7 Eylül 2014 Pazar

Andrei Rublyov ve Sanatın Dönüşümü



Ancak, doğru anlayışla özü kavrayabilirsin…



Sanatın belirlenmiş/öngörülmüş bir biçimi olamaz, insan kültürünün eriştiği her nokta yeni biçimler doğurmak veya açmak zorundadır. Sinema sanatı da tıpkı roman gibi modern dönemle inkişaf eden kültürün bir uzanımı ve açılımıdır. Ki roman sanatının ilk başından beri bireysel bir algıya yaslı olarak üretilme eğiliminden sinema sanatını azade görememekteyiz: Sinema, görsellik algısı üzerine yerleştirilmesiyle birlikte tıpkı resim ve yazı sanatlarında olduğu gibi metafizik anlayışa en uzak kesimlere, çokça kitle diye anılan çokluğa hitap etmesi refleksiyle daha modern bir karakter taşımaktadır. Resim sanatının cahil kesimleri eğitme işlevi taşıdığı tümdengelimci değer dünyası açısından sinema, bir adım daha ötede “görmediğine inanmayan” bir çağın doğal kültürüdür. Ancak bu durum sinemayı kendinden değersiz bir şey hâline getirmez, aksine sanatın her zaman taşıdığı değeri yeniden üretmek için bir imkâna dönüştürür: Sinemanın taşıdığı imkânların en büyüğü, sanatın özüne ilişkin tüm kavrayışlarını neredeyse yitirmiş bir dünyaya sanat hakkında yeniden düşünme yolları açabilmesidir ki tüm sanatsal biçimler, ortaya çıktıkları devirlerde bundan başka bir amaca hizmet etmemişlerdir. Nihayetinde sanatsal biçim, kavranılması zor ya da imkân dışı olan bir özün inebildiği en alt düzeyde vücuda gelmesinden ibarettir…




Modern sanatı geleneksel sanattan ayıran nokta için kabaca, arka planlarındaki dünya görüşü veya felsefeye bağlı olarak dayandıkları gerçeklik anlayışı ve bu gerçekliğin dile getiriliş yöntemidir denilebilir. Doğal olarak kutsal sanatı da ihtiva eden geleneksel sanat kavrayışı, aşkın bir hakikate dayanır ve bu hakikatin dile getirilmesinin yolu olarak sembole başvurur. Modern sanat ise modern felsefenin doğruları ile biçimlenmiştir ve geleneksel olanın tersine soyutu somuttan türetir, buna uygun olarak imgeyi de maddenin nedenselliği ile inşâ eder. Bu kısa ifadeden modern sanatın ön kabullerinin pozitivizm ve determinizm olduğu pekâla anlaşılabilir. Bu iki farklı sanat kavrayışının belirgin bir biçimde ayrılmalarını sağlayan unsur, kullandıkları dil ya da yöntemleri diyebileceğimiz işâret sistemleridir. Algılama ve kavramayı “doğrudan” ve “dolaylı” şeklinde ikiye ayırdığımızda, hislerle duyulabilen şeylerin dışında anı, rüya, hayal gibi ya da atomun etrafında dönen elektron gibi izafî anlatımlar için insanoğlu muhayyileye (imgelem) başvurur. İnsana gerçeğe yakın bir tarzda sunulan bu dolaylı anlatımda kullanılan işâret de imge adıyla anılır.



Bu konu üzerinden sembol, alegori, imge, simge, işâret, figür gibi kavramlara açıklık getiren Gilbert Durand (Sembolik İmgelem, İnsan Yay., 1998), dolaylı yoldan, muhayyile ile kavrama ve anlatımın da temelde iki yolu olduğunu yazar: Bu iki yol; tasvir edilebilme olanağına sahip olan işâretler için kullanılan alegorik anlatım ve bu imkâna sahip olmayan ve algılanması imkânsız olan bir şeyi çağrıştıran sembolik anlatımdır. Anlaşılacağı üzere sembol ve alegori, birbirlerinin zıddıdır: Çünkü alegori, bir figür oluşturabilmek adına bir fikirden yola çıkarken, sembol zaten kendisi bir figür olarak fikrin kaynağıdır. Alegorik anlatım, iletilmek istenilen fikrin ekonomik bir yolla somutlaştırılmasıyken; sembolik anlatım, algılanması imkânsız olanı figürler üzerinden hatırlatır. Bu iki farklı dolaylı anlatım tarzı, geleneksel ve modern sanatların birbirinden ayrılmasına sebep olur. Bu ayrılmanın tarihsel noktası Rönesans’tır.


Özetlemek gerekirse, Rönesans her şeyden önce epistemolojik bir değişimin hayata geçişini temsil eder. Bu değişimin sanattan önce –Orta Çağ’da sanattan henüz ayrışmamış olan- bilim ve daha isabetle bilgi üzerindeki bir anlayış değişimi olduğu âşikardır. Bu değişim, güçlenmekte olan rasyonalizmin nesnel dünyaya uygulanması ve tüm eşyanın metafizik varoluşlarından soyutlanarak nesnel gerçekliği ile kavranmak istenmesiyle ilgilidir. Sözü edilen kavrayış ise maddenin mânâdan uzaklaştırılarak özerk olarak yorumlanabilmesi gayesiyle bilginin desakralize edilmesi, muhteva ve biçimindeki -Orta Çağ boyunca skolastik felsefeyle ve daha evvelinde kıymetlendirilmiş- kudsiyetin yadsınmasıyla tahakkuk etmiştir. Bilgiye ilişkin bu zihniyet değişimi bilimsel ve sanatsal olanla beraber sosyal hayatın gerekleri üzerinden kültürü yapılandırmış ve böylece Avrupa’da feodalizmle ilişkili olarak hayat bulan toplumsal değer dünyası yeni bir yapılanmaya maruz kalmıştır. Müslümanların özellikle Osmanlı eliyle Akdeniz hâkimiyetini tesis etmeleriyle beraber Avrupa ülkelerinde finanse edilen kâşif ve araştırmacıların, Amerika kıt’asının bilinirleşmesiyle temsil edilen yeni bir açılıma teveccüh etmeleri ve buna bağlı olarak Asya ve Afrika’nın hikemî öğretileri ve araçlarını nakletmeleri bu değerlerin biçimlenmesinde en önemli rolleri üstlenmiştir denilebilir. Dışarıdan alınan bu öğreti ve tekniklerin rasyonalite ile yoğurulmaları ve epistemik devrimin birer aracına dönüştürülmeleri, yeni icatlar ve keşifler için imkân sağlamış ve moderniteyle beraber liberal değerleri, kapitalist yönelimi mümkün kılmıştır. Rönesans’ın kültürel tahakkukunun sosyal düzene etkileri mevcut hiyerarşik örgütlenmeyi sorgulanabilir kılarken keşif ve icatlar vasıtasıyla tarımsal üretimden daha fazla rant sağlayan ticarî gelişmelerle birlikte inkişaf eden yeni ekonomik sınıfın siyasî düzeni de biçimlendirmesi kaçınılmaz olmuşur. Bu yönden Rönesans, burjuvazinin Avrupa’da feodal yapıyı yavaş yavaş eritecek adımlarının belirginleştiği bir dönem olarak kolonyalizmin kapılarını araladığı gibi Fransız İhtilâli’nden sonra biçimlenen mutlak monarşilerin tevcih edildiği demokratik örgütlenmeler için de kritik bir yönlendirme aracı işlevine sahiptir.

Hümanist düşüncenin doğuşu, Orta Çağ boyunca manastırlara hapsolmuş orijinal ve antik metinlerin keşfine dayandığı için dinden bağımsız gelişmemiştir fakat bu tanımlama evrenin sonsuz olasılığı arasında insanın seçim yapabilme iradesiyle ilgilidir. Bu iradenin bir temsili merkezî perspektif ile yeniden inşâ edilen imge anlayışında gizlidir ki perspektif tekniği malûm olduğu üzere rasyonalizmin resme uygulanmasıdır: Zeynep Sayın, Florenski’nin kitabına yazdığı önsözde; insan bedeninin bir yandan tanrısal bir suret olarak “benzeşen bir benzeşim”, diğer yandan tanrısal dokunuşun izini taşıyan beden olarak “benzeşmeyen bir benzeşim” olduğunu belirtir. “Bu yüzden benzeşmeyen bir benzeşimi, Ortaçağ sonrası ve Rönesans denen zamanın yapmaya çalıştığı bir benzeşen bir benzeşimle temsil etmeye çalışmak, aslında imgenin dokunuşa dayalı iznini ondan alarak imgeyi gerek gözden ve bedenden, gerekse imgenin ardında yatan aşkınlıktan yoksun kılmak anlamına gelir. Ne var ki adı geçen yoksunluk, yalnızca tanrısal aşkınlığın temsili için değil, aynı zamanda varoluşun tümüne dair temsiller için de geçerlidir.” (Sunuş, “Tersten Perspektif” (Pavel Florenski), Metis Yay., Terc.: Tükel,Y.,İst.,s.18) Eco, sanatsal üretimde sembolizmden alegoriye geçişi bu sürecin dışında ve daha eski/yaygın bir yönelim olarak kabul etse de sembolik imgenin ve sembolizmin yüksek anlamının geçerliliğini yitirdiği bir toplumsallığın ortaya çıkışını yönlendiren Rönesans’la birlikte,“geniş ve iddialı alegorilerinden sonra XVII. ve XVIII. asrın sanatının genel olarak saf bir ‘eğlenceye’, saf bir ‘süse’ dönüştüğünü görmekteyiz.” Artık, “‘Kilise zaferinin’ ressamı, André Roublev veya Rembrandt değil Rubens’dir.” (Durand,1998:28)

Bir Ortaçağ kilise ressamı olan Andrey Rublyov’un sanatına sırt çevirmiş modernlikle arasına her zaman mesafe koyan ve modern sanatı “eksantrik kişilerin garip bir çabası” diye niteleyen Tarkovsky, “Sanat, olgucu-faydacı bir pratiğin bizden gizlediği, mutlak tinsel gerçekle iç içe geçmiş bu dünyanın bir simgesidir.” diye yazar. (Mühürlenmiş Zaman, Afa Yay., 1986) 1966′da çektiği yarı biyografik bir film olan Andrey Rublyov, yönetmenin sanat üzerinden geleneğe bakışını sunması sebebiyle karmaşık ve ilginç bir yerdedir. Filmin mevcut iki katmanı hemen dikkat çeker: Birinci katmanda, Ortaçağ Rusya’sındaki toplumsal düzen; ikinci katmandaysa Andrey Rublyov’un sanat yaklaşımından kaynaklanan sıkıntıları ele alınmaktadır. Yönetmenin kurgusal inceliği sâyesinde katmanlar birbirleriyle soyut bir tarzda ilişkilendirilirken, iki söylem böylece iç içe sunularak film, salt biyografik bir anlatımla sınırlanmaktan kurtulduğu gibi tarihî bir belgesel olmaktan da kurtulmuştur.

Topluma Dair
Sanatkârın tutkusunu, onu saran dönemiyle birlikte sunması, Tarkovsky’nin kendi çağına dışarıdan bakma gayretinin izlerini taşıdığını düşündürür: Çünkü onun da Rublyov’un da ön adı olarak bir “müşterek imge” biçiminde sunulan “Andrey” ismi, filmin en kritik bölümü olan “Andrey’e Göre Tutku“da da anılmaktadır. Bu bölümü kritik yapansa, yukarıda anılan her iki katmana birden gönderme yapması ve filmin finalinde çözümlenecek olan düğümlerin burada atılmasıdır. Andrey ismi üzerinden yapılan bu bağdaştırma/özdeşleştirme ile Tarkovsky’nin kendini Rublyov ile dile getirdiği söylenebilir. “Manen duyarlı bir insanın bir sanat eserinden algıladıklarıyla katıksız dinsel bir deneyim arasında paralellikler” olduğunu düşünen Tarkovsky (a.g.e.:46) birçok anlamın peşindedir. Sanatını şüpheli bulan -ve köhnemiş Rus yapısını ön plana alarak kaynak israfı yaptığı gerekçesiyle bu filmini de yasaklayacak olan -Sovyet hükümeti onu takip etmekte ve o da dini kargaşa -kıyâmet beklentisi-, iktidar savaşı ve sefâleti anlatırken mevcut Sovyet rejiminin zor günlerini seyirciye tarihsel bağlam içinde arz etme gayretindedir denilebilir.

Farklı başlıklar altında, bölümlerden oluşan filmin her parçası ayrı bir hikâye gibi dursa da nihâyete erdiğinde hepsi bütünlenir. Bu yönden Tarkovsky, sanki Rublyov’un parçalarla oluşturduğu sanatına, fresklerine öykünmektedir. Yazdıklarından anladığımıza göre sanatçının içinde yaşadığı toplumun ve zamanın etkilerinden ve koşullarından bağımsız olamayacağını düşünen Tarkovsky, böylelikle başkarakter olan Rublyov üzerinden Rus toplumuna ve ortaçağa bakabilmektedir. Ki Tarkovsky için sanatın toplumsallığı mühimdir: “Sanatın etkisi, töresel ve ahlaksal sarsıntılarla yakından ilgilidir. Kim sanatın duygusal tezlerinden etkilenmez, onlara inanmazsa o, radyoaktif bir hastalığa -bilinçsizce ve hiç farkına varmadan- yakalanma tehlikesiyle karşı karşıyadır… Hem de, dünyanın bir tepsi olduğuna ve üç balinanın üstünde durduğuna inanan insanlara has o huzur dolu, geniş yüzdeki aptal tebessümle…” (s:57)

Sosyo-ekonomik olarak, Ortaçağ Rus toplumundaki feodal öğeler filmde yorumlanmaksızın görselleştirilir. Merkezî bir iktidarın olmaması ve sürekli tekrar eden Tatar istilaları arasında Prensin emrindeki halk, ürettikleri karşılığında aldıklarını prense vermekte ve neredeyse aç biilaç yaşamaktadırlar. Kameranın halka her yönelişinde göze batan sefâletin bir örneği kardeş prenslerin saray yaptırmak ve azâmetlerini sergilemek için en pahalı taşları getirtip en meşhur sanatçıları tutmalarındadır. Diğer örneğiyse yapılan devâsa çan için halkın elindeki tüm gümüşlerin toplanması ve herkesin köle olarak bu işlerde çalıştırılmalarıdır. Kilise kurumu da prenslerle işbirliğinde çalışmakta ve bu, cemaat içerisinde de çatlaklar oluşturmaktadır. Rublyov ile birlikte boyama yapacak olan Kirill isimli bir diğer sanatkâr keşiş, İsa’nın tapınakta ticaret yapan Ferisîleri eleştirisini örnek verir ve buna isyan ederek manastırı ve arkadaşlarını terk eder.

“Güvercin satıcılarına, “Bunları buradan kaldırın” dedi. “Babam’ın Evi’ni pazar yerine dönüştürmeyin.” Öğrencileri Kutsal Kitap’ta O’na ilişkin şu sözü anımsadılar: “Evin için gösterdiğim çaba beni yiyip tüketecek.” (Yuhanna,2:16-17)

Zamanın bir gereği olarak köle ve prensin olduğu yerde eksik olmayansa soytarıdır: Soytarının film içerisinde işlevsel olarak göründüğü söylenebilir. Onun işi, taklittir. Bir anlamda o, ideal olandan uzak, sistemi meşrulaştıran sanat ehlini temsil eder. Gerçeğin doğasını taklit ederek onu gülünçleştirirken kabul edilebilir bir hâle getirir. Ama bazan ileri gidip “Hacivat-Karagöz” misâli, tehlikeli sularda yüzer. Filmin başlarında çevresindekileri güldürürken rahiplerin azgınlığından bahsettiği sırada içeri giren keşişlere sunulan ikramı reddetmelerinden hareketle bir gülmece var eder:
“Islanmışsınız, bira içer misiniz?” diyen bir köylüye, “Teşekkürler, bira içmeyiz.” diye cevap veren keşiş, az evvel rahiplerin azgınlığından bahseden soytarının taklidiyle karşılaşır: “Ve kadınlarla oynaşmayız…”

Soytarı böylece eğlenmekte ve çevresindekileri güldürmektedir ama bu eğlence aynı zamanda halkın ses edemediği rahiplerden bir intikam alma biçimidir de. Bir süre sonra, onu ihbar edecek olan Kirill, ihbarın gerekçesini de bu diyaloga bağlarcasına, “Tanrı rahipleri, şeytansa soytarıları gönderir.” der ve yürüyüşe çıkar. Biraz sonra askerler gelip soytarıyı alırlar ve halkın eğlencesi olan bir de enstrüman bulup parçalarlar ve giderler… Keşişler girdiğinde neşe dolu görülen mekân, onlar çıkarken hüzün dolu bir hâle gelmiştir. Soytarının yokluğunda “gerçek hayat”, sıkıcılaşmıştır…

Sanata dair
Diğer katmanda sanat meselesini ele alan hikâyede; ideal olanı temsil eden Yunan ikon sanatçısı Theophanes, Kirill ve Rublyov’a bir kilise boyama işi teklif eder. Ancak yola çıkacakken Kirill, bir diğer arkadaşları olan Danil ile beraber Rublyov ile bir rekâbete girdiğinden ve ona öncelik verilmesinden ötürü kıskançlıkla öfkelenir ve laik dünyaya geri döneceğini söyleyerek cemaatten ayrılır.

“Andrey’e Göre Tutku” bölümü iki tür gönderme içermektedir. Birincisi Andrey ismi ile Rublev ile Tarkovsky’nin bir benlikte buluşmaları, ikincisiyse “tutku” (passion) kelimesinin özellikle seçimin de ortaya çıkan bir gönderme. Tutku kelimenin Hıristiyanlık açısından en önemli çağrışımı, İsa’nın çarmıhı ile dile getirilir. (Ki zaten bir sonraki bölümde bayram yapan paganlar tarafından Rublyov da çarmıha gerilecektir.) Bu bölümde Theophanes ile diyalogunda Rublyov, eziyet çeken bir kadın -sanki Meryem- olarak tasvir eder Rusyayı. İsa’nın İncil’deki Golgotha’ya çıkarılış anlatımının Rusya üzerinden temsilinde, her yer kar altındayken halka, insan olduğunu daha sık hatırlatmanın, çektiği acıya rağmen Mesih gibi gerçeğin önünde eğilmenin gerekliliğini vurgular. Mesih tanrıdan gelmişti ve acı çekip çarmıha gerileceği önceden belliydi. Ama önemli olan bu değildi, önemli olan tanrıyla insanları barıştırmak, aralarında bir köprü kurmaktı! Bu yorum, Hıristiyanlığın Ortodoks çizgisinden çıkıp mistik tecrübeyle, Logos’la ilişkilendirilebilecek bir bakış açısını barındırır. Zaten onunla birlikte cemaati de imandan uzaklaştıkları gerekçesiyle terk eden arkadaşı Kirill de onun bu düşünceleri nedeniyle gerçeği yitirdiği için eleştirmiş ve “onda korkunun ve derinlerden gelen bir imanın” olmadığını söylemiştir.

Bu yaklaşım, Rublyov üzerinden Tarkovsky’nin sanata ilişkin kendi bakış açısını sunmasına olanak sağlar: “Sanatsal im, umudu dile getirir.” der Tarkovsky bir söyleşide. Nitekim Rublyov da, Kiliseye çizmesi istenilen kıyâmet ikonlarını çizmek istemez. Uzun süre oyalanır. Çünkü bu korkunç tablo insanlara bir umut vermeyeceği gibi onların tanrıyla barışmalarına da imkân tanımayacaktır. Danil’in de gelmesine rağmen boyamamakta direnmesi mezhebini de inkâr anlamına geldiği için bir iman sınaması olarak görülmektedir. Geçmişin izlerinde hocasının sanatındaki inceliğe rağmen nasıl zalimce kör edildiğini anımsar. Üstelik bunun gerekçesi, Prens’in kibrinden başka bir şey değildir. Ona göre merhamet yoksa, insan da iman da bir hiçtir. Theophanes, “Ben sanatı insanlar için değil tanrı için yaparım.” derken Rublyov, sanat ile insanlara ileteceği bir mesajı olduğundan ve bunun merhametle ilgili olduğundan bahseder. Ki Tarkovsky için de sanat bir yakarıştır, duadır; buna bağlı olarak umudun sembolizmini taşıdığı ölçüde işlevsel ve güzel olabilir.

Bu yüzden Tatar istilası başladığında aklî muvazenesi olmayan bir kızı kurtarmak için bir askeri öldürünce suskunluk yemini eder, sanatı da bırakır. Artık ölmüş olan Theophanes’le yeniden konuştuğunda sanatını insanlar için yaptığından dolayı pişman olduğunu imâ eder. Sessizlik yeminin bir başka anlamı, Tarkovsky’nin de Rusya’yı terk ettiğinde düşündüğü ile aynıdır: “Artık insanlara söyleyecek bir şeyi kalmamıştır.” Günahlarını hatırında tutabilmek için kutsal deliyi de yanını alır ve Manastıra tekrar döner. On beş yıl boyunca kimseyle konuşmaz…

Filmin, bütünlüğünden apayrı bir hikâye lezzeti taşıyan son bölümünde çan yapan çocuk, bu işin ustası olmamasına rağmen, babasından çan yapmanın sırrını öğrendiği yalanıyla işe başlar ve mucizevî bir şekilde bunu başarınca Rublyov, sürekli ağlayan çancı çocuğun yanına gider ve “Her şey yanlış, görüyorsun” der, “beraber gideceğiz, sen çanı çalacaksın ben de ikonları çizeceğim…”

Rublyov, yeminini bozmuştur artık. Sebebiyse, terk ettiği sanatın mucizevî gücünü yeniden görme imkânına kavuşmasıdır. Devâsa çanın çalmaya başlamasıyla birlikte, -film boyunca hep acı ve hüznüyle görülen- halkta daha önce görülmemiş bir umut havası yayılmaktadır. Bu umut, Tarkovsky’nin sanattan anladığıdır…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder