerçekliğinin bütünüyle ilişkilidir. Dolayısıyla felsefeden daha yüksek düzeyde olan ve artık akla değil de ruha ve nefse hitap eden –ve içsel hazırlanma diyebileceğimiz- bir hazırlık söz konusudur.

R. Guénon, “Kadim Bilimler ve Bazı Modern Yanılgılar”

Hikmet sözcüğü, “yargıda bulunmak” anlamında “hükm” sözcüğünden gelir. Buna göre kişinin hikmet ya da hüküm sahibi olması, yargı sahibi olması demektir. Ancak bu, doğru bir yargı sahipliğidir. Doğru yargıya götürecek doğru bilgi de Aristoteles’in öğrettiği üzere “neden”leri (dört nedeni) bilmekle olur.

Yani mevcut şeyler hakkında insanın sürekli bir yargıya ulaşması, şeyler hakkında bir hüküm vermesi söz konusudur; hikmet kelimesi, bu yargı veya hükmün görünüşe değil, hakikate göre oluşuna gönderme yapar. Bu itibarla hikmet, bir insanda bulunan nitelik olarak; “şeylerin hakikatini bilme” anlamında değerlendirilebilir. Zira “bir işin hikmeti” sözü, o işin mahiyetini veya hakikatini kast eder. Şu hâlde duyulur dünyada akıl aracılığıyla kavranan nedensellik değildir kastedilen. Bunun ötesinde nedenleri var eden, ya da sebeplerin aslıdır hikmet. “Hikmet sahibi” ile de bir işin hakikatini bilen kast edilir.

Kutluer’in aktardığına göre Razî şöyle yazar: “Eşyanın hakikatini bilme, güzel ve isabetli işler yapma" anlamındaki hikmet Allah'ın yalnızca peygamberlere veya Müslümanlara bir lütfu değildir. Sonuçlardan sebeplere gidebilen tefekkür fiili esasen aklî bir yöneliştir; ancak doğru bilgiye ulaşan akıl sahibi, hikmete sadece kendi aklî başarısıyla ulaştığına inanırsa ona ulaşmasını mümkün kılan gerçek sebebi kavrayamamış, dolayısıyla hikmetten uzaklaşmış olur.” (Fahreddin er Razi. VII. 69).

Ancak müfessirlerin de üzerinde durdukları gibi hikmet salt bilgi değildir ve fiilîdir de. Yani hüküm verme yanı sıra o hükme göre davranmayı da gerektirir. Bu sebeple geleneksel anlamda hikmet aşkı anlamına gelen felsefe, antik filozofların inisiye olduklarını ifade eden Guénon’un da vurguladığı üzere aynı zamanda tecrübî bir ilime karşılık gelmektedir. Zaten bu sebeple “sophia” sözcüğü de salt bilgi değil, sanatsal marifet, hüner gibi anlamları da muhtevîdir.

Philo-sophia’daki sophia, Müslüman âlimler tarafından hikmet olarak çevrilmiş, filozoflara hakîm/hukema denilmiş ve felsefenin en yüksek biçimi olan metafizik de "hikmetler hikmeti" adıyla anılmıştır.

Hikmetin Dili

Hikmetin dili “temsil”dir. Kutluer, çeşitli hikmet anlatılarının yer aldığı kitapların, “emsal” ya da “edep” başlığı altında derlendiğini, hikmet ile varlıkta gizli durumdaki gerçeğin açığa çıkarılıp lafza döküldüğünü yazar. Hikmetin en beliğ şekli olan mesel soyutlaşarak hikmete, hikmet de yaygınlaşarak mesele dönüşmektedir (“İslâm Ansiklopedisi”, ‘Hikmet’, s.504-505).

Temsil, bir şeyi ona emsal olabilecek bir başka şeyle anlatmaktır. Temsil, emsal, mesel, misal, masal… hep aynı kökten gelen kelimelerdir. Şu düşünülebilir: Bir şeyi neden doğrudan anlatmak yerine ona emsal teşkil edecek bir şeyle anlatmak icap eder? Bunun iki temel sebebi mevcuttur: birincisi; hikmet, öznel/edilgin akıl dediğimiz toplumsal, kültürel, çevresel vs. dışsal koşullarla biçimlenmeye müsait olan rasyonalitenin konusu değildir, hikmet nesnel/etkin akıl denilen akl-ı fail ya da kalp ilmidir –bir diğer adıyla müdrike/intellect ile kavrama. -Platon'un diyaloglarında Sokrates müdrikeyi Kuzey geleneğine bağlı olarak "Güneş" sembolü ile imler. Bu sebeple hikmet doğrudan sözlerle, kelimelerle ifade edilemez. Sözler, kelimeler söylensin ya da yazılsın fark etmeksizin sadece zihin dediğimiz öznel akılsal süreç içinde bir anlam taşır, çünkü dil de dışsal olarak edinilmiştir. Bu ise eksik veya yanlış bir kavrama ve anlama götüreceği için hikmet ile umulan “ilim” ortaya çıkmaz, vehim veya zann ortaya çıkarır. Temsil aracılığıyla akıl, akılötesi gerçeğe, yani zannın ve vehmin ötesine yönlendirilir.

İkincisi hikmet tarihdışıdır, yani ezelî ve ebedî gerçekle ilgilidir. Ancak hikmete muhatap olacak olan insan tarihseldir. Ancak belirli bir zamanda ve belirli bir coğrafyada belirli koşullar altında var olur. Sözü edilen bu koşullar insanın öznel aklının biçimlenmesinde de etkendir. Hikmet bu sebeple şu zamanda, bu yerde, şu koşullarda ortaya çıkacak gerçeklikleri de kuşatacak biçimde bir ifade ile sunulur. Bunun yoluysa temsil ile ifade etmektir.

Hikmet Aşkı Olarak Felsefe

Bilginin ne olduğu hâlâ tartışılan bir konudur. Yaygın kabul, Platon’un “Theaitetos” diyaloğunda yaptığı bir tanımın bilginin neliği problemine bir yanıt içerdiği şeklindendir ki Platon öz olarak bilgiyi şöyle tanımlar; “doğrulanmış ya da gerekçelendirilmiş doğru inanç”. Ancak 1960’larda Edmund Gettier’in üç sayfalık bir yazısı bu tanımın ihtilaflı bazı yönlerini ortaya koyar. Gettier Problemi de denilen bu sorgulamada doğruluğu kesin olan bir inancın gerekçelendirilmesinin yanlış olabileceği mantıksal önermeler aracılığıyla gösterilmiştir.

Her halükarda “kesin bir bilgi edinmenin yolu var mıdır, varsa nedir?” sorusu, özel olarak epistemolojinin genel olaraksa felsefenin temel meselesidir. Bu sebeple örneğin yirminci yüzyılda bu arayışın bir karşılığı olarak Edmund Husserl “Kesin Bir Bilim Olarak Felsefe”yi kaleme almıştır. Kesin bir bilgi, değişmeyecek olan doğru bir bilgi demektir ki bu tanım, kesin bir bilginin konusunun da “değişmeyecek olan” olması gerektiğini gösterir. Bu yüzden Husserl ilgili kitabında Aydınlanma düşüncesini hakiki felsefe olanağını yitirmekle itham ederek, gerçek felsefenin “Philosophia Perennis” yani “Ezelî Hikmet” olduğunu yazar.

Husserl’in bununla ne kastettiğini açalım: Kesin bir bilme metodu olarak fenomenolojiyi geliştiren ve Descartes’tan ve Kant'tan sonra modern felsefenin en büyük sıçramasını yaptığı söylenebilecek olan Husserl, felsefenin saf bilgiye yönelmesi gerektiği fikrindedir. Descartes ile birlikte felsefenin merkezine yerleşen “düşünen özne”yi, onu biçimlendiren psikolojik ve çevresel etkilerden uzaklaştırarak “bilen özne” olarak görmek ister. Şey ve şeyin bilgisi arasında bir ayrım yapan Husserl, insanın şeyin kendisini değil ancak onun “görünüşünü” bilebildiğini fark ettiği için “doğa bilimleri üzerine bir felsefe inşa edilemeyeceği” sonucuna ulaşır. Yani bir şeyi bilmek, sadece o şeyi çeşitli formel düşünce kalıplarına uydurmak demektir: Psikolojizm, biyolojizm ya da doğa yasaları dediğimiz bu zihinsel yapılar, bizim nesnenin kendisini görmemize engel olan unsurlardır.

Husserl’in bu yaklaşımı sebebiyle Henry Corbin, fenomenolojinin “keşf’ül mahcub”a karşılık geldiği ileri sürer. -Bu denkleştirme tartışmalıdır. Ancak Corbin’in kast ettiği, nesnenin gören göz tarafından perdelenmesinden ibaretse fenomenoloji “keşf’ül mahcub”a benzer gerçekten de. Çünkü Husserl, saf bilgiye erişmek için gözün (yani bilen ve bilirken nesneyi kendi zihinsel kalıplarına uyduran öznenin); nesneyi içine soktuğu matematiksel, bilimsel, sağduyusal, doxic vs. tüm verileri dışarda bırakmak gerektiğini söyler –paranteze alma, fenomenolojik indirgeme ya da epoche. Bu verileri dışarıda bırakma gerekçesi onların bilince aşkın olmaları, yani bilen özneye verilmişlikleridir. Nesnenin kendisi özneden bağımsızca vardırsa da nesnenin bilgisi ve anlamı özne ile kayıtlıdır.  Söz konusu bilginin oluşumunda dışarıdan bilince verilmiş bu bilgiler nesneyi saf bir biçimde görmenin önünde birer perdedirler.

Husserl, böylece felsefenin yeniden eskiye, Aydınlanma’dan önceki anlamına, Philosophia Perennis’e dönmesi gerektiğini ifade ederken bilgiyle ve nesnelerle olan saf ilişkimize de dönmemiz gerektiğini ifade etmektedir. Bu ise, bize verilmiş olanların etkisinden kurtulmak demektir. Yani verili olanlarla inşâ edilmiş bilincimizden, öznel akıldan uzaklaşmak ve saf bilginin kaynağı olan fail akıl ya da müdrikeye yönelmek –Husserl’in önermesi bu kısmı içermez.

Felsefenin konusu da zaten söz konusu alanla ilgilidir. Çünkü saf aklın nesneleri, cisimler, olaylar, olgular ve yani değişen şeyler değil; kavramlardır. Ancak bu kavramlar da bugün “kavram” adı verilen terimleştirmelerle, tümevarımcı çıkarımlarla ilgili değil, saf kavramlardır; Platon’un idealar, Aristoteles’in forma, Fârâbî ve İbn Sina’nın sûret dedikleri tümellerdir.

Husserl, Descartes’ın “düşünüyorum öyleyse varım” önermesinin doğru olduğunu varsayarak hareket etmiş ve fenomenolojiyi de bu varsayım üzerine inşâ etmiş olduğu için geleneksel filozoflardan da ayrı düşmektedir. Ancak bilgiye ilişkin modern tutumu saflaştırarak çok önemli şeyleri görünür kılmıştır. Aynı zamanda başta varoluşçuluk olmak üzere yirminci yüzyılın felsefelerine ve hatta inanç biçimlerine de yön vermiştir.

Resim: Frithjoj Shuon

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder