29 Temmuz 2013 Pazartesi

Cemil Meriç'in Mâbedi


Ayraç-Haziran 2013

Cemil Meriç farklı vasıflarına rağmen her şeyden ziyade bir fikir adamıdır. Ancak kendine mahsûs sesinin aksine; sistemli, orijinal ve tutarlılıkla ikmal edilmiş bir düşüncenin dile gelişi onda görülen bir özellik değildir. Düşüncenin imkânlarını öğreten, düşünmek isteyenlere yol gösteren, onca harabenin arasında dileyene barınacağı bir köşe gösteren bir öğretmen, bir rehberdir.
Hemen her yazar gibi o da sathî değerlendirmelerin kurbanı olmuş, birilerince yanılmazlık payesiyle güya onurlandırılmış, fikir dünyasının çok zaman çıkmaz sokaklarla dolu karanlığında nadiren incelikle tetkik edilmiştir. Özen ve rikkat isteyen hemen her yazar gibi hoyratça “kullanılmış” ve fayda sağlamayacak hususlara gelindiğinde bir kenarda unutulmaya bırakılmıştır. Ki külliyatı vefatından çeyrek asır sonra henüz tamamlanabilmiştir. Bu durum Cemil Meriç’in fikirlerinin serencamı açısından bir fark yaratabilecek değildir muhtemelen. Çünkü fikriyatın hemen tüm sahalarını işgâl etmiş bulunan ve Meriç tarafından “bezirgan”, “kalem serserisi” gibi isimlerle anılanlar yine alıştıkları ve hep yaptıkları gibi etiketler üzerinden tekrarlarıyla meşgul olacaklar ve daha evvel düşünmüş olanların düşüncelerini tekrarlamaya “fikir” adını vermeye devam edeceklerdir. Genel bir çerçevede bu işgâlciler ya da kalem serserileri, menfaat temin edilebilecek bir merkez ya da çevrenin tasdiki dışına çıkmamaktan fazlasına kafa yormak derdinde değildirler. Bu yüzden hazır hâlde buldukları ve genelde birbiriyle çeliştikleri dahi anlaşılamayacak kadar grift hâle gelmiş fikir adamlarının hâsılalarından başka sermayeleri de yoktur. Bu sermayenin muhafazası ve bunun için de kutsallaştırılması ise yine Meriç’in bezirgân diye tesmiye ettiği bu türe ait birer mesaidir.
Hakikatin ve ehl-i namus fikirlerin birer meta, birer sermaye olarak alınıp satılması karşısında telaş ve acı duyan Meriç’in mabed metaforu da bu bezirgânlara karşı bir mahreme işâret eder. Mabed, dünya edebiyatının âbidelerinin bulunduğu mekândır. Bu mahrem, en zahirî ya da düşük hâliyle bezirgânların para kazanma hırslarının tecavüzüne açık tercüme faaliyetlerindedir: Maarif Vekaleti’nin yaptırdığı tercümeler, “asırların öldüremediği dâhileri bir iki kalem darbesiyle” mahvetmektedir. Bu sebeple bir mezbaha, bir randevu yeri olarak nitelediği Ankara Caddesi’nin ürünleri, Cemil Meriç’in mabedi bezirgânlardan temizlemek için harekete geçeceği yerdir.
Bir Mabed Bekçisi
Bezirgânların, elmas tasmalı kalpazanların âbideleri mabedden koğmasına seyirci kalınamayacağına göre, mabed derhal müdafaa edilmeli, şuârânın sesinin kısılmasına hiçbir surette izin verilmemelidir. Demek ki mabedin bir bekçiye ihtiyacı vardır.”
diyen Dücane Cündioğlu’nun haysiyetli ve nezih Türkçesiyle üç cilt hâlinde hazırladığı Cemil Meriç monografisi, onun mütercim kimliğinin tahkikiyle başlar: Bir Balzac mütercimi olarak önce makaleler, sonra kitaplar çeviren Meriç, bir kısmı kaybolsa da on eseri Türkçeye kazandırır. Gençliğinde derin bir hayranlık duyduğu Balzac’ın haricinde, Victor Hugo, Antoin Meillet-Michel Lejeun (müşterek), Uriel Hey (Ziya Gökalp biyografisi), Thornton Wilder ve bir dönem Tükiye’de tartışılacak olan Maxime Rodinson’dan da tercümeler yapar. Bu yönden Meriç’in temel uğraş alanının edebiyat olduğunu söylemek mümkündür. Çocukluk yaşlarından itibaren hevesle şiir yazmış, bir şiirini yayımlamış ve ömrü boyunca düzyazılarında dahi şiirin hep izini saklamış olsa da Nazım Hikmet, Yahya Kemal ve Necip Fazıl’dan daha büyük olamayacağını düşünerek şairliğe soyunmaya cesaret edememiştir Meriç. “Şiirin orta derecesi yoktur.” diyerek de önceki şairlerin varlığı yanı sıra şairliğe özenmek için ya büyük bir kabiliyet ya da hiçliğe razı olmak gerektiğini belirtir ve geri çekilmeyi tercih eder.
Belli bir dönemde de roman yazmak arzusu aynı biçimde sonlanacak, Balzac’ı tanıdıktan sonra bunun bir küstahlık olacağı fikrine kapılacaktır. Her iki tercihinden de Meriç’in edebiyatın doğasına yatkın olmayan bir karaktere sahip olduğu sonucunu çıkarmak mümkündür. Belagati, ağdalı ifadeleri ve teşbihleri ile dili kullanımı onun şair tabiatının akisleri gibi görünse de karakteri onu bir sanat eserini ortaya koymaya ve sahiplenmeye, yüceltmeye yöneltemeyecek kadar bunun dışındadır. Nihayetinde edebiyat yapmamak için ileri sürdüğü bahaneler, sanatın varoluşunda çok da tutarlı bir karşılığa sahip değildirler. Başarılı bulduğu –ve mabede dâhil ettiği- tüm yazarların ve şairlerin de ellerine kalemi aldıklarında önlerine devâsa isimler çıkmış ve hepsi de bu yolu ısrarla yürümek istemişlerdi. Sanatın doğası gereği mutlakla değil de izafî bir değerle, “hüsna” ile bütünlenmesi, onunla zirveye uzanan sanatçıların da birbirlerine karşı mutlak bir otorite sayılamayacaklarının bir göstergesidir. Aksi takdirde Homer’den sonra şiir yazılamayacaktı. Nitekim “kün” emri çerçevesinde zamanın ve mekânın kokularını taşıyarak her daim yeniden var olduğu mutlak olanın hudutsuzluğu içinde her an yeni yollar aradığı görülmedikçe sanatın kendisinin de şiirin de romanın da öldüğü hep söylenegelmiştir. Her devirde dünyanın sonun geldiğini haykıran kâhinler olduğu gibi sanatın da artık bittiği kehânetleri bir tespit gibi tekrarlanıp durmuştur. Hâlâ da tekrarlanmaktadır.
Cemil Meriç de şiirlerine karşı yakın çevresinden umduğu ilgiliyi bulamadığında ve roman sanatı dâhilinde söyleyecek bir sözünün olmadığını fark edince bu tekrarlara kapılmaktan kendini alamamıştır. Cündioğlu, Meriç’in roman aleyhinde bulunmaya başlamasını onun sağ kesimle kurduğu ilişkiyle irtibatlandırır. 1970’lerde Bu Ülke ve Umrandan Uygarlığa’nın sağ kesimde yankı bulmasıyla onun roman hakkında çıkışları paraleldir. Ki meselenin Türkiye özelinde izah edilmesi açısından bu tespitin doğruluğuna katılmak mümkündür. Roman tercümeleriyle girdiği edebiyatta Meriç’in roman sanatını “Hıristiyan günah çıkarma an’anesi” ile ilişkilendirmesi, onu Batı’dan gelen bir zehir olarak addetmesi, toplumun hastalığının bir mahsulü sayması, sağ kesimde bugün dahi savunulan tezlerdir. Gerçekliği olmayan, muhayyel bir İslâm sanatları yaklaşımı içinde, İslâm’la birlikte ortaya çıkmış sanatların mevcudiyeti yanılgısına dayanan bu görüşler; Türk-İslâm mimarîsindeki bariz Bizans tesirini de hat sanatının Çin kaynaklı oluşunu da aruz vezninin müşrik Arap edebiyatı olmasını da tasavvuf musikîsinin ircaında kullanılan enstrümanların Fars-Mezopotamya-Mısır kaynaklı olmasını da görmemekteki ısrara dayanmaktadır. Nihayetinde sanatın, işlev ve hüsna gibi iki esasa dayandığı ve bunların da zamansal ve mekânsal olarak hep yeni terkiplerle, kültürel bileşim ve uzanımlarla genişleyerek yayıldığı malûmdur. Roman sanatı da en azından Türkiye’ye –biçimsel olarak ilgisiz olsalar da- mesnevilerdeki didaktik işlevsellik ile girmiş, güzellik algısı da zaman içerisinde Batı estetiğiyle iç içe geçmeye başlamıştır.
Sosyolojik açıdan roman sanatının, bireyci yapılanmalara sahip Avrupa toplumlarının mahsulü olduğu, bizimse kamucu bir yapılanmayla var olduğumuz için bir karşılığı bulunmayacağı da ileri sürülebilir. Ne var ki Tanzimat döneminde ilk romanlarda karşılaştığımız didaktik unsurlar, yani romanın işlevsel yönü itibariyle ilk yazarlarımızın bu hususu dikkate almış oldukları da açıktır. Sonrasında Batılılaşma fikirlerinin ağırlığı altında romanımızın modernleşme temayülüne kapılıp bugün neredeyse tamamen bu noktaya gelmesiyse sadece roman için değil şiir, resim, müzik vd. tüm sanatları kuşatan bir dejenerasyonun neticesidir. Üstelik bu tezleri savunan Cemil Meriç’in yine yanılarak “bizde şiir var nesir Tanzimat’la çıktı” derken tüm bu fikirlerini de nesir vasıtasıyla aktarması baştan aşağı tutarsızlıktır. “Batı benim anti tezimdir” diyen ve diyalektiğin düşüncenin kendisi olduğunu savunan Meriç’in sanattaki bu diyalektiği reddetmesi de izah edilebilecek bir şey değildir. Bu durumu bizce anlaşılır kılansa Meriç’in çocukluğundan itibaren romanla olan olumlu ilişkisini anlatan Cündioğlu’nun bir başka tespitinde gizlidir: Meriç’in “Bizde romanıın doğmayışı sebepsiz değildir. Çok da ciddi işlerle uğraşan Türk-İslâm aydınları, romanla uğraşmak ihtiyacı duymamışlardır.” Sözlerini aktaran Cündioğlu, anlamaya çalışır: “Ömrü boyunca romanla meşgul olan ve fakat fiilen bu alanın dışına düşmek zorunda kalan bir fikir adamının çok daha ciddi işlerle uğraştığına inanıp romanı küçümsemesi, roman okurlarını ise hafife alması, sanki incinmiş, yaralı bir halet-i ruhiyenin neticesi gibidir.
Cemil Meriç’in gözlerini kaybedeceği 1954 yılına kadar şiir ve roman tercümesi ile mevcut çevirilerin eleştirilerine dair makalelerinin tamamı edebiyatla ilgilidir. Hatta yazarın vurguladığı gibi Batı edebiyatı onun için önceliklidir. Ne var ki bu devirden sonrasında Yapraklar, Dönem, Çağrı (1964-1966) veya Yeni İnsan (1967-1970) gibi “siyasî çizgisi silik edebiyat dergilerinden” uzaklaşarak dönemin siyasî çalkantıları arasında yönünü bulmaya çalışmıştır. Bu tarihlerde (1967-1980) Hisar, Türk Edebiyatı, Hareket, Ortadoğu, Kubbealtı Akademi, Sebil, Pınar, Köprü, Büyük Doğu, Gerçek gibi ideolojik yönelimleri de olan dergilerde boy göstermiştir. Cündioğlu bu durumu, “yanında yer aldığı siyasî cephenin beklentilerine ve alışkanlıklarına uygun davranmak” olarak yorumlamış ve onun uyum çabalarına değinmiştir. Bu noktada 1970’lerde yazdığı eserlerinin sağcı okurlar nezdinde gördüğü teveccühün Meriç’in düşüncelerini de yönlendirdiği açıktır. Onun özellikle roman sanatına karşı tahkir dolu bakışı bu daireyi tamamlanmaktadır. Öyle ki Meriç Jurnal’de, “bir yazar olarak hür değilim” diye yazarken gönüllü olarak çalıştığı yayınevinin Ziya Gökalp’e ilişkin eleştirilerini (Turan’a Doğru) sansürlemesine dahi ses çıkarmamaktadır.
Bu dönemde aynı etkiler altında “Türk okurunu alakâdar etmediği, kim olduğunu bile bilmediği” Heine’i tercüme etme gayretini “samimi değildim” sözleriyle itiraf eder, çünkü davanın kendi davası olmadığının bilincindedir. Bunları yazar, Mea Culpa (İtirafnâme) adıyla Hisar dergisinde yayımlamasını söz konusu uyum çabası içinde görse de okur için bir günah çıkarma ihtiyacı olarak görebilme imkânı da vardır.
Meriç bu dönemde, daha önce hayranlık duyarak çevirdiği Balzac’ı da millî düşünce için bir yabancı diye nitelerken başlayıp yarım bıraktığı Sefiller nedeniyle –yine hayran olduğu- Hugo’yu Türkçeye aktarmayı “düşmanın çizmelerini yalamak” diye anmaya başlamıştır. Tuhaf bir biçimde 1974 senesinde Attila İlhan’a yazdığı mektuptaysa Hisar (Mehmet Çınarlı), Türk Edebiyatı (Ahmet Kabaklı), Hareket (Nurettin Topçu) dergilerinin yazılarına sayfalarını açtığından söz ederek şöyle der: “Sağcı dergi ve yayınevleriyle çalışmama gelince; bu yolu ben seçmedim. Solun kadir nâ-şinas davranışı beni ister istemez gericilerin kucağına değil yanına itti.
Bir Mabed Bekçisi, Meriç’in edebiyat serüvenine odaklanması yanı sıra tercümelerini hangi şartlar altında yaptığı ve bunların yayımlanma süreçlerinde karşılaştığı bazı aksaklıkları, tercümesi tamamlanmışken yayınevinde kaybedildiğini iddia ettiği çalışmalarını, bir türlü bitiremediklerini ele alan bir çalışma. Meriç’in tercümelerinde öne çıkan bir özellik olarak Türkçe hassasiyeti onları ayrı bir değerli kılıyor elbette.  
Bir Mabed Bekçisi’nin eklerinde; Mansur Tekin’in ve Refik Halid Karay’ın Altın Gözlü Kız tercümesi üzerine eleştirileri, Sabri Esat Siyavuşgil’in Hernani tercümesi dair eleştirisi ile Victor Hugo’dan çevirdiği bir şiirin iki versiyonu (Bu Kitap Şu Rüyadan Doğdu, Bu Kitap Şu Tecellîden Doğdu) yer alıyor.
Bir Mabed İşçisi
Mabedi bezirgânlardan temizleme cehdiyle hareket eden Cemil Meriç, düşünce dünyamız için büyük bir emeğin de karşılığı anlamına gelmektedir. Kırk dört yaşında içinde yaşadığı toplumun irfanına eğilme gereği duyan Meriç, özellikle diğer dünyanın düşünürlerini, eserlerini aktarma ve değerlendirme ile ufuk açıcı bir rol oynamıştır. Onun bir ilim adamı mı yoksa bir fikir adamı mı olduğu sorusu üstüne düşüncelerini aktaran Cündioğlu, yaptığı okutmanlık ve girdiği sosyoloji derlerine rağmen Meriç’in bir fikir adamı olduğuna kanaat getirerek Bir Mabed Savaşçısı’na başlar.
Bir mütefekkir olarak Cemil Meriç, kendi düşünsel çizgisini şöyle sıralamıştır;
1917-1925: Koyu Müslümanlık devri. (Hacı-hoca olmak isterdim.)
1925-1936: Şöven Milliyetçilik.
1936-1938: Sosyalistlik devri.
1938-1960: “Âraf devri” diyebileceğim kuluçka devri.
1960-1964: Hind devri’m.
1964’ten sonra: sadece Osmanlıyım.”
Bu sıralama elbette verilmiş bir soruya cevap niteliği taşıması sebebiyle belki çok da tutarlı olmayacaktır. Nitekim yazar da ilk bölümde bunu böyle değerlendiriyor ve özellikle küçük yaşlarındaki bazı duygusal hâlleri düşünce çizgisinden ayırarak ve Osmanlı oluşuyla ilgilenerek listeyi daraltıp sorgulamayı tercih ediyor.
Osmanlı konusunda Meriç’e ilişkin en ilginç eleştiri, Mehmet Kaplan’ın onu Kemal Tahir ile birlikte görmesidir muhtemelen: “Osmanlıyı müdafaa ediyor ama Marksizme karşı kesin cephe almıyor.” (İş, 60) diyen Kaplan’ın bunları düşünme sebebiyse Ziya Gökalp’e dair yorumudur. Meriç, Bu Ülke’de Türk aydının kendi gerçekliği ile yüzleşmek yerine su alan bir gemiden kaçar gibi uzaklaştığından söz eder ve dört kaçış belirler; İrfana, Yunan’a, İran’a ve Turan’a kaçış. Ne var ki yayınevi Türkçü çizgisi sebebiyle Turan’a Kaçış bölümünü uygun bulmaz ve bir emrivaki ile bunu çıkarır. Meriç, bir yazar olarak hür olmadığını dile getirmesine sebep olan bu olayı, yazının daha evvel dergide yayımlanmış olması sebebiyle çok da üstelemez. Ancak bu konuda yazmaktan geri durarak hususî sohbetlerde dillendirmeyi tercih eder. Ziya Gökalp’in Türkperestlik ve Türkoloji kavramlarını hem lügavî hem de ıstılahî açıdan doğru bulmamaktadır, onun amacının İslâm öncesi Türklerini sahneye çıkarmak olduğunu düşünmektedir. Gerçekten de Meriç, Kaplan’ın yazdığı gibi Marksizme karşı kesin bir tavır almaktan kaçınmakta mıdır? Doğrusu İslâm ve Osmanlı üzerine müspet fikirler geliştiren Cemil Meriç’in, -Gökalp meselesinde olmasa da- birçok konuda Marksist yönteme müracaat ettiğini söylemek mümkündür. Kendi tasnifinde –daha sonra ‘ben hiç sosyalist olmadım’ diye inkâr etse de- sosyalist oluşunu sadece iki yılla sınırlamışsa da Ümit Meriç’in de dile getirdiği gibi Marksizmden hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Sosyalistlik ve Marksistlik arasında kat’i bir koşutluk kurulamayacağı muhakkaktır. Ancak materyalizm ve ateizmden soyunmuşsa da ekonomik cepheleri nedeniyle bir düşünce sistemi olarak Marksist bakışını korumuştur.
Bu konuda özellikle üzerine durduğu intelijansya hakkındaki tespitleri, kendini ve diğer aydınları toplum içinde değerlendirme yöntemi; Saint-Simon’u gençliğinde tercüme etmiş olan Meriç’in toplumsal yapıya ilişkin fikirlerinde bir noktadır. Aydınların kendi başına ortaya çıkamayıp bir sınıfı temsil ederek var olabildiklerine dair fikirleri, onun sınıf kavramını bir çözümleme olarak kullandığını göstermektedir. “Tenkidsiz tefekkür olmaz” diyen Meriç, diyalektiği de tefekkürün tarifi olarak nitelemekte, bununla diyalektiğin düşüncenin hiçbir kaba sığdırılamayacağını göstermesini ön plana almaktadır. Ne var ki tüm bunlarla birlikte Meriç’in ideolojileri birer deli gömleği saydığı, hiçbir “izm”in insana fayda sağlamayacağını, Marks’ın yönteminin de bir “izm” değil, bir bilim olduğu vurgusunu da göz ardı etmemek gerekmektedir. Meriç’in, yöntemi daha sonra Marx’a benzetilecek olan İbn Haldun’a merakı da ilginçtir. Bazı yazarlar tarafından tarihî materyalizmin öncüsü gibi değerlendirilen ve olayları gerçeklik/mevcudiyet nazarında ele alan Tunuslu düşünür, çok erken yıllarda dikkatini çekse de ona dair otuz sayfayı geçmeyecek bir değerlendirme ancak yazabilmiştir. Yine de bu dönemde profesör olan Hilmi Ziya Ülken’in kendi imzasıyla yayımladığı İbn Haldun’a dair kitabın Bouthel tercümesi olduğunu yani intihal olduğunu ısrarla vurgulaması ve bu konuda geri adım atmaması, Meriç’in İbn Haldun hususunda da sağlam bir mevzide olduğuna işarettir.
Bir Mabed İşçisi’nin eklerinde Meriç’in Bu Ülke’den çıkarılan Türkperestlik ve Türkiyat makalesi yanı sıra bir röportajla onun bu yazılarını eleştiren Muharrem Ergin’e dair cevap yazısı olan Türkoloji makalesi, birisi Hilmi Ziya Ülken’in Şeytanla Konuşmalar’ını müsbet karşılayan bir diğeri de onun intihal yaptığı iddiasını içeren iki eleştirisi de yer almaktadır.
Bir Mabed Savaşçısı
Üçlemenin son kitabında Cündioğlu, Meriç’in münekkid kimliği üstünde durur. Edebiyata tercüme eleştiriyle giren Cemil Meriç’in özellikle Fransızcadan nakledilen eserleri titizlikle inceleyerek sert bir üslupla masaya yatırdığı döneme ilişkin bir çalışmadır. 1940’larda Hasan Ali Yücel’in teşvikiyle başlayan tercüme faaliyetlerinin hâsılasına karşı, güvendiği Fransızcasıyla Meriç’in giriştiği çetin tenkid süreci onu önce edebiyata sonra düşünce dünyasına sokacaktır. Yankı bulan bu yazılar nedeniyle yazar alt başlık olarak Bir Münekkidin Nârâsı ismini kullanır: “Sözün özü, genç Meriç’in eleştirilerine verilecek ad, gerçekte feryad olmaktan ziyade tamıtamına nârâdır; sadece eleştirileri değil, gerçekte bütün yazıları birer sayhadır, çığlıktır, haykırıştır.”
Mabedi bezirgânlardan korumanın bir yolu olarak eleştiri, düşüncenin de vazgeçilmezidir ve onun sert eleştirileri de bir takım hevesler uğruna cihan edebiyatının katledilerek tercüme edilmesidir. İlk ciddi eleştirisi 1944 yılında Yücel dergisinde Nahid Sırrı Örik’in Vadideki Zambak (Balzac) çevirisi üzerine çıkar: Örik’e “cihan edebiyatında büyük akisler yaratan eserlere el uzatırken daha titiz bir itina” göstermesini salık verir. Daha sonra Goryot Baba (Balzac)’nın Haydar Rifat çevirisine, Meyhane (Zola)’nin Hamdi Varoğlu çevirisine dair yazar. Bu eserlerin dilimize girişine imkân sağlayan Tercüme Bürosu’nun –ve Tercüme dergisinin- kepazeliklerini teşhir ettiğini düşünmektedir. Eleştirdiği mütercimler de ona cevap vermekte, Cündioğlu’nun deyişiyle bir savaş yaşanmaktadır. Daha sonra Meriç bu çalışmalarının kendisine düşman kazandırmaktan başka bir işe yaramadığını düşünecektir.
Tercüme Bürosu ile arasındaki bu gerilim Meriç’e göre hususî hayatına, işlerine de yansımıştır. Ankara’da güçlü bir isim, bir milletvekili olan Nasuhi Baydar’ın Köy Hekimi (Balzac) çevirisiyle ilgili eleştirileri “acemî tenkidçi” ya da “kendini gösterme ve üste çıkma hevesi” gibi sözlerle savuşturulmak istenecektir. Ancak Meriç’e göre iş burada bitmeyecektir. Vefatından sonra Baydar’ın ardından Jurnal’de “Frenk mekteplerinde okuyan köksüz, dâvâsız bir hayvan nev’i; Fino köpeği gibi bir hayvan…” diye yazdıracak kadar onu öfkelendiren bazı neticelerle karşılaşmıştır. Bütün şartları haiz olduğu halde karısının Elazığ’a tayin edilmesinin onun tarafından engellendiği fikrindedir. Aynı dönemde Maarif Vekili –ve tercümelerin başlatıcısı- Hasan Ali Yücel’den de öğretmenliğine ilişkin bir uyarı yazısı gelir. Bu durum karşısında Meriç tek gelir kaynağı olan mesleğini bırakıp İstanbul’a eşinin yanına gitmek zorunda kalacak ve ağır bir geçim sıkıntısıyla baş başa kalacaktır. Kendisi de tercüme yapmak için başvurur ama Tercüme Bürosu, yaptığı otuz sayfalık deneme çeviriyi reddeder…
Cemil Meriç eleştirinin en zor tarafıyla da yüzleşmiştir, “Biz düşmana kılıç sallıyoruz, karşımıza dost çıkıyor” diye tasvir eder bunu; kişilerden azâde, fikri ve eseri eleştirmenin zorluğu. Meriç’in, Mehmet Çınarlı’ya ait Halkımız ve Sanatımız kitabı üstüne yazarken dil devriminin Türk nesri üzerindeki menfî tesirlerine değinmesi, yazının çıktığı Hisar dergisinde yazan Tarık Buğra tarafından –Mehmet Nazım müstearıyla- ağır bir eleştiriye tâbi tutulur. Buğra’ya göre Türkçe gelişmiş, tumturaklı ifadelerden arınmış, gümbürtü ve kolay ahenk hastalığından kurtulmuştur. Bunun üzerine Meriç de Çınarlı’ya bir mektup göndererek verilen cevabı eleştirir ancak onun Tarık Buğra’ya ait olduğunu öğrenince dostlarla kavgayı gereksiz bulduğundan cevabının yayımlanmasını istemez, yazıdan vazgeçer. Daha evvel de belli bir kesimle ilişkilerini düzen altında tutmak adına Türkçülük eleştirilerinin sansürlenmesi karşısında sadece hür olmadığını düşünen ama kitabının eksik yayımlanmasına itiraz etmeyen Meriç, bundan dört yıl önce bir dostluk uğruna benzer bir tutum takınmıştır.
Dil nedeniyle Vedat Günyol tarafından ve Mağaradakiler’in yayımlanmasından sonra Mustafa Miyasoğlu tarafından eleştirilir. Nihayetinde roman sanatı hakkında söyledikleri nedeniyle Rasim Özdenören tarafından da tenkide uğrar.
Bir Mabed Savaşçısı’nın eklerinde Vadideki Zambak, Köy Hekimi, Emile Zola ve Assommoir, Felsefe Sözlüğü gibi tercüme tenkidleri ile Nasuhi Baydar’ın Ölümü Vesilesiyle, Zavallı “Cesar Birotteau” yahut Bir Doçentin Muzipliği gibi yazıları ve Nasuhi Baydar’ın, Hamdi Varoğlu’nun, Lütfi Ay’ın Meriç’e cevabî yazıları da yer almaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder