23 Aralık 2017 Cumartesi

Döngünün Sonsuzluğunda Algı ve Din

"Meşhur Platoncu tanıma göre göksel kürelerin döngüsüyle belirlenen ve ölçülen zaman hareketsiz ebediyetin hareketli bir imgesidir ve bir daire içinde hareket ederek onu taklit eder. Dolayısıyla, hem tüm kozmik süreç hem de bizim doğum ve çöküş dünyamızın zamanı bir daire içinde ya da birbirini izleyen belirsiz sayıda dairelere göre gelişir. Bu süreç içinde aynı gerçeklik, değişmez bir yasa ve belirlenmiş değişimlere uygun olarak oluşturulur, ortadan kaldırılır ve yeniden oluşturulur. Varlık sonuçta hep aynı kalır, hiç bir şey yaratılmaz ve yitmez (…) her olay daha önce olmuş ve sürekli tekrarlanacaktır, aynı bireyler daha önce ortaya çıkmış ve devrenin her dönümünde tekrar ortaya çıkacaklardır. Kozmik zaman tekerrür ve anakuklosis, ebedi dönüştür."

M. Eliade, “Ebedi Dönüş Mitosu”

İnsanın varoluşa ilişkin anlam arayışı iddia edildiği gibi onun doğasında olan bir şey değildir, insan da diğer hayvanat gibi fıtraten olanı yaşamakla vardır. Ancak insanın felsefî anlamda düşünen hayvan olması, onun hareketlerini eylem ve yolunu yön hâline getiren bir rasyonalleşme ile mamul olmasındandır: İçsel dürtü ile doğal ihtiyaçları aklî bir tabanda anlamlandırmak dışında insanı farklı kılan bir hususiyet mevcut değildir.

Bu durumun kabulüneyse herkes yanaşmaz: İnsan-merkezli düşünceler, dinler, ideolojiler insanı, evreni anlamlandırmada başat ve temel öğe olarak alırlar. Böyle olduğu içindir ki varoluşa ilişkin “anlam” arayışı, insanın doğası ile açıklanıverilir…

Burada din de bu açıklamalardan en kullanışlı olanıdır –vergi toplama, güç biriktirme, birilerini eşya veya toprak için ölmeye ikna etme gibi maddî olanaklarıyla. Ne var ki din ile işaret edilen insan sayısı bir elin parmaklarını geçmez gerçekte; kâmil insan veya kendini gerçekleştirmiş (el-Hakk) insan belki her çağda ancak 2-3 kişidir; geri kalanlar (en’am) için din, komşusuna tecavüz etmesin, diğerlerini yağmalamasın, tabiatın fıtratını bozmasın diyedir yalnızca; ancak bu kadarı beklenen kişinin sonsuzca yeniden varoluşunu kısıtlar bunlar. Din, tanrıdan insana gelen dondurulmuş hakikat değil, insandan tanrıya giden bir “yol”dur çünkü.

Dinin anlamına ilişkin en belirgin problem ölümle beraber tecrübe edilecek olan insan algısını aşan varoluşun anlamı olsa gerek: Nihayetinde insan, sınırlı bir algıyla evreni duyumsar ve sınırlı bir değerlendirme kabiliyetiyle onu “anlamlandırır”. -Fakat biliniyor ki bu sınırlar varoluşun kendinde bir hâle ilişkin değil. İnsan açısından bu sınırlar kendi öznel değerlendirme kapasitesince belirlenmiştir. Bu sebepten dolayı ölümün vuku bulması, tabiat açısından herhangi bir değişim ortaya çıkarmasa da insan açısından ilgili değerlendirme kabiliyetini yitirme durumu sebebiyle bir “kriz” var eder. Ölümle birlikte ne olduğu, ondan sonra insana ne olacağı sorusu da din aracılığıyla insana verilen bir takım cevaplar ihtiva eder.

Esasen ölüm ile birlikte herhangi bir şey olmayacağı gerçeği insan tarafından yadırgandığı için, tıpkı yaşamın olduğu gibi ölümün ve tüm varoluşun da bir anlamlandırma içinde çarpıtıldığı için mevcut olanın algıya bağlı bir döngü olduğu, algının ötesinde sonsuz ve tek olanın kendi hâlinde akışı olduğu idraklere sığmaz. Bunu idrak edenler (şehir dışında mağaralara sığınanlar, saraylardan kaçanlar, babasız/töresiz doğduklarını iddia edenler) belirli bir insan kümesinin değer ve anlamlarıyla yüklü bilgi kırıntılarını aşmış ve doğal gerçekliği olduğu haliyle kavrayabilmiş kimselerdir; onlar için maydanoz ve pırasa yoktur, sadece ot vardır ve hatta ot da yoktur; hepsi, her şey sadece bir “isim”den barettir –tıpkı tanrı ve insan gibi. Bunu idrak edemeyenler için cennet vardır, cehennem vardır, ölme ve yeniden dirilme vardır, huri vardır, köşk vardır…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder