15 Ağustos 2013 Perşembe

Yapısalcılığın Kaynağı: Genel Dilbilim Dersleri


Dil konusu bir ayrıştırma neticesinde modern düşüncenin bir sorunsalına dönüştü: Hümanist felsefelerin “kendi iradesiyle doğruyu ve yanlışı seçebilen insan” tasarımını ortaya koymalarıyla gelişen bireycilikle birlikte toplum diye bir kategorinin varlığının icadının da gerekmesi gibi birey üzerinden bilincin icat edilmesiyle birlikte de dil ile bilinç birbirinden ayrıymış gibi değerlendirilmeye başlandı. Sözkonusu aynılığın gözardı edildiği bir paradigma için bireyin özerkliği fikri, Protestan eğilimlerde açığa çıktığı şekliyle -bugün anladığımız anlamda bir liberal söylemin de paralelinde yer alır. Bu, daha sonra Marx'ın materyalist felsefesinde reddedildiği şekliyle bilincin varlığı oluşturduğuna dair idealist bir yönelim içerir. Böylece dil ve toplumsal varlık arasında kendiliğinden bir ilişkinin doğal olarak kurulmasının seyri zamanla rayına oturur.

Dilin, sosyolojik objenin örnek bir olgusu olduğunu yazan Gilbert Durand, onun aynı zamanda sosyolojik bir düşünme modeli olduğunu da belirtir: “Dil, az çok psikolojik antropolojinin ve özellikle de psikanalizin ilke olarak ileri sürdüğü beşeri doğanın monizmine karşı sosyal antropolojinin niteliğini oluşturan bu ayırt edici çoğulculuğu ortaya koyar. Çünkü diller farklıdırlar ve büyük dilsel gruplar birbirlerine indirgenemezler" (Durand,1998:40). Bu düşünce, toplumlar arasındaki farklılıklarla diller arasındaki farklılık arasında karşılıklı olarak ortaya çıkan ilişkilerin karmaşıklığının izlerini taşır ve hem dilin hem de toplumsal varlığın diğerinin göstergesi olabileceğine işâret eder. Toplumları biçimlendiren zihinsel yapılar, çok zaman dilleri biçimlendiren muhayyel kalıpların türevlerinin bir uzantısı konumundadır. Kolektif bilinçaltına ilişkin bir biçimlenmeyle ortaya çıkan efsaneler, yaratıcı üslûplar ya da kültürel dışavuruma örnek teşkil edebilecek diğer ürünler; bir gösterge sistemi olan dili araç olarak kullanmasına rağmen, Durand’ın dilsel grup diye andığı geniş çeşitlilikte bir anlayış ya da zihniyet baskınlığından husûle gelmektedirler. -Ki edebiyat ve diğer sanatların üslupları dile tâbi olan söyleyiş tarzlarını içermekle kalmaz, bu tarzlar vasıtasıyla açığa vurulan toplumsal bilincin bütünlüğünü de tasdik ederler. Bu yönden fark edilecektir ki edebiyatta ve genel olarak sanatta öz-biçim karşıtlığı üzerine tartışmalar da modern düşüncenin ürettiği kurgulara tabidir. Bu tartışmaların hiçbir yere varmamış ve varamayacak olması, kurgulanan ikili modellerin (öz-biçim, birey-toplum, ruh-beden vs.) mantıksal safsatalarda temellenmelerinden ileri gelir. -Bununla ilişkili olarak modern düşüncenin biçime/forma indirgeme eğilimi içinde olduğu “sûret” fikrinin bambaşka bir şey olduğunu birkaç yerde yazdık.

Varoluşçu felsefenin tıkanmışlığına da gönderme içerek bir şekilde Avrupa düşüncesinin “ötekini cehennem” olarak görme algısını vurgulayarak ilkel diye nitelediği toplumlara baktığında kendi cehennemini görebileceğini düşünen Lévi-Strauss; toplumlardaki farklılığı incelerken yapı ve gerçeklik arasındaki ayrışma üzerinden de dilin mezkur sosyolojik özelliğini vurgular. -Esasen bu tespit Avrupa'lı düşünürlerden evvel Rus biçimciliği tarafından zaten ortaya konulmuş ve zenginleştirilmekteydi; ki onlar edebiyat eleştirisinde dilin etkinliğini temel alarak tarihsel ve sosyolojik değerlendirmeleri de dikkate alarak çalışıyorlardı. Lévi-Strauss'a göre toplumsal yapı incelendiğinde elde edilecek sonuçlar, deneysel gerçekliği değil, bundan kurulan sosyolojik modelleri ortaya çıkarır. Bu modellerse çoğu zaman dilsel ilişkilerin toplum içinde tekrar edilip durması anlamına gelen –mit gibi düşsel kalıpların incelenmesiyle de ortaya konulabilecektir ki dil ile sosyoloji arasındaki bu irtibat hiç de tesadüfî değildir. Çünkü sosyol bilimler içerisinde Lévi-Strauss ile bir yetkinlik kazanan ve toplumu kendi bütünlüğünde bir yapı olarak ele alan yapısalcılığın hareket noktası, Ferdinand de Saussure’ün dil üzerine yaptığı çalışmalarda geliştirdiği yöntemdir. Yapısalcı düşünce özellikle sosyal olguları tahlil ederken toplumu bir bütün olarak ele alıp onu, birbirine göre değerlenen iç öğelerinin arasındaki bağlantılar üzerinden inceler. Bir edebiyat kuramı ve eleştiri metodu da içeren yapısalcılığı, “yüzeydeki bir takım fenomenlerin altında, derinde yatan bazı kuralların ya da yasaların oluşturduğu bir sistemi aramak” olarak özetleyen Moran (1999:186), Saussure’den önce dilbilimcilerin dil içindeki unsurları ayrı birer öze sahipmiş gibi incelediğini ve dil çalışmalarının da zaman içerisinde bir dilin geçirdiği değişiklikleri inceleyip bunları kurallara bağlamakla yetindiklerini yazar. Saussure ise dili belli bir zaman noktasında ele alır ve eşzamanlılıkla, kendi kendine yeterli ve bağımsız bir sistem olarak inceler. Bunun anlamı, dilin o andaki bağıntılarının oluşturduğu yapıyı açıklamak demektir.

Foucault, yapısalcı düşüncenin sosyal teori bağlamında Marksizmle ilişkili olarak görünürleştiğini düşünür: Yapıyı görünür kılan olguları dilsel bir verilmişlik olarak değerlendiren Husserl'in fenomenolojisinde özneye atfettiği anlam, Marksizmin açmazlarını giderebilmek için bir evlilik fikri oluşturur. Fakat çok sürmez. Foucault'ya göre fenomenolojik çözümlemenin terk edilme sebebi, anlamın üretilmesinde yapısal çözümlemenin özneye nazaran daha açıklayıcı olmasıydı. Burada yine Saussure’ın yaklaşımı doğrultusunda linguistik tipin/dilbilimsel modelin belirleyiciliği fikri etkilidir. (Foucault,2001:16) Üstelik fenomenoloji, tarih-aşırı olması ve özneyi aşkın olarak tanımlama gayreti sebebiyle Marksist metodolojiyle zaten uyumluluğu zor bir yöntemdir. Belki Sartre'ın Marksizmi varoluşçu felsefeyle ilişkilendirmesi için -öznenin eylemliliğini seçecek bir öz inşâsı fikri üzerinden bir yol sunabilmiştir. Ancak bu çabanın iki sorunu çözümleme gereği ortaya çıkacaktır: İlk olarak -hümanizmle ilişkili olarak Marx'ın tarih kavrayışıyla uyumsuzluk sorunu yaratabileceği gibi teorik olarak Marksist ideoloji anlayışı ve sınıf olgusu ile de uzlaştırılmaya çalışılması gerekecektir ki bunlar da yeni problemler demektir. Ki -özellikle Adorno'nun Husserl'e eleştirisi üzerinden bakılırsa, Frankfurt Okulu'nun genel eğilimi itibariyle hümanizmin kendi başına bir sorun olması yanı sıra fenomenoloji tarih bilincini köreltmesi yönünden eleştirel düşünceyi zayıflatacaktır. Bütün bunlar yapısalcılığın Marksizm'in motoruna dönüşmesinde birer etki olarak ayrı ayrı dikkate değerdir. -Bugünden bakınca şu da söylenebilecektir: Adorno'nun Husserl felsefesini idealist olarak nitelediği makalesinde işaret ettiği, onun bilginin nihaî kaynağı olarak ele aldığı “saf öz” fikrini Marx ile uyumlu hâle getirmek; Sartre'ın varoluşçuluğu haricinde ancak bugünün Marksist bakış açısında sıkça karşılaşılan hümanist söylem biçiminde insan hakları önceliğinde, sınıf olgusunu dışlayan bir sosyalizm yönelişinde karşılık bulabilir demek mümkün. -Ki bu söylemde esasen orta sınıfların bireyci amaçsal felsefelerini ve yaşam tarzlarını meşrulaştırmalarından, konformist stratejilerini evrensel değerler diye anmayı tercih ettikleri burjuva değerlerine dönük olarak revize ettikleri bir liberalizmden başka ne vardır bilinmez. Tabi bu durum Foucault'nun Sartre'ın ilk kez yayımladığı Nietzscheci temayülde olduğunu söylediği "Hakikatin Tarihi" yazısından hareketle fenomenolojiye yönelmesini garip karşılamasıyla da uyumludur.

Yapısalcı düşüncenin gerçekliği biçimlendiren bir soyutluluk olarak merkezine aldığı ve çözümlemeye çalıştığı yapı olgusunu, düşünce için önemli bir konu haline getiren Saussure’dür. O, “yapı” sözcüğüne eserinde yer vermemişse de öne çıkardığı “dizge” (sistem) sözcüğü bir yapıyı ifade etmektedir. -Ki sosyoloji özelinde söylersek daha sonra ABD menşeli işlevselci veya sistem odaklı modellerin hareket noktası da burasıdır. Somut ve bireysel olan söz (parole)’ün arkasında, onu belirleyen soyut ve toplumsal bir dizgenin mevcûdiyetini ileri süren Saussure, bu dizgenin dil (language) olduğunu göstermiştir. Dilbilimin amacının, sözü yani gerçekliği inceleyerek bu dizgeyi ifşa etmek olduğunu yazan Saussure’ün tek eseri olan Genel Dilbilim Dersleri (1915) de bu amaçla yaptığı çalışmalarını içerir. Ne var ki eseri, kendi yazınsal çalışmasının bir ürünü olmayıp Cenevre Üniversitesi’ndeki öğrencilerinin tuttukları notların vefatından sonra derlenmesiyle hazırlanmıştır. Yine de kitabının, modern dilbilimin en önemli kaynak eseri olma ve önce yapısalcı sonrasında -anlamın ortaklığı konusunda gelişen itirazla biçimlenen postyapısalcı düşünceyle kısmen postmodern diye nitelenen felsefenin üzerindeki etkisiyle özelliğini hâlâ koruduğu söylenebilir.

Saussure’ün birçok modern düşünür ve fikriyata ilham veren yönteminin esası, onun dilbilim çalışmalarında söz ve dili birbirinden ayırması ve bununla oluşların, süreçlerin ardındaki yapının analiz edilmesi gayretidir. Bu gayret, onun dilbilim yöntemi oluşturmasının ötesinde bir tür bilgi kuramı ortaya koyuşuyla neticelenmiştir. Devrimci olarak nitelenen fikirlerinden hareket edenlerce, başta toplum yaşamı olmak üzere, anlamlı birim ve göstergenin olduğu yerde dilbilimin yönteminin birçok sahada geçerli olduğu gösterilmiştir. Yaşadığı dönemde baskın olan evrimci bilimsel paradigmanın dışına çıkan Saussure, dili ona dışarıdan ulaşan tesirlerle değil aynı zaman içerisinde bir arada bulunan öğelerin yaptıkları görevler ve yapı içindeki işleyişleriyle ele almıştır. Bu anlamda evrim düşüncesinin dış tesirlere dayanan değişim izahatı ile çevresel faktörlerin zorlaması olan uyumluluk yerine sistem içindeki müstakil varoluşu dile uygulamıştır.

Saussure’e göre dil, toplumun bir birikimidir. Birey, toplumda zaten var olan dili, edilgen bir biçimde kısmen hafızasına aktarır ve iletişimi ona göre kurar. Toplumların sürekliliği için ihtiyaç duyulan kurumların belli bir zaman dilimi içerisinde sadece belirli kişilere etki etmesinden farklı olarak dil, tüm bireyleri kuşatan zorunlu bir yapıdır. Bu yönüyle din, iktisat ya da aile gibi kurumlardan ayrı olarak mecburî bir zeminde bulunan toplumsal bir anlaşmadır. Bu vasfı sebebiyle de –söz bir irade eylemiyken- dil, iradî ve anlaksal olamamakta, bilinç ve düşünceyle yeniden yapılandırılamamaktadır. Dil ve söz arasındaki bu farklılığa rağmen aralarında zorunlu bir ilişki de vardır: Sözün anlaşılabilmesi ve bütün sonuçlarını verebilmesi için dil zorunluyken, dilin yerleşebilmesi ve herkesçe kullanılabilmesi için de söz gereklidir. Dilin gelişimini ve evrimini sağlayan, ondan önce ortaya çıkmış olan sözdür. Söz dile bağımlıyken aynı zamanda dil, sözün hem aracı hem de ürünüdür.

Dil ve yazı arasındaki ilişki, kelimeyi oluşturan kavram ve işitim imgesinin varlığı, göstergenin nedensizliği gibi dilbilimin saltık mekanizm olmadığını gösteren Genel Dilbilim Dersleri yazarın tartışma yöntemindeki başarısı ve olguların derinlerini araştırmasıyla düşünsel boyutta da birçok yenilik içeriyor. Ne var ki kitabın Türkçe tercümesinin, bu yeniliklerin keşfinden duyulacak hazların önünde bir engel teşkil ettiği de söylenmelidir. Kelime türetmeye karşı öfkesi bilinen Cemil Meriç’in öğrencisi olan Berke Vardar’ın, hocasının tercüme anlayışından oldukça uzak bir yönteme başvurması, metni oldukça yoruyor. Vardar, büyük övgülerle tercüme ettiği bu eser içinde yazarının, başka bir dilden aktarılan sözcüğün, dilin dizgesi içinde ele alındığında artık yabancı sayılamayacağı fikrine kulaklarını kapatmış gibidir. “Bir ulusun töreleri dilini de etkiler. Öte yandan, ulusu yaratan, büyük ölçüde dildir” diye yazan Saussure, yabancı bir sözcük için, “Onun varlığının tek koşulu, tıpkı herhangi bir yerli sözcüğünkü gibi, bir arada bulunduğu sözcüklerle kurduğu bağıntı ve karşıtlıktır" (Saussure,1978:42-43) der. Gerekçesiyse dilin kendi düzeni dışında bir düzen tanımayan doğasıdır.

Kaynakça

Durand, Gilbert (1998);Sembolik İmgelem,İnsan Yay.,İst.

Foucault, Michel (2001); Yapısalcılık ve Postyapısalcılık,Birey Yay.,İst.

Moran, Berna (1999), Edebiyat Kuramları ve Eleştiri,İletişim Yay.,İst.

de Saussure, Ferdinand (1978);Genel Dilbilim Dersleri I-II,TDK Yay.,Ank.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder