Ayraç-Haziran 2013
Cemil Meriç farklı
vasıflarına rağmen her şeyden ziyade bir fikir adamıdır. Ancak kendine mahsûs
sesinin aksine; sistemli, orijinal ve tutarlılıkla ikmal edilmiş bir düşüncenin
dile gelişi onda görülen bir özellik değildir. Düşüncenin imkânlarını öğreten,
düşünmek isteyenlere yol gösteren, onca harabenin arasında dileyene barınacağı
bir köşe gösteren bir öğretmen, bir rehberdir.
Hemen her yazar gibi o
da sathî değerlendirmelerin kurbanı olmuş, birilerince yanılmazlık payesiyle
güya onurlandırılmış, fikir dünyasının çok zaman çıkmaz sokaklarla dolu
karanlığında nadiren incelikle tetkik edilmiştir. Özen ve rikkat isteyen hemen
her yazar gibi hoyratça “kullanılmış” ve fayda sağlamayacak hususlara
gelindiğinde bir kenarda unutulmaya bırakılmıştır. Ki külliyatı vefatından çeyrek
asır sonra henüz tamamlanabilmiştir. Bu durum Cemil Meriç’in fikirlerinin
serencamı açısından bir fark yaratabilecek değildir muhtemelen. Çünkü
fikriyatın hemen tüm sahalarını işgâl etmiş bulunan ve Meriç tarafından “bezirgan”,
“kalem serserisi” gibi isimlerle anılanlar yine alıştıkları ve hep yaptıkları
gibi etiketler üzerinden tekrarlarıyla meşgul olacaklar ve daha evvel düşünmüş
olanların düşüncelerini tekrarlamaya “fikir” adını vermeye devam edeceklerdir. Genel
bir çerçevede bu işgâlciler ya da kalem serserileri, menfaat temin edilebilecek
bir merkez ya da çevrenin tasdiki dışına çıkmamaktan fazlasına kafa yormak
derdinde değildirler. Bu yüzden hazır hâlde buldukları ve genelde birbiriyle
çeliştikleri dahi anlaşılamayacak kadar grift hâle gelmiş fikir adamlarının
hâsılalarından başka sermayeleri de yoktur. Bu sermayenin muhafazası ve bunun
için de kutsallaştırılması ise yine Meriç’in bezirgân diye tesmiye ettiği bu
türe ait birer mesaidir.
Hakikatin ve ehl-i
namus fikirlerin birer meta, birer sermaye olarak alınıp satılması karşısında
telaş ve acı duyan Meriç’in mabed metaforu da bu bezirgânlara karşı bir mahreme
işâret eder. Mabed, dünya edebiyatının âbidelerinin bulunduğu mekândır. Bu
mahrem, en zahirî ya da düşük hâliyle bezirgânların para kazanma hırslarının
tecavüzüne açık tercüme faaliyetlerindedir: Maarif Vekaleti’nin yaptırdığı
tercümeler, “asırların öldüremediği
dâhileri bir iki kalem darbesiyle” mahvetmektedir. Bu sebeple bir mezbaha,
bir randevu yeri olarak nitelediği Ankara Caddesi’nin ürünleri, Cemil Meriç’in
mabedi bezirgânlardan temizlemek için harekete geçeceği yerdir.
Bir
Mabed Bekçisi
“Bezirgânların, elmas tasmalı kalpazanların âbideleri mabedden koğmasına
seyirci kalınamayacağına göre, mabed derhal müdafaa edilmeli, şuârânın sesinin
kısılmasına hiçbir surette izin verilmemelidir. Demek ki mabedin bir bekçiye
ihtiyacı vardır.”
diyen Dücane Cündioğlu’nun haysiyetli ve nezih Türkçesiyle üç cilt hâlinde hazırladığı Cemil Meriç monografisi, onun mütercim kimliğinin tahkikiyle başlar: Bir Balzac mütercimi olarak önce makaleler, sonra kitaplar çeviren Meriç, bir kısmı kaybolsa da on eseri Türkçeye kazandırır. Gençliğinde derin bir hayranlık duyduğu Balzac’ın haricinde, Victor Hugo, Antoin Meillet-Michel Lejeun (müşterek), Uriel Hey (Ziya Gökalp biyografisi), Thornton Wilder ve bir dönem Tükiye’de tartışılacak olan Maxime Rodinson’dan da tercümeler yapar. Bu yönden Meriç’in temel uğraş alanının edebiyat olduğunu söylemek mümkündür. Çocukluk yaşlarından itibaren hevesle şiir yazmış, bir şiirini yayımlamış ve ömrü boyunca düzyazılarında dahi şiirin hep izini saklamış olsa da Nazım Hikmet, Yahya Kemal ve Necip Fazıl’dan daha büyük olamayacağını düşünerek şairliğe soyunmaya cesaret edememiştir Meriç. “Şiirin orta derecesi yoktur.” diyerek de önceki şairlerin varlığı yanı sıra şairliğe özenmek için ya büyük bir kabiliyet ya da hiçliğe razı olmak gerektiğini belirtir ve geri çekilmeyi tercih eder.
diyen Dücane Cündioğlu’nun haysiyetli ve nezih Türkçesiyle üç cilt hâlinde hazırladığı Cemil Meriç monografisi, onun mütercim kimliğinin tahkikiyle başlar: Bir Balzac mütercimi olarak önce makaleler, sonra kitaplar çeviren Meriç, bir kısmı kaybolsa da on eseri Türkçeye kazandırır. Gençliğinde derin bir hayranlık duyduğu Balzac’ın haricinde, Victor Hugo, Antoin Meillet-Michel Lejeun (müşterek), Uriel Hey (Ziya Gökalp biyografisi), Thornton Wilder ve bir dönem Tükiye’de tartışılacak olan Maxime Rodinson’dan da tercümeler yapar. Bu yönden Meriç’in temel uğraş alanının edebiyat olduğunu söylemek mümkündür. Çocukluk yaşlarından itibaren hevesle şiir yazmış, bir şiirini yayımlamış ve ömrü boyunca düzyazılarında dahi şiirin hep izini saklamış olsa da Nazım Hikmet, Yahya Kemal ve Necip Fazıl’dan daha büyük olamayacağını düşünerek şairliğe soyunmaya cesaret edememiştir Meriç. “Şiirin orta derecesi yoktur.” diyerek de önceki şairlerin varlığı yanı sıra şairliğe özenmek için ya büyük bir kabiliyet ya da hiçliğe razı olmak gerektiğini belirtir ve geri çekilmeyi tercih eder.
Belli bir dönemde de
roman yazmak arzusu aynı biçimde sonlanacak, Balzac’ı tanıdıktan sonra bunun
bir küstahlık olacağı fikrine kapılacaktır. Her iki tercihinden de Meriç’in
edebiyatın doğasına yatkın olmayan bir karaktere sahip olduğu sonucunu çıkarmak
mümkündür. Belagati, ağdalı ifadeleri ve teşbihleri ile dili kullanımı onun
şair tabiatının akisleri gibi görünse de karakteri onu bir sanat eserini ortaya
koymaya ve sahiplenmeye, yüceltmeye yöneltemeyecek kadar bunun dışındadır. Nihayetinde
edebiyat yapmamak için ileri sürdüğü bahaneler, sanatın varoluşunda çok da
tutarlı bir karşılığa sahip değildirler. Başarılı bulduğu –ve mabede dâhil
ettiği- tüm yazarların ve şairlerin de ellerine kalemi aldıklarında önlerine
devâsa isimler çıkmış ve hepsi de bu yolu ısrarla yürümek istemişlerdi. Sanatın
doğası gereği mutlakla değil de izafî bir değerle, “hüsna” ile bütünlenmesi, onunla
zirveye uzanan sanatçıların da birbirlerine karşı mutlak bir otorite
sayılamayacaklarının bir göstergesidir. Aksi takdirde Homer’den sonra şiir yazılamayacaktı.
Nitekim “kün” emri çerçevesinde zamanın ve mekânın kokularını taşıyarak her
daim yeniden var olduğu mutlak olanın hudutsuzluğu içinde her an yeni yollar
aradığı görülmedikçe sanatın kendisinin de şiirin de romanın da öldüğü hep
söylenegelmiştir. Her devirde dünyanın sonun geldiğini haykıran kâhinler olduğu
gibi sanatın da artık bittiği kehânetleri bir tespit gibi tekrarlanıp
durmuştur. Hâlâ da tekrarlanmaktadır.
Cemil Meriç de
şiirlerine karşı yakın çevresinden umduğu ilgiliyi bulamadığında ve roman
sanatı dâhilinde söyleyecek bir sözünün olmadığını fark edince bu tekrarlara
kapılmaktan kendini alamamıştır. Cündioğlu, Meriç’in roman aleyhinde bulunmaya
başlamasını onun sağ kesimle kurduğu ilişkiyle irtibatlandırır. 1970’lerde Bu
Ülke ve Umrandan Uygarlığa’nın sağ kesimde yankı bulmasıyla onun roman hakkında
çıkışları paraleldir. Ki meselenin Türkiye özelinde izah edilmesi açısından bu
tespitin doğruluğuna katılmak mümkündür. Roman tercümeleriyle girdiği
edebiyatta Meriç’in roman sanatını “Hıristiyan günah çıkarma an’anesi” ile
ilişkilendirmesi, onu Batı’dan gelen bir zehir olarak addetmesi, toplumun
hastalığının bir mahsulü sayması, sağ kesimde bugün dahi savunulan tezlerdir.
Gerçekliği olmayan, muhayyel bir İslâm sanatları yaklaşımı içinde, İslâm’la
birlikte ortaya çıkmış sanatların mevcudiyeti yanılgısına dayanan bu görüşler;
Türk-İslâm mimarîsindeki bariz Bizans tesirini de hat sanatının Çin kaynaklı
oluşunu da aruz vezninin müşrik Arap edebiyatı olmasını da tasavvuf musikîsinin
ircaında kullanılan enstrümanların Fars-Mezopotamya-Mısır kaynaklı olmasını da
görmemekteki ısrara dayanmaktadır. Nihayetinde sanatın, işlev ve hüsna gibi iki
esasa dayandığı ve bunların da zamansal ve mekânsal olarak hep yeni terkiplerle,
kültürel bileşim ve uzanımlarla genişleyerek yayıldığı malûmdur. Roman sanatı
da en azından Türkiye’ye –biçimsel olarak ilgisiz olsalar da- mesnevilerdeki
didaktik işlevsellik ile girmiş, güzellik algısı da zaman içerisinde Batı
estetiğiyle iç içe geçmeye başlamıştır.
Sosyolojik açıdan roman
sanatının, bireyci yapılanmalara sahip Avrupa toplumlarının mahsulü olduğu,
bizimse kamucu bir yapılanmayla var olduğumuz için bir karşılığı bulunmayacağı
da ileri sürülebilir. Ne var ki Tanzimat döneminde ilk romanlarda
karşılaştığımız didaktik unsurlar, yani romanın işlevsel yönü itibariyle ilk
yazarlarımızın bu hususu dikkate almış oldukları da açıktır. Sonrasında
Batılılaşma fikirlerinin ağırlığı altında romanımızın modernleşme temayülüne
kapılıp bugün neredeyse tamamen bu noktaya gelmesiyse sadece roman için değil
şiir, resim, müzik vd. tüm sanatları kuşatan bir dejenerasyonun neticesidir. Üstelik
bu tezleri savunan Cemil Meriç’in yine yanılarak “bizde şiir var nesir Tanzimat’la çıktı” derken tüm bu fikirlerini
de nesir vasıtasıyla aktarması baştan aşağı tutarsızlıktır. “Batı benim anti tezimdir” diyen ve
diyalektiğin düşüncenin kendisi olduğunu savunan Meriç’in sanattaki bu
diyalektiği reddetmesi de izah edilebilecek bir şey değildir. Bu durumu bizce
anlaşılır kılansa Meriç’in çocukluğundan itibaren romanla olan olumlu
ilişkisini anlatan Cündioğlu’nun bir başka tespitinde gizlidir: Meriç’in “Bizde romanıın doğmayışı sebepsiz değildir.
Çok da ciddi işlerle uğraşan Türk-İslâm aydınları, romanla uğraşmak ihtiyacı
duymamışlardır.” Sözlerini aktaran Cündioğlu, anlamaya çalışır: “Ömrü boyunca romanla meşgul olan ve fakat
fiilen bu alanın dışına düşmek zorunda kalan bir fikir adamının çok daha
ciddi işlerle uğraştığına inanıp romanı
küçümsemesi, roman okurlarını ise hafife alması, sanki incinmiş, yaralı bir
halet-i ruhiyenin neticesi gibidir.”
Cemil Meriç’in
gözlerini kaybedeceği 1954 yılına kadar şiir ve roman tercümesi ile mevcut
çevirilerin eleştirilerine dair makalelerinin tamamı edebiyatla ilgilidir.
Hatta yazarın vurguladığı gibi Batı edebiyatı onun için önceliklidir. Ne var ki
bu devirden sonrasında Yapraklar, Dönem, Çağrı (1964-1966) veya Yeni
İnsan (1967-1970) gibi “siyasî çizgisi silik edebiyat dergilerinden”
uzaklaşarak dönemin siyasî çalkantıları arasında yönünü bulmaya çalışmıştır. Bu
tarihlerde (1967-1980) Hisar, Türk
Edebiyatı, Hareket, Ortadoğu, Kubbealtı Akademi, Sebil, Pınar, Köprü, Büyük
Doğu, Gerçek gibi ideolojik yönelimleri de olan dergilerde boy
göstermiştir. Cündioğlu bu durumu, “yanında yer aldığı siyasî cephenin
beklentilerine ve alışkanlıklarına uygun davranmak” olarak yorumlamış ve onun
uyum çabalarına değinmiştir. Bu noktada 1970’lerde yazdığı eserlerinin sağcı
okurlar nezdinde gördüğü teveccühün Meriç’in düşüncelerini de yönlendirdiği
açıktır. Onun özellikle roman sanatına karşı tahkir dolu bakışı bu daireyi
tamamlanmaktadır. Öyle ki Meriç Jurnal’de,
“bir yazar olarak hür değilim” diye
yazarken gönüllü olarak çalıştığı yayınevinin Ziya Gökalp’e ilişkin
eleştirilerini (Turan’a Doğru)
sansürlemesine dahi ses çıkarmamaktadır.
Bu dönemde aynı etkiler
altında “Türk okurunu alakâdar etmediği, kim olduğunu bile bilmediği” Heine’i
tercüme etme gayretini “samimi değildim” sözleriyle itiraf eder, çünkü davanın
kendi davası olmadığının bilincindedir. Bunları yazar, Mea Culpa (İtirafnâme) adıyla Hisar
dergisinde yayımlamasını söz konusu uyum çabası içinde görse de okur için bir
günah çıkarma ihtiyacı olarak görebilme imkânı da vardır.
Meriç bu dönemde, daha
önce hayranlık duyarak çevirdiği Balzac’ı da millî düşünce için bir yabancı
diye nitelerken başlayıp yarım bıraktığı Sefiller
nedeniyle –yine hayran olduğu- Hugo’yu Türkçeye aktarmayı “düşmanın çizmelerini
yalamak” diye anmaya başlamıştır. Tuhaf bir biçimde 1974 senesinde Attila
İlhan’a yazdığı mektuptaysa Hisar (Mehmet
Çınarlı), Türk Edebiyatı (Ahmet
Kabaklı), Hareket (Nurettin Topçu) dergilerinin
yazılarına sayfalarını açtığından söz ederek şöyle der: “Sağcı dergi ve yayınevleriyle çalışmama gelince; bu yolu ben seçmedim.
Solun kadir nâ-şinas davranışı beni ister istemez gericilerin kucağına değil
yanına itti.”
Bir
Mabed Bekçisi, Meriç’in edebiyat serüvenine
odaklanması yanı sıra tercümelerini hangi şartlar altında yaptığı ve bunların
yayımlanma süreçlerinde karşılaştığı bazı aksaklıkları, tercümesi
tamamlanmışken yayınevinde kaybedildiğini iddia ettiği çalışmalarını, bir türlü
bitiremediklerini ele alan bir çalışma. Meriç’in tercümelerinde öne çıkan bir
özellik olarak Türkçe hassasiyeti onları ayrı bir değerli kılıyor elbette.
Bir
Mabed Bekçisi’nin eklerinde; Mansur Tekin’in ve Refik
Halid Karay’ın Altın Gözlü Kız
tercümesi üzerine eleştirileri, Sabri Esat Siyavuşgil’in Hernani tercümesi dair eleştirisi ile Victor Hugo’dan çevirdiği bir
şiirin iki versiyonu (Bu Kitap Şu Rüyadan
Doğdu, Bu Kitap Şu Tecellîden Doğdu) yer alıyor.
Bir
Mabed İşçisi
Mabedi bezirgânlardan
temizleme cehdiyle hareket eden Cemil Meriç, düşünce dünyamız için büyük bir
emeğin de karşılığı anlamına gelmektedir. Kırk dört yaşında içinde yaşadığı
toplumun irfanına eğilme gereği duyan Meriç, özellikle diğer dünyanın düşünürlerini,
eserlerini aktarma ve değerlendirme ile ufuk açıcı bir rol oynamıştır. Onun bir
ilim adamı mı yoksa bir fikir adamı mı olduğu sorusu üstüne düşüncelerini
aktaran Cündioğlu, yaptığı okutmanlık ve girdiği sosyoloji derlerine rağmen
Meriç’in bir fikir adamı olduğuna kanaat getirerek Bir Mabed Savaşçısı’na başlar.
Bir mütefekkir olarak
Cemil Meriç, kendi düşünsel çizgisini şöyle sıralamıştır;
“1917-1925: Koyu Müslümanlık devri. (Hacı-hoca olmak isterdim.)
1925-1936:
Şöven Milliyetçilik.
1936-1938:
Sosyalistlik devri.
1938-1960:
“Âraf devri” diyebileceğim kuluçka devri.
1960-1964:
Hind devri’m.
1964’ten
sonra: sadece Osmanlıyım.”
Bu sıralama elbette
verilmiş bir soruya cevap niteliği taşıması sebebiyle belki çok da tutarlı
olmayacaktır. Nitekim yazar da ilk bölümde bunu böyle değerlendiriyor ve
özellikle küçük yaşlarındaki bazı duygusal hâlleri düşünce çizgisinden ayırarak
ve Osmanlı oluşuyla ilgilenerek listeyi daraltıp sorgulamayı tercih ediyor.
Osmanlı konusunda
Meriç’e ilişkin en ilginç eleştiri, Mehmet Kaplan’ın onu Kemal Tahir ile birlikte
görmesidir muhtemelen: “Osmanlıyı müdafaa
ediyor ama Marksizme karşı kesin cephe almıyor.” (İş, 60) diyen Kaplan’ın
bunları düşünme sebebiyse Ziya Gökalp’e dair yorumudur. Meriç, Bu Ülke’de Türk aydının kendi gerçekliği
ile yüzleşmek yerine su alan bir gemiden kaçar gibi uzaklaştığından söz eder ve
dört kaçış belirler; İrfana, Yunan’a, İran’a ve Turan’a kaçış. Ne var ki yayınevi
Türkçü çizgisi sebebiyle Turan’a Kaçış
bölümünü uygun bulmaz ve bir emrivaki ile bunu çıkarır. Meriç, bir yazar olarak
hür olmadığını dile getirmesine sebep olan bu olayı, yazının daha evvel dergide
yayımlanmış olması sebebiyle çok da üstelemez. Ancak bu konuda yazmaktan geri
durarak hususî sohbetlerde dillendirmeyi tercih eder. Ziya Gökalp’in Türkperestlik
ve Türkoloji kavramlarını hem lügavî hem de ıstılahî açıdan doğru
bulmamaktadır, onun amacının İslâm öncesi Türklerini sahneye çıkarmak olduğunu
düşünmektedir. Gerçekten de Meriç, Kaplan’ın yazdığı gibi Marksizme karşı kesin
bir tavır almaktan kaçınmakta mıdır? Doğrusu İslâm ve Osmanlı üzerine müspet
fikirler geliştiren Cemil Meriç’in, -Gökalp meselesinde olmasa da- birçok
konuda Marksist yönteme müracaat ettiğini söylemek mümkündür. Kendi tasnifinde –daha
sonra ‘ben hiç sosyalist olmadım’ diye inkâr etse de- sosyalist oluşunu sadece
iki yılla sınırlamışsa da Ümit Meriç’in de dile getirdiği gibi Marksizmden
hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Sosyalistlik ve Marksistlik arasında kat’i bir
koşutluk kurulamayacağı muhakkaktır. Ancak materyalizm ve ateizmden soyunmuşsa
da ekonomik cepheleri nedeniyle bir düşünce sistemi olarak Marksist bakışını
korumuştur.
Bu konuda özellikle üzerine
durduğu intelijansya hakkındaki tespitleri, kendini ve diğer aydınları toplum
içinde değerlendirme yöntemi; Saint-Simon’u gençliğinde tercüme etmiş olan
Meriç’in toplumsal yapıya ilişkin fikirlerinde bir noktadır. Aydınların kendi
başına ortaya çıkamayıp bir sınıfı temsil ederek var olabildiklerine dair
fikirleri, onun sınıf kavramını bir çözümleme olarak kullandığını
göstermektedir. “Tenkidsiz tefekkür olmaz”
diyen Meriç, diyalektiği de tefekkürün tarifi olarak nitelemekte, bununla
diyalektiğin düşüncenin hiçbir kaba sığdırılamayacağını göstermesini ön plana
almaktadır. Ne var ki tüm bunlarla birlikte Meriç’in ideolojileri birer deli
gömleği saydığı, hiçbir “izm”in
insana fayda sağlamayacağını, Marks’ın yönteminin de bir “izm” değil, bir bilim olduğu vurgusunu da göz ardı etmemek
gerekmektedir. Meriç’in, yöntemi daha sonra Marx’a benzetilecek olan İbn
Haldun’a merakı da ilginçtir. Bazı yazarlar tarafından tarihî materyalizmin
öncüsü gibi değerlendirilen ve olayları gerçeklik/mevcudiyet nazarında ele alan
Tunuslu düşünür, çok erken yıllarda dikkatini çekse de ona dair otuz sayfayı
geçmeyecek bir değerlendirme ancak yazabilmiştir. Yine de bu dönemde profesör
olan Hilmi Ziya Ülken’in kendi imzasıyla yayımladığı İbn Haldun’a dair kitabın Bouthel
tercümesi olduğunu yani intihal olduğunu ısrarla vurgulaması ve bu konuda geri
adım atmaması, Meriç’in İbn Haldun hususunda da sağlam bir mevzide olduğuna
işarettir.
Bir
Mabed İşçisi’nin eklerinde Meriç’in Bu Ülke’den çıkarılan Türkperestlik ve Türkiyat makalesi yanı
sıra bir röportajla onun bu yazılarını eleştiren Muharrem Ergin’e dair cevap
yazısı olan Türkoloji makalesi,
birisi Hilmi Ziya Ülken’in Şeytanla
Konuşmalar’ını müsbet karşılayan bir diğeri de onun intihal yaptığı iddiasını
içeren iki eleştirisi de yer almaktadır.
Bir
Mabed Savaşçısı
Üçlemenin son kitabında
Cündioğlu, Meriç’in münekkid kimliği üstünde durur. Edebiyata tercüme
eleştiriyle giren Cemil Meriç’in özellikle Fransızcadan nakledilen eserleri titizlikle
inceleyerek sert bir üslupla masaya yatırdığı döneme ilişkin bir çalışmadır. 1940’larda
Hasan Ali Yücel’in teşvikiyle başlayan tercüme faaliyetlerinin hâsılasına
karşı, güvendiği Fransızcasıyla Meriç’in giriştiği çetin tenkid süreci onu önce
edebiyata sonra düşünce dünyasına sokacaktır. Yankı bulan bu yazılar nedeniyle
yazar alt başlık olarak Bir Münekkidin
Nârâsı ismini kullanır: “Sözün özü,
genç Meriç’in eleştirilerine verilecek ad, gerçekte feryad olmaktan ziyade tamıtamına nârâdır; sadece eleştirileri değil, gerçekte
bütün yazıları birer sayhadır, çığlıktır, haykırıştır.”
Mabedi bezirgânlardan
korumanın bir yolu olarak eleştiri, düşüncenin de vazgeçilmezidir ve onun sert
eleştirileri de bir takım hevesler uğruna cihan edebiyatının katledilerek
tercüme edilmesidir. İlk ciddi eleştirisi 1944 yılında Yücel dergisinde Nahid Sırrı Örik’in Vadideki Zambak (Balzac) çevirisi üzerine çıkar: Örik’e “cihan edebiyatında büyük akisler yaratan
eserlere el uzatırken daha titiz bir itina” göstermesini salık verir. Daha
sonra Goryot Baba (Balzac)’nın Haydar
Rifat çevirisine, Meyhane (Zola)’nin Hamdi
Varoğlu çevirisine dair yazar. Bu eserlerin dilimize girişine imkân sağlayan
Tercüme Bürosu’nun –ve Tercüme
dergisinin- kepazeliklerini teşhir ettiğini düşünmektedir. Eleştirdiği
mütercimler de ona cevap vermekte, Cündioğlu’nun deyişiyle bir savaş yaşanmaktadır.
Daha sonra Meriç bu çalışmalarının kendisine düşman kazandırmaktan başka bir
işe yaramadığını düşünecektir.
Tercüme Bürosu ile
arasındaki bu gerilim Meriç’e göre hususî hayatına, işlerine de yansımıştır.
Ankara’da güçlü bir isim, bir milletvekili olan Nasuhi Baydar’ın Köy Hekimi (Balzac) çevirisiyle ilgili
eleştirileri “acemî tenkidçi” ya da “kendini gösterme ve üste çıkma hevesi”
gibi sözlerle savuşturulmak istenecektir. Ancak Meriç’e göre iş burada
bitmeyecektir. Vefatından sonra Baydar’ın ardından Jurnal’de “Frenk
mekteplerinde okuyan köksüz, dâvâsız bir hayvan nev’i; Fino köpeği gibi bir
hayvan…” diye yazdıracak kadar onu öfkelendiren bazı neticelerle karşılaşmıştır.
Bütün şartları haiz olduğu halde karısının Elazığ’a tayin edilmesinin onun
tarafından engellendiği fikrindedir. Aynı dönemde Maarif Vekili –ve
tercümelerin başlatıcısı- Hasan Ali Yücel’den de öğretmenliğine ilişkin bir
uyarı yazısı gelir. Bu durum karşısında Meriç tek gelir kaynağı olan mesleğini
bırakıp İstanbul’a eşinin yanına gitmek zorunda kalacak ve ağır bir geçim
sıkıntısıyla baş başa kalacaktır. Kendisi de tercüme yapmak için başvurur ama
Tercüme Bürosu, yaptığı otuz sayfalık deneme çeviriyi reddeder…
Cemil Meriç eleştirinin
en zor tarafıyla da yüzleşmiştir, “Biz
düşmana kılıç sallıyoruz, karşımıza dost çıkıyor” diye tasvir eder bunu;
kişilerden azâde, fikri ve eseri eleştirmenin zorluğu. Meriç’in, Mehmet
Çınarlı’ya ait Halkımız ve Sanatımız
kitabı üstüne yazarken dil devriminin Türk nesri üzerindeki menfî tesirlerine
değinmesi, yazının çıktığı Hisar
dergisinde yazan Tarık Buğra tarafından –Mehmet Nazım müstearıyla- ağır bir
eleştiriye tâbi tutulur. Buğra’ya göre Türkçe gelişmiş, tumturaklı ifadelerden
arınmış, gümbürtü ve kolay ahenk hastalığından kurtulmuştur. Bunun üzerine
Meriç de Çınarlı’ya bir mektup göndererek verilen cevabı eleştirir ancak onun Tarık
Buğra’ya ait olduğunu öğrenince dostlarla kavgayı gereksiz bulduğundan
cevabının yayımlanmasını istemez, yazıdan vazgeçer. Daha evvel de belli bir
kesimle ilişkilerini düzen altında tutmak adına Türkçülük eleştirilerinin sansürlenmesi
karşısında sadece hür olmadığını düşünen ama kitabının eksik yayımlanmasına
itiraz etmeyen Meriç, bundan dört yıl önce bir dostluk uğruna benzer bir tutum
takınmıştır.
Dil nedeniyle Vedat
Günyol tarafından ve Mağaradakiler’in
yayımlanmasından sonra Mustafa Miyasoğlu tarafından eleştirilir. Nihayetinde roman
sanatı hakkında söyledikleri nedeniyle Rasim Özdenören tarafından da tenkide
uğrar.
Bir
Mabed Savaşçısı’nın eklerinde Vadideki Zambak, Köy Hekimi,
Emile Zola ve Assommoir, Felsefe
Sözlüğü gibi tercüme tenkidleri ile Nasuhi
Baydar’ın Ölümü Vesilesiyle, Zavallı
“Cesar Birotteau” yahut Bir Doçentin Muzipliği gibi yazıları ve Nasuhi
Baydar’ın, Hamdi Varoğlu’nun, Lütfi Ay’ın Meriç’e cevabî yazıları da yer almaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder