10 Temmuz 2014 Perşembe

Devrim Üzerine Fikirler


“Devrim” kelimesi işitildiği zaman yaygın olarak şiddet, savaş, yıkım gibi çağrışımlar uyandırır; bunun tarihe bağlı sebebi, geçmişte yaşanmış bir takım yıkım olaylarının devrim diye adlandırılması olduğu kadar aktüel olarak da devrimci bir mücadeleden söz edildiğinde hemen her zaman şiddete yaslanılarak bir anlam inşa edilmesidir. Türkçede “devrim” kelimesi cumhuriyetten sonra icat edilmiş ve Avrupa dillerindeki “revolution” ifadesini karşılayan “ihtilâl” ve “inkılap” kelimelerinin ikisini birden içerecek şekilde teklif edilmiştir. Kavrama çoklukla müracaat eden sol dünyanın ulus devlet projesine sempatisi ve buna bağlı olarak Arabî ve Farsî birikimi “geri”de bırakma eğilimi, kelimenin dile yerleşmesinde önemli bir etken gibi gözükmektedir. Devirmek fiili ile ilişkilendirilerek türetilen devrim, siyasal alanda da bu yönüyle öne çıkmıştır. Buna karşın Avrupa’da daha eskiden de kullanılan ancak Fransız İhtilâli sonrasında (1797) yıldızı parlayan “revolution” gök cisimlerinin dönmesi, deveranı anlamından türetilmiştir. Sözcüğün astronomik anlamı, döngüsellik içermesi bakımından biraz Avrupa düşünce geleneğinin süreklilik fikriyle ilgili gözükür. Toplumsal olaylarda ya da siyasal anlamda kullanımıysa (17.yy) eğretileme ile olmuştur.

Türkçede inkılap kelimesinin de taşıdığı “alt üst olma, dönüşme” fikri ile karşılaştırıldığında toplumsal ve tarihî birikime bağlı olarak çok da yakın sayılmayacak iki farklı kavrayış olduğu değerlendirilebilir: Politik anlamının dışında popülist anlamı sözü edilen değişimin niteliğine karşı ilgisizdir. Devrim, bir nitelik değişimini teklif etmesi açısından öze, esasa ilişkin bir anlam taşırken örneğin 1923 cumhuriyet tecrübesi yaygın olarak bir devrim diye değerlendirilmez fakat Türkçedeki değişimin kendisi de bazen "dil devrimi" diye adlandırılabilmektedir. Bu durumu göz ardı edip, biraz daha tutarlı bir çerçeve oluşturmak maksadıyla “devrim” kelimesini bugünkü siyasî dünya açısından daha kullanışlı ve popüler yapan Marksist literatürün tasnifine başvurulabilir. Devrimi siyaseten öncelikli bir mesele olarak ele alan Marksizm’de kavram nitel bir değer taşır. Marx için toplumların esas, gerçek yapısını içeren ekonomik düzen değişmedikçe bir devrimden söz etme olanağı yoktur. Toplumsal yapıyı altyapı ve üstyapı olarak bölen Marx için devlet biçimi, kültür, hukuk gibi değerleri içeren üstyapı, altyapının (üretim tarzı) bir neticesi olarak belirdiği için tepede yapılacak düzenlemeler nicel anlam taşıyacaklarından dolayı ancak bir evrime işaret edebilirler. Bu yönden bakıldığında 1789 süreci, toprak rejiminin değiştirilmesi, aristokrat sınıfın tasfiyesi ve mülkiyete ilişkin radikal kararlar içermesi itibariyle devrimsel bir süreç olarak görülür. Ki Marksizm açısından kapitalist olmayan üretim tarzının kapitalizme doğru her nitel değişimi bir devrimdir; sosyalist devrimin nesnel şartlarının oluşması için öncelikle kapitalizme yönelik bir üretim biçimi ihdas edilmelidir ki bunun imkânını da ancak bir burjuva demokrasisi sağlayabilir.

Devrimin gerçekleşmesi ise kavramın kendisi kadar özen isteyen bir tartışma içerir: Nihayetinde kurulu düzeni besleyen ve kurulu düzence beslenen tarafların bir ittifakı olarak iktidar alanı, statükonun devamı için uygulanan gücü temsil etmektedir. (Ki iktidar, Türkçede “kudret”le ilgili oluşu gibi Avrupa dillerinde “power” ile vasfedilir.) Bu durumda devrim, doğrudan bir güç uygulaması anlamına gelir: Mevcut yapının yıkılması için en azından iktidarın gücü oranında bir güce gereksinim olduğu gibi, bu gücün kullanım biçimi de devrimci bir karakter taşıyabilmelidir. Bu sebeple Marksizm için devrimin anlamı, burjuva demokratik sisteminde gerçekleşecek bir düzenleme değil, doğrudan yıkımdır ki nitelik sıçraması bu sayede gerçekleşebilir, aksi hâlde demokratik sistemin ve devletin denetimini elinde tutan burjuvazi (ya da egemen sınıflar) parlamenter sistem içerisinde çoğunluk sağlansa bile niteliksel/altyapısal bir değişime asla izin vermeyecektirler. Ne var ki devrimin gerçekleşmesi; şiddetin bir yankı bulması, karşı-şiddet üretme sürecine yol açacağı için bir kısırdöngü ortaya çıkaracak olması bir yana bir araç olarak geliştirilen şiddetin iktidar olanakları çerçevesinde bir amaca dönüşmesi de olasıdır. Ki devrimlerin muhtemel kaderi de budur.

Hannah Arendt, siyaset bilim ve felsefe kapsamında iktidar, otorite, devrim, terör, şiddet gibi konuları tartışırken devrimcilerin, devrimin ertesi günü birer muhafazakâra dönüşeceklerinden söz eder. Özellikle amaç ve aracın yer değiştirmediği ve yozlaşmış kurumları tasfiye edebildiği sürece şiddeti gereksiz görmemiş, bir nefsi müdafaa konusu olarak haklı amaçların onu meşrulaştırdığından da söz etmiştir. Ne var ki şiddeti iktidarın dışavurumu olarak ele alan Arendt, iktidarın en tekil yapıda bile bir onay ve tabana ihtiyaç duyduğundan, sayılar olmaksızın iktidarın olamayacağından da söz ederek haklı amaçlar konusunda bazı kapıları açık bırakmıştır. Hitler döneminde Almanya’dan kaçmak zorunda kalan bir Yahudi olan ve varlığına karşı çıktığı İsrail’in kurulmasından sonra kaçırılarak yargılanan bir Nazi subayından hareketle “kötülüğün sıradanlığı” üzerine yazan Arendt, kişisel olarak da iktidar mekanizmasının birey üzerindeki denetimini şiddet bağlamında değerlendirmiştir. Bu yönden iktidarın doğası gereği şiddet, onu ele geçirenlerin diğerlerine karşı kullanmaya devam edecekleri bir araç olarak daima kalacaktır. Temelinde totaliter eğilimler barındıran siyasî şiddetin muhtemel en kötü sonucuysa kamu alanını tahrip ya da yok etme durumudur.

Devrim Üzerine (İletişim Yay.,2012) kitabında politik değişimi ele alan Arendt, dış siyasette savaş ve iç siyasette devrim üzerinde durur: Özellikle yaşadığı dönem ve bütün olarak 20. asrın bu iki şiddet türü ve iki temel meselesiyle biçimlenmesi onun siyaset felsefesinin de bu konuları öne çıkarmasına sebep olmuştur. Antik gelenekten beri siyasetin temel amacının özgürlük olduğunu yazan Arendt, idealler uğruna meşrulaştırılan savaşların aksine devimlerin bu ülkü uğruna gerçekleşmesi ya da geçekleştirilmeye çalışılmasına dikkat çekerek siyaset alanı içerisindeki bu iki olgunun diğer tüm olgulardan farklı olduğu ve birbirlerine dönüşmeye eğilimli olduklarını vurgular. Bununsa temel nedeni, ikisinde de şiddet ortak paydasında anlamlandırılmalarıdır. Bakış açısını Avrupa’nın felsefe geleneğine bağlı olarak antik dönemden yaşadığı zamana doğru getiren üslubuyla Arendt, Devrim Üzerine’de Avrupa tarihini de bu çerçevede değerlendirir ve devrim olgusunun özünü açığa çıkarabilmek adına, şiddetin bir diğer kullanıcısı olarak dinî mücadeleyi, Amerikan ve Fransız devrimlerini, liberal ve Marksist felsefeyi tartışır.

Modern öncesi dönemde devrimlere rastlanmadığını yazarken Antikite’de pekâlâ siyasal değişim için güç kullanıldığını ama bunların yeni bir aşamaya işaret etmekten uzak değişimler olduğu için devrim sayılamayacağını vurgulayan Arendt, devrimlerin temelinde oynadığı belirleyici rolle toplumsal sorunun yer aldığına değinir: Toplumsal sorun, ancak modern çağa gelindiği zaman devrimci bir karaktere bürünmüştür, çünkü ilk defa olarak yoksulluk sorunu insanın doğal bir hâli olmanın dışına çıkarılarak sorgulanan bir meseleye dönüşmüştür. Bir diğer başlıkta, devrimin temel motivasyonu ve modern karakteri olarak ele aldığı toplumsal sorunu tartışan Arendt, Marx’ın bunu siyasal bir güce dönüştürerek onu gerçek şiddetin sahibi olan hâkim sınıfların sömürüsüyle temellendirdiğini belirtir. Fakat Marx’ın ilk dönemde yoksulluğu bir sömürü kategorisi olarak ele alıp devrimi özgürleşme olarak yorumlarken Komünist Manifesto’dan itibaren bir bolluk amacına evirdiğini yazarak onu eleştirir; bu amaç, devrimin özgürleşme ruhuyla tam olarak uyuşmamaktadır. Bu konu özellikle Amerika’daki kolonilerde ön plana çıktığı ve Amerikan devrimini hazırladığı için bütün devrimler de bu tarihî kırılmanın bir şekilde izinden gitmişlerdir. Amerikan Devrimi’nin ise temelde iki esası vardır; İngiltere’ye karşı bağımsızlık/özgürlük ve vergi vermekle temsil edilme hakkı kazanma arasındaki bağıntı. Gerçekten de modern dönemle birlikte patlayan devrimlerde bu karakteristikler barizdir; Fransız Devrimi, Rus/Bolşevik Devrimi ve Latin Amerika ülkelerinde gerçekleşen devrimler, siyasal ve ekonomik anlamda birer bağımsızlaşma ve özgürleşme çabaları taşımaları yanı sıra önceki yönetimlere göre temsiliyet hakkını öne çıkaran ve daha demokratik karakterli hareketlerdir.

Devrimin bir diğer meselesiyse yeniden kuruluş aşamasıdır. Bu bağlamda Amerikan anayasasını ele alarak onun devrimi tetikleyen karakteristiklerle uyumu üstüne değerlendirmeler yapar Arendt; belki bununla ilişkili olarak liberal olduğu yönünde bazı kanaatler gelişmişse de –kaçtığı Almanya ve sığınmasına rağmen işgalden sonra hapsedildiği Fransa’ya kıyasla- ABD’yi bir cennet olarak tasvir etmekten kaçınmadığı bilinmektedir. Ne var ki bunu, kısa ömürlü Avrupaî anayasaların aksine devrimin ruhunu taşıyan bir anayasa yapısıyla açıklar ki bu da yönetimin kalıcı bir birlik kurmak için güçlü bir iktidar ilişkisi tesis etmesiyle ilgisi vardır: Amerikan anayasasının esas hedefi iktidarı sınırlandırmak değildir, konfedere cumhuriyeti dengelemek ve tümden yeni bir iktidar odağı tesis etmektir. Bu durum devrimin bir özelliği olarak, yıkılan düzenin yeni biçimin belirlenmesindeki etkisiyle ilgilidir. Amerikan kolonileri sınırlı bir monarşiyi devirmişken, örneğin Fransa’da bir mutlakıyetin devrilmiş olması yeni kurulumun kaderini de etkilemekte ve Avrupa’nın aksine Amerika’da mutlakıyetçi bir eğilimin olmamasını da açıklamaktadır. Ki Amerikan devriminin ve bunu gerçekleştiren halkın en büyük başarısı bizzat anayasanın kendisidir.

Amerikan ve Fransız devrimleri üzerinden devrim kavramının –her ne kadar modernliğine değinse de- Avrupa düşünce geleneği içerisindeki yerine oturtarak tartışan Hannah Arendt’ın Devrim Üzerine’si, meseleyi salt siyasî bir alandaki kavga olarak görmenin ötesine giderek insan için taşıdığı değeri de sorgular. Bu sorgulamayla birlikte şiddetin ve şiddeti araçsallaştıran iktidar fikrinin de doğasını anlamaya ve göstermeye çalışır. Arendt’in de vurguladığı gibi kutsal kaynaklarda gözlenen Kabil’in Habil’i öldürmesi ile başlayan insanlık tarihinin yeni yapılanması, aslında tüm devrimlerin özünde yer alan şiddetin salt bir kardeşlik tesisi amacına büründürülmesinden daha ötede yıkıcı bir temele yaslanır. Onun sözleriyle bu temeli şöyle özetleyebiliriz: “Şiddetle değişen bir dünya, ancak daha çok şiddetin var olduğu bir dünya olur.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder