“Devrim”
kelimesi işitildiği zaman yaygın olarak şiddet, savaş, yıkım
gibi çağrışımlar uyandırır; bunun tarihe bağlı sebebi,
geçmişte yaşanmış bir takım yıkım olaylarının devrim diye
adlandırılması olduğu kadar aktüel olarak da devrimci bir
mücadeleden söz edildiğinde hemen her zaman şiddete yaslanılarak
bir anlam inşa edilmesidir. Türkçede “devrim” kelimesi
cumhuriyetten sonra icat edilmiş ve Avrupa dillerindeki “revolution”
ifadesini karşılayan “ihtilâl” ve “inkılap”
kelimelerinin ikisini birden içerecek şekilde teklif edilmiştir.
Kavrama çoklukla müracaat eden sol dünyanın ulus devlet projesine
sempatisi ve buna bağlı olarak Arabî ve Farsî birikimi “geri”de
bırakma eğilimi, kelimenin dile yerleşmesinde önemli bir etken
gibi gözükmektedir. Devirmek fiili ile ilişkilendirilerek
türetilen devrim, siyasal alanda da bu yönüyle öne çıkmıştır.
Buna karşın Avrupa’da daha eskiden de kullanılan ancak Fransız
İhtilâli sonrasında (1797) yıldızı parlayan “revolution”
gök cisimlerinin dönmesi, deveranı anlamından türetilmiştir.
Sözcüğün astronomik anlamı, döngüsellik içermesi bakımından
biraz Avrupa düşünce geleneğinin süreklilik fikriyle ilgili
gözükür. Toplumsal olaylarda ya da siyasal anlamda kullanımıysa
(17.yy) eğretileme ile olmuştur.
Türkçede
inkılap kelimesinin de taşıdığı “alt üst olma, dönüşme”
fikri ile karşılaştırıldığında toplumsal ve tarihî birikime
bağlı olarak çok da yakın sayılmayacak iki farklı kavrayış
olduğu değerlendirilebilir: Politik anlamının dışında popülist
anlamı sözü edilen değişimin niteliğine karşı ilgisizdir.
Devrim, bir nitelik değişimini teklif etmesi açısından öze,
esasa ilişkin bir anlam taşırken örneğin 1923 cumhuriyet
tecrübesi yaygın olarak bir devrim diye değerlendirilmez fakat
Türkçedeki değişimin kendisi de bazen "dil devrimi" diye
adlandırılabilmektedir. Bu durumu göz ardı edip, biraz daha
tutarlı bir çerçeve oluşturmak maksadıyla “devrim”
kelimesini bugünkü siyasî dünya açısından daha kullanışlı
ve popüler yapan Marksist literatürün tasnifine başvurulabilir.
Devrimi siyaseten öncelikli bir mesele olarak ele alan Marksizm’de
kavram nitel bir değer taşır. Marx için toplumların esas, gerçek
yapısını içeren ekonomik düzen değişmedikçe bir devrimden söz
etme olanağı yoktur. Toplumsal yapıyı altyapı ve üstyapı
olarak bölen Marx için devlet biçimi, kültür, hukuk gibi
değerleri içeren üstyapı, altyapının (üretim tarzı) bir
neticesi olarak belirdiği için tepede yapılacak düzenlemeler
nicel anlam taşıyacaklarından dolayı ancak bir evrime işaret
edebilirler. Bu yönden bakıldığında 1789 süreci, toprak
rejiminin değiştirilmesi, aristokrat sınıfın tasfiyesi ve
mülkiyete ilişkin radikal kararlar içermesi itibariyle devrimsel
bir süreç olarak görülür. Ki Marksizm açısından kapitalist
olmayan üretim tarzının kapitalizme doğru her nitel değişimi
bir devrimdir; sosyalist devrimin nesnel şartlarının oluşması
için öncelikle kapitalizme yönelik bir üretim biçimi ihdas
edilmelidir ki bunun imkânını da ancak bir burjuva demokrasisi
sağlayabilir.
Devrimin
gerçekleşmesi ise kavramın kendisi kadar özen isteyen bir
tartışma içerir: Nihayetinde kurulu düzeni besleyen ve kurulu
düzence beslenen tarafların bir ittifakı olarak iktidar alanı,
statükonun devamı için uygulanan gücü temsil etmektedir. (Ki
iktidar, Türkçede “kudret”le ilgili oluşu gibi Avrupa
dillerinde “power” ile vasfedilir.) Bu durumda devrim, doğrudan
bir güç uygulaması anlamına gelir: Mevcut yapının yıkılması
için en azından iktidarın gücü oranında bir güce gereksinim
olduğu gibi, bu gücün kullanım biçimi de devrimci bir karakter
taşıyabilmelidir. Bu sebeple Marksizm için devrimin anlamı,
burjuva demokratik sisteminde gerçekleşecek bir düzenleme değil,
doğrudan yıkımdır ki nitelik sıçraması bu sayede
gerçekleşebilir, aksi hâlde demokratik sistemin ve devletin
denetimini elinde tutan burjuvazi (ya da egemen sınıflar)
parlamenter sistem içerisinde çoğunluk sağlansa bile
niteliksel/altyapısal bir değişime asla izin vermeyecektirler. Ne
var ki devrimin gerçekleşmesi; şiddetin bir yankı bulması,
karşı-şiddet üretme sürecine yol açacağı için bir kısırdöngü
ortaya çıkaracak olması bir yana bir araç olarak geliştirilen
şiddetin iktidar olanakları çerçevesinde bir amaca dönüşmesi
de olasıdır. Ki devrimlerin muhtemel kaderi de budur.
Hannah
Arendt, siyaset bilim ve felsefe kapsamında iktidar, otorite,
devrim, terör, şiddet gibi konuları tartışırken devrimcilerin,
devrimin ertesi günü birer muhafazakâra dönüşeceklerinden söz
eder. Özellikle amaç ve aracın yer değiştirmediği ve yozlaşmış
kurumları tasfiye edebildiği sürece şiddeti gereksiz görmemiş,
bir nefsi müdafaa konusu olarak haklı amaçların onu
meşrulaştırdığından da söz etmiştir. Ne var ki şiddeti
iktidarın dışavurumu olarak ele alan Arendt, iktidarın en tekil
yapıda bile bir onay ve tabana ihtiyaç duyduğundan, sayılar
olmaksızın iktidarın olamayacağından da söz ederek haklı
amaçlar konusunda bazı kapıları açık bırakmıştır. Hitler
döneminde Almanya’dan kaçmak zorunda kalan bir Yahudi olan ve
varlığına karşı çıktığı İsrail’in kurulmasından sonra
kaçırılarak yargılanan bir Nazi subayından hareketle “kötülüğün
sıradanlığı” üzerine yazan Arendt, kişisel olarak da iktidar
mekanizmasının birey üzerindeki denetimini şiddet bağlamında
değerlendirmiştir. Bu yönden iktidarın doğası gereği şiddet,
onu ele geçirenlerin diğerlerine karşı kullanmaya devam
edecekleri bir araç olarak daima kalacaktır. Temelinde totaliter
eğilimler barındıran siyasî şiddetin muhtemel en kötü
sonucuysa kamu alanını tahrip ya da yok etme durumudur.
Devrim
Üzerine
(İletişim Yay.,2012) kitabında politik değişimi ele alan Arendt,
dış siyasette savaş ve iç siyasette devrim üzerinde durur:
Özellikle yaşadığı dönem ve bütün olarak 20. asrın bu iki
şiddet türü ve iki temel meselesiyle biçimlenmesi onun siyaset
felsefesinin de bu konuları öne çıkarmasına sebep olmuştur.
Antik gelenekten beri siyasetin temel amacının özgürlük olduğunu
yazan Arendt, idealler uğruna meşrulaştırılan savaşların
aksine devimlerin bu ülkü uğruna gerçekleşmesi ya da
geçekleştirilmeye çalışılmasına dikkat çekerek siyaset alanı
içerisindeki bu iki olgunun diğer tüm olgulardan farklı olduğu
ve birbirlerine dönüşmeye eğilimli olduklarını vurgular.
Bununsa temel nedeni, ikisinde de şiddet ortak paydasında
anlamlandırılmalarıdır. Bakış açısını Avrupa’nın felsefe
geleneğine bağlı olarak antik dönemden yaşadığı zamana doğru
getiren üslubuyla Arendt, Devrim
Üzerine’de
Avrupa tarihini de bu çerçevede değerlendirir ve devrim olgusunun
özünü açığa çıkarabilmek adına, şiddetin bir diğer
kullanıcısı olarak dinî mücadeleyi, Amerikan ve Fransız
devrimlerini, liberal ve Marksist felsefeyi tartışır.
Modern
öncesi dönemde devrimlere rastlanmadığını yazarken Antikite’de
pekâlâ siyasal değişim için güç kullanıldığını ama
bunların yeni bir aşamaya işaret etmekten uzak değişimler olduğu
için devrim sayılamayacağını vurgulayan Arendt, devrimlerin
temelinde oynadığı belirleyici rolle toplumsal sorunun yer
aldığına değinir: Toplumsal sorun, ancak modern çağa gelindiği
zaman devrimci bir karaktere bürünmüştür, çünkü ilk defa
olarak yoksulluk sorunu insanın doğal bir hâli olmanın dışına
çıkarılarak sorgulanan bir meseleye dönüşmüştür. Bir diğer
başlıkta, devrimin temel motivasyonu ve modern karakteri olarak ele
aldığı toplumsal sorunu tartışan Arendt, Marx’ın bunu siyasal
bir güce dönüştürerek onu gerçek şiddetin sahibi olan hâkim
sınıfların sömürüsüyle temellendirdiğini belirtir. Fakat
Marx’ın ilk dönemde yoksulluğu bir sömürü kategorisi olarak
ele alıp devrimi özgürleşme olarak yorumlarken Komünist
Manifesto’dan
itibaren bir bolluk amacına evirdiğini yazarak onu eleştirir; bu
amaç, devrimin özgürleşme ruhuyla tam olarak uyuşmamaktadır. Bu
konu özellikle Amerika’daki kolonilerde ön plana çıktığı ve
Amerikan devrimini hazırladığı için bütün devrimler de bu
tarihî kırılmanın bir şekilde izinden gitmişlerdir. Amerikan
Devrimi’nin ise temelde iki esası vardır; İngiltere’ye karşı
bağımsızlık/özgürlük ve vergi vermekle temsil edilme hakkı
kazanma arasındaki bağıntı. Gerçekten de modern dönemle
birlikte patlayan devrimlerde bu karakteristikler barizdir; Fransız
Devrimi, Rus/Bolşevik Devrimi ve Latin Amerika ülkelerinde
gerçekleşen devrimler, siyasal ve ekonomik anlamda birer
bağımsızlaşma ve özgürleşme çabaları taşımaları yanı
sıra önceki yönetimlere göre temsiliyet hakkını öne çıkaran
ve daha demokratik karakterli hareketlerdir.
Devrimin
bir diğer meselesiyse yeniden kuruluş aşamasıdır. Bu bağlamda
Amerikan anayasasını ele alarak onun devrimi tetikleyen
karakteristiklerle uyumu üstüne değerlendirmeler yapar Arendt;
belki bununla ilişkili olarak liberal olduğu yönünde bazı
kanaatler gelişmişse de –kaçtığı Almanya ve sığınmasına
rağmen işgalden sonra hapsedildiği Fransa’ya kıyasla- ABD’yi
bir cennet olarak tasvir etmekten kaçınmadığı bilinmektedir. Ne
var ki bunu, kısa ömürlü Avrupaî anayasaların aksine devrimin
ruhunu taşıyan bir anayasa yapısıyla açıklar ki bu da yönetimin
kalıcı bir birlik kurmak için güçlü bir iktidar ilişkisi tesis
etmesiyle ilgisi vardır: Amerikan anayasasının esas hedefi
iktidarı sınırlandırmak değildir, konfedere cumhuriyeti
dengelemek ve tümden yeni bir iktidar odağı tesis etmektir. Bu
durum devrimin bir özelliği olarak, yıkılan düzenin yeni biçimin
belirlenmesindeki etkisiyle ilgilidir. Amerikan kolonileri sınırlı
bir monarşiyi devirmişken, örneğin Fransa’da bir mutlakıyetin
devrilmiş olması yeni kurulumun kaderini de etkilemekte ve
Avrupa’nın aksine Amerika’da mutlakıyetçi bir eğilimin
olmamasını da açıklamaktadır. Ki Amerikan devriminin ve bunu
gerçekleştiren halkın en büyük başarısı bizzat anayasanın
kendisidir.
Amerikan ve Fransız
devrimleri üzerinden devrim kavramının –her ne kadar
modernliğine değinse de- Avrupa düşünce geleneği içerisindeki
yerine oturtarak tartışan Hannah Arendt’ın Devrim
Üzerine’si,
meseleyi salt siyasî bir alandaki kavga olarak görmenin ötesine
giderek insan için taşıdığı değeri de sorgular. Bu
sorgulamayla birlikte şiddetin ve şiddeti araçsallaştıran
iktidar fikrinin de doğasını anlamaya ve göstermeye çalışır.
Arendt’in de vurguladığı gibi kutsal kaynaklarda gözlenen
Kabil’in Habil’i öldürmesi ile başlayan insanlık tarihinin
yeni yapılanması, aslında tüm devrimlerin özünde yer alan
şiddetin salt bir kardeşlik tesisi amacına büründürülmesinden
daha ötede yıkıcı bir temele yaslanır. Onun sözleriyle bu
temeli şöyle özetleyebiliriz: “Şiddetle
değişen bir dünya, ancak daha çok şiddetin var olduğu bir dünya
olur.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder