31 Temmuz 2014 Perşembe

Modern Zamanlar’ın Kulluk Pratiği: Eski İbâdet, Yeni Din


Sanatın, doğası icabı olgusal gerçekliği zamana ya da mekâna bağlı olmaksızın kendinde taşıyabildiğini gözlemlemek daima mümkündür: İnsan, çevre, toplum değişse bile yüzlerce yıldan bugüne uzanan bir sanat eserinde gerçekliği tecrübe etmek olanağı hep vardır. Bu gerçeklik bazan en saf hâliyle Hakikat’e bir işaret, bazan kâinata dair bir bilgi, bazan dünya üzerinde yaşananlara dair tekerrürün bir “öngürü”sü olabilir. Ancak her halükârda, değişen kabuk ve yapraklara rağmen değişmeyen çekirdeğin sanatın dilinde daima yeniden hayat bulması, tıpkı yaradılış gibi sanatın da, insan olsa da olmasa da devam edeceğinin bir göstergesidir. Binlerce yıldır duran bir mimarî yapı, üzerinden asırları geçirmiş bir duvar resmi, hâlâ sesi olan bir beste ya da asırlardır anlatılagelen bir hikâye; sadece sanatçının değil, onun içinden çıktığı, dilini taşıdığı toplumu bile aşmış, insan olmaya ilişkin müşterek bilincin sessiz kelimeleri olarak kurucu kodlarından birisine dönüşmüş olabilir. Çünkü sanatın doğası yaradılışın doğasının –bir taklidi değilse de- devamıdır. Sanatsal imin umudunu taşıyan sanatçının gözlerinde varlığın kendinden başkasının tasarrufu olmadığından bazan kınansalar, bazan susturulsalar, bazan öldürülseler de aktardıkları sessiz bilgi bir zaman sonra zihnen sindirilmiştir: Günlük hesaplar, menfaatler, ekonomi, siyaset ya da pazarlık ve uzlaşma konusu olabilen diğer şeyler bu zamanı sadece geciktirmişlerdir.

Bunun kehânetle veya tesadüfle ilgisinden çok, sanatın kurallarının yaratmanın kurallarıyla yani kâinatın düzeniyle ilgisi olduğu gerçeği, bazı yüzeysel değişimlere rağmen toplumların temel karakteristiğinin de sanatın dilinde yansıtılabildiğini göstermektedir. Odysseia’da insan doğasının kaypak yüzü, Gılgameş’de onun dünyayı biçimlendirebilecek güçlü ihtirasları, Mısır ya da Çin piramitlerinde toplumu hizalayan dengeleri, Ayasofya’da acziyetini, Hind masalında ya da İslâm minyatüründe metafizik doğasını ve hiyerarşisini müşahede etmek imkânı daima vardır. Modern sanat, sanki tüm bunlara ilgisizmiş gibi görünse de tıpkı diğerleri gibi toplumsal bir ürün olmaklığıyla benzer bir vasfı –en azından bir halk şiiri kadar işlevsel biçimde- taşımaktadır: Biçimsel olarak da modern dönemlerde ortaya çıkmış sinema ya da roman, geleneksel özü taşımayan ama öyleymiş gibi görünen bugünün eserlerine nazaran çok daha fazla bilgiyi içselleştirmiş olarak taşımaktadır.

Bu noktadan değerlendirdiğimizde insana ait sırları taşıyan bu “eski” eserlerde olduğu gibi sanat dilini yitirme tehlikesine uzanırken bile hâlâ “yeni” görünümleriyle de aktarıma devam etmektedir. Ne var ki yaratmanın bir tekrar değil yeni bir şey olduğu fikrinin yaygınlık ölçüsünce bunu yaptıkları için, kendi zamanlarında değerlendirilmeleri de nâdir bir durum teşkil etmektedir. Öyle ki bu bilgilerin tarihsel mevcudiyeti ile bugünkü görünümü arasındaki biçimsel dönüşümden haberdâr olmayanlarca insanın sırları ortalığa saçılmış hissi uyandırılmakta veya eski olanı küçümseme refleksiyle bu aktarıma anlam dahi verilememektedir…

Örnek olarak Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ünün, Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün ya da Chaplin’in Modern Zamanlar’ının modernleşmeye dair eleştirilerini merkeze alarak toplumsalı anlamlandırmak istediğimizde karşımıza çok güçlü öngörüler çıktığını, zamanından önce dillendirilen şeyler olduğunu düşünmemiz gerekir mi? Yoksa biçim değiştirmiş gerçekliğin her dönem yeniden üretildiğini mi söylemek gerekir? Örneğin, 1917 sonrasındaki Sovyet sanayileşmesiyle Avrupa ve Amerika’daki kapitalist sanayileşme modelleri arasında –biçimsel olandan çok daha derinde- bir özdeşlik kurulmasına engel olacak bir şeyler var mıdır? Bunun için “plan” kavramını, “hesap” kavramını, “denetim”i, dünyayı anlamlandırmanın çekirdeğine yerleştirerek toplumsal ilişkiler ve üretim rejimlerine baktığımız zaman pozitivist bilgi süreçlerinin, materyalist felsefenin, harcına kan ve terden başka bir şey katmayan devletleşme süreçlerinin hangisini bir diğerinden ayırmak mümkün olacaktır? Neticede tüm bu durumları bu sanatçıların değerlendirip toplumun gözleyebilmesinden –ki hâlâ gözleyebilen bir toplumdan söz edilemez- evvelce dile getirmiş olmaları, karşımıza iyi kâhinler değil sanatın diline eğilip gerçekliği yeniden üreten, kozaya bakarak kelebeği görebilen bir aklı –yaratıcı aklı- çıkarmaktadır. Bu akıl insana, topluma, tarihe, dünyaya, evrene baktığı zaman yeni bir ruhu değil, ruhun gizlendiği yeni bedenleri görebilmektedir.
* * *

Bu örneklerin ikisi, iki roman -yeterince değilse de- daha tanındıkları için Modern Zamanlar (Modern Times,1936) hakkında bir bakış açısı değerlendirmesi, bu sessiz bilginin hâlâ taşıdığı değeri gösterecek niteliktedir. Çünkü Modern Zamanlar, teslim olunmuş bir akıntının eski zamanlardan beri insanı yutarak büyüdüğünü tekrar eden bir bilgiyle beslenmektedir. Bu bilgi, insanın araçsallaştırılması/kullaştırılması/sürüleştirilmesinin bilgisidir: Modern Zamanlar, bir fabrikada cıvata sıkmak gibi alelâde bir görevi olan bir işçinin yaptığı işin monotonluğunun da etkisiyle akıl hastanesine gönderilmesiyle başlayan bir dizi olayı konu edinir: Çalışma hayatı, fabrika, hastane, hapis, suç, toplumsal olaylar, aşk, geçim derdi gibi bir yığın sıradan şeyin içinde geçen işçinin her hâli seyirciye ayakta tuttuğu dünyanın işleyiş modelini sunar. Ne var ki 1930’ların buhranlı ABD’nde geçen hikâye, bugünden bakıldığında geniş bir skalayla modern insana olduğu kadar insanlık tarihine de odaklanma imkânı verir ki bu tarih, köleliğin ya da düzene kulluğun tarihidir…

Büyük bir saatin ekranı kaplayarak açıldığı Modern Zamanlar, insanın insana ve hâkim ideolojik örgütlenmeye teslimiyetini ve kulluğunu zaman imgesi üzerinden vermeye başlayarak tarihsel varoluşu andığı gibi saatin çarklardan teşkil yapısıyla da modernitenin insanı “kurması” fikrini de aşılar: Rasyonalite ve hesapların döngüsü içerisinde modern insan için özerk bir alan ya da zaman mevcut değildir, modern insan tektipleştirilmiş, bir mekâna ve zaman sıkıştırılmıştır. Yönetmenin başlangıçta gösterdiği iki resim, insanın özgün değeriyle mevcudiyetinin ne kadar zıt bir hâlde olduğu fikrini verirken de yine yaptığı zaman vurgusu, herkesçe anlaşılabilecek bir analojiyle sağlanır: Kapıları açılan bir ağıldan dışarı çıkan domuz sürüsünün telaşını, metrodan çıkıp kente akan insanlar tamamlar. Bu analoji, çalışan insanlara hakaret değil muhakkak, fakat Chaplin’in mizah gücüne dayanarak eti, sütü, derisi için “beslenen” domuz ile emeği için “beslenen” ve sömürülen insan arasındaki yakınlıktır: Nesneleştirme, araçsallaştırma, üretim için kullanım. Ki aynı domuz sürüsünün taşıdığı çağrışımın filmin sonlarında bu defa eğlence olgusu için tekrar kullanıldığı görülür. Çalıştığı lokantada garsonun servis yapmaya çalışırken piste doluşan kalabalıkla boğuşması, yaşanılan toplumsallığın tektipleşme mekanizmasının bir uzanımıdır.

Bu benzeşim, yaşam tarzı olarak kültürle açık bir ilişki içindedir. Kapitalist işleyişin gerektirdiği standardizasyon, sadece üretim sürecinin, çalışmanın değil, tüketim sürecinin de kalıplaşmasına ihtiyaç duymaktadır. Bu kalıplaşma insanın hem birey olarak hem de tür olarak özgün doğasını bastırmasına, silikleştirmesine yol açmaktadır. Onun nesneleşmesi de esas olarak bu noktada tecessüm eder: Artık insan bir nesnedir, çünkü kendini nesneden ayırabileceği bir pozisyonu kalmamıştır. Nihayetinde insanın şeyler ile kurduğu ilişki, onun benlik tanımlamasının içeriğini gösterdiği kadar bilgisinin de üretim sürecine dair bir işaret taşır. Eşyaya yüklenen anlam bilgiye dayalı olarak üretilen değerden doğduğu için insanın bilme tarzı ile yaşam şekli arasında açık bir gerektirme ilişkisi vardır. Bu nedenle bilgi ve eylem birbiriyle paralel olduğu gibi bilgi eylemden üstün kabul edilmiştir. Tarihsel olan bir bilgi türü, mevcut olan da bir eylem türü gibi ele alındığında, mevcut hâllerin toplumsal birikimin bir neticesi, yeniden üretimi olduğu değerlendirilebilir. Bu hâllerin mayasında kültür, sanat, âdet gibi daha görünür olan bilgi süreçleri olduğu gibi doğrudan görünmeyen gelenek/inanış, mit gibi kolektif bilinci yapılandırıcı bir birikim de vardır. Kâinatın ahengi, insan doğası ve onun tabiatla girdiği çelişki de insanoğlunun kaderini biçimlendiren diğer süreçler olarak bilmenin birer nesnesi ve eyleminin kaynaklarıdırlar.

Toplumsal olanın, tarihle ilişkili olarak değerlendirilmesinin bir sonucu olarak başvurulan bir ayrım gelenek ve modernite ayrımıdır ki bu ayrım farklı kişilerce farklı boyutları göz önüne alınarak değişik şekillerde yapılagelmiştir. Fakat bu ayrıma en temelde bilgi süreci bağlamında bakıldığı zaman toplumları bilgiyi edinme ve kullanma şekillerine dayanarak felsefî bir temele oturtmak imkânı vardır. Geleneksel toplumlar bilgiyi özneye, modern toplumlarsa nesneye atfederek tespite ve tümdengelim (geleneksel) yahut tümevarım (modern) ile ona ulaşmaya çalışmaktadırlar. Ne var ki bu durum, iki bilgi sürecinin dönemsel olarak birbirlerini yok ettikleri anlamına gelmiyor, fakat dönemsel olarak baskın olan yönteme işaret ediyor ki bugün dahi pozitivist olmayan yöntemlerle edinilen bilgi türünün varlığı da bunu gösteriyor. Aynı şekilde aksi de mümkündür ki Rönesans’ın bir Orta Çağ pratiği olması bunu açıklayıcıdır. -Tekniği de içererek- bilginin kullanımı da aynı esaslara bağlı olarak vücut buluyor. Ancak modern olanı ayıranın baskın bir yöntem olması gibi bilginin kullanımı ve teknik de bizatihi baskın oluşuyla öne çıkıyor. Örneğin sabanın tarımsal üretimde kullanımını endüstriyel bir gelişme olarak kabul edebiliyorsak da böylece endüstriyalizm diye anılan bir çağın başlangıcını bu “gelişme” ile nitelemiyoruz. Sadece bir endüstrinin var olduğunu ileri sürebiliyoruz. Nihayetinde insan tabiî ihtiyaçları için tabiata bir araçla, teknikle müracaat ederek bir meta üretmiş olmaz fakat kullanım değeri olan bir ürün üretmiş olur; bu durum endüstriyalizmin aracı (bilgi ve tekniği) amaç hâline getiren karakteristiğinden uzaktır. Aksi takdirde bir tarlayı sulamaya yarayan su kanalı da ağaçtaki meyvayı düşürmeye yarayan bir dal parçası da endüstriyalizmle nitelenmek durumunda kalacaktır. Fakat tekniğin endüstriyalizmle aynı şey olduğunu söylemek imkânı yoktur. Bir dönemi bir ideoloji ile niteleyebilmemizin kriteri, o ideolojinin baskın hâle gelmesi ve alternatiflerini yok etmesi gerektiğini değerlendirebiliriz. Bugün kapitalist üretim modelinin ilerlediği küresel entegrasyon süreci, demokrasi, liberalizm, bireycilik gibi ideolojileri de araçsallaştırarak baskın bir hâle gelmiş ve başka bir üretim modelini tartışmayı dahi pratikte anlamsızlaştırmıştır. Neticede tarihe ilişkin okumalar kapitalist üretim modelinin kısmî uygulamalarını hemen tüm toplumlarda gözleyebilme olanağı sağlamaktadır. Ancak kapitalist sürecin hâkim ideoloji olarak “görülebilmesi” için başlangıcına dair bir milât gereklidir ve bu milâdın onun karakteristiğiyle ve hâkimiyetiyle ilişkilendirilmesi lazımdır.

1930’ları gösteren Modern Zamanlar’da karşımıza çıkan sürüleşme, iş (üretim/iktisat) ve dinlenme-eğlenme (yeniden üretim/kültür) sirkülasyonu içerisindeki menzillere kilitlenmiş insanın zilin çaldığı tarafa doğru koşma refleksiyle ortaya çıkmaktadır. Kitleler, hapsedildikleri üretim-tüketim sarkacında salınmakta, ağıl ve mezbaha arasında koşuşturup durmaktadır. Sarkacın dinamiğini sağlayansa kapitalizmdir. Fakat kapitalizmin hâkimiyeti yeni olsa da bu koşuşturma yeni değildir; tarih bu salınım da tarihidir. Kapitalizm ise sadece bu duruma yeni bir biçim vermiş, özü değişmemiştir, ilk hareket insanın kendisinden gelmektedir. Kapitalizm, insanın özünden kaynaklanan bir araçsallaştırmanın bugünkü şartlarda aldığı biçimdir. Öyle midir? Kapitalizmin ana karakteristiği nedir? Onu diğer üretim rejimlerinden ayrıştıran niteliği hangisidir?

Bu konuda Marx’ın tanısı değerle ilişkilidir: Kapitalizm, ilk olarak diğer üretim modelleri gibi bir “değer üretme modeli”dir. Çünkü kapitalizm metaların üretimi ve değişimiyle ilgili bir sistemdir ve değişim ancak değer ölçütünde sağlanabilir. Ancak diğer modellerden farklı olarak kapitalist sistem iki araca yaslanarak üretimin sermâyesinin hakkı olmayan bir büyüme/birikim göstermesine sebep olur ki kapital ile adlandırılması bundandır. Bu iki araç; mübadele değeri ve artı değerdir: Mübadele değeri, bir metaın üretim amacından (sağladığı yarardan) ve maliyetinden, içerdiği emek değerinden bağımsız olarak çeşitli şartlar altında kazandığı değişim değeridir ve üretilen her meta bir değer döngüsü ortaya koyarak döngünün çeşitli noktalarında “birikim”in gerçekleşmesini sağlar: “M[eta]-P[ara]-M[eta] döngüsü, bir metanın bulunduğu uçtan başlar ve dolaşım­dan çıkıp tüketim alanına giren bir diğer metanın bulunduğu uçta son bulur. Bundan ötürü de tüketim, yani ihtiyaçların giderilmesi, tek sözle kullanım değeri, bu döngünün amacıdır. Buna karşılık, P-M-P döngüsü paranın bulunduğu uçtan başlar ve sonunda gene paranın bulunduğu bir uçta sona erer. Bundan dolayı, bunu harekete geçiren dürtü ve yönü­nü belirleyen amaç, bizzat mübadele değeridir.” (Marx,2011:154.) Artı değer ise üretimi gerçekleştiren emeğin, kapitalistin ürettiği değerden daha düşük bir değerle karşılanmasıyla ortaya çıkan değer farkıdır. Değer üzerinden gerçekleştirilen bu iki aracın kullanım biçimi üretici güçler ve üretim ilişkilerinin sınırlarını çizerek bir toplumsallığın üretim biçimini ortaya koyar. Üretim biçimi, kapitalizmin diğer üretim modellerinden farkı olan karakteristiğidir. Çünkü kapitalist, esas kârını bilindik anlamıyla geleneksel ticaret işleyişinden değil, henüz üretim sürecindeyken sağlar. Bu sebeple bu iki aracı ahlâkî bir algı içinde “yarar yerine kâr” ve “hakk yerine kâr” olarak adlandırmak mümkündür: İlki hem üretim sürecinde emeğin içselleştirilmiş değerini kullanmayı hem de tüketiciye yönelik bir kâr anlayışını, ikincisiyse emek değerini dışsallaştırmayı zorunlu kılmaktadır. Asıl kâr, üretim sürecinde emeğin düşük değeri ve artı değerdir. Böyle bir anlayış modelinin doğal sonuçları ise “küresel köy” içerisinde gün geçtikçe daha belirgin olarak hissedilmektedir: Üreticiler –şirketler, holdingler ve onların denetimi altında örgütlenmiş devlet biçimleri- ile tüketiciler –sistemle bütünleşmiş yığınlar- değerleri (emek, meta ve para) durmaksızın mübadele etmek suretiyle sistemi işler hâlde tutmakta ve döngü/salınım devam etmektedir.

Üretim sürecini emek süreci açısından ele aldığımızda, işçi, üretim araçlarını, sermaye olarak değil, yalnızca, belirli bir amaç doğrultusun­daki üretici faaliyetinin araçları ve malzemesi olarak görmüştü. Söz geli­şi, bir tabakhanede, işçi, deriyi yalnızca kendi emek nesnesi olarak görür. Deriyi kapitalist için tabaklamaz. Üretim sürecine değerlenme açısından baktığımız anda işler değişti. Üretim araçları hemen başkalarının eme­ğini emme araçlarına dönüştü. Artık, işçi üretim araçlarını kullanma­makta, üretim araçları işçiyi kullanmaktadır. Bunlar, işçinin üretici faa­liyetinin maddi unsurları olarak işçi tarafından tüketilmek yerine, işçiyi kendi yaşam süreçleri için gerekli bir maya olarak tüketir ve sermayenin yaşam süreci, kendi kendini değerlendiren değer olarak hareketinden ibarettir.” (a.g.e.:301.)

Modern Zamanlar’da insanî ihtiyaçlarını gidermek hususunda işçinin çektiği sıkıntı, orada olmak zorundalığının yarattığı gayr-i insanî bir durumun göstergesi olarak işçiden beklenenle bir makinadan beklenenin aynı oluşuna dikkat çeker. Nihayetinde kapitalist için her ikisi de bir üretim aracıdır. Üretim bandının başında uğraşan işçiye musallat olan bir sinek ve kaşıntı hâli onu canından bezdirirken, hızı artırılan banda yetişebilmek için verdiği mücadele bir anlamda endüstriyel toplumda çalışma zorunluluğunun menfî sonuçlarını temsil etmektedir: Üretim, işçinin üretim dışı varlığından da ihtiyaçlarından da önce geldiği için şefin ikâzlarına maruzdur. Burjuvazi için “yeryüzünde her şey, kendisi dahil para uğruna vardır, başka hiçbir şey uğruna değil. Hızlı kazançtan başka bir mutluluk, altın yitirmekten başka bir sızıdan haberli değildir. Bu hırs ve kazanma şehveti karşısında, tek bir insancıl duygunun lekelenmeden kalması kabil değildir” (Engels,1997:320) diyen Engels, emeğin ucuz tutulması maksadıyla insanların kentlere çekilmelerinin sonucunda ortaya çıkan yaşam şekillerine dair ipuçlarını verirken evlerin her odasında 5-6 yatak ve her yatakta 5-6 kişinin iç içe yaşadığı Londra üzerinden şöyle aktarır: “Üç-dört oda bir mutfak olan bu evler, Londra’nın bazı kesimleri hariç, tüm İngiltere’de bir baştan öteki uca işçi sınıfı evidir. Sokaklarda genelde kaldırım yoktur, inişli-yokuşlu, pis, çöp ve hayvan pisliği doludur; kanalizasyon ya da atık su kanalı yoktur; tam tersine yollar durgun, pis su birikintileriyle kaplıdır. Ayrıca kötü, karmakarışık yapılanma nedeniyle semtin hava akımı engellenmiştir; ve buralarda küçük bir alanda birçok insan bir arada yaşadığı için, bu emekçi mahallelerinin nasıl bir havası olduğu kolaylıkla tahmin edilebilir.” (a.g.e.:56)

Fabrikanın bir malı, üretim aracı hâline gelmiş olan işçi, mola saatinde dinlenmeye giderken bile anahtarı elinden bırakmaz ve oradan geçen bir kadının paltosunun düğmelerini vida gibi sıkarak işiyle bütünleşmesinin ölçüsünü gösterir. Fabrika işçiye o kadar sahiplenmiştir ki mola saatlerini de etkinleştirmek ümidiyle bir yemek otomatı dahi denenir. “Bellows Beslenme Makinası”, işçilerin yemeklerini yerken de çalışmalarına devam etmelerini sağlayacak bir düzenektir… İşçi, yeniden işbaşı yaptıktan sonra aşırı hızlanmış üretim bandına yetişemeyerek bandın bittiği bölmeye atlayışıyla dev çarklar arasından geçişi ile Chaplin’in ne denli ciddi bir alegori yaptığı da anlaşılır: Vücuduyla bütünleşmiş anahtarıyla beraber işçi, mevcut işler yapının çarkları arasında ezilmekte ama oradan bağımsızlaşamayacak kadar da özdenetimden uzak yaşamaktadır.

Nihayetinde işçi sınıfının da salt üretim için değil döngünün işlerliği için bir araç olarak kullanılması, emeğini üreticinin belirlediği bir değere satmak zorundalığından ileri gelir. Kendi değerini kendisi üreten ve üretimini kullanım amacıyla gerçekleştiren insan, bu yönden varoluşsal özerkliğini de yitirmiş ve elindeki tek değer olan emeğin karşılığını alabilmek için onu satmaya mecbur bırakılmıştır. Bunun anlamı ürettiği metanın da emeğini karşılamayacak kadar değer kaybetmesidir ki endüstrileşme ile kurulan atölyelerde imalatın ucuzlamış olması “kullanım için üretim” mantığını yıkmıştır: Böylece, bir “değer üretimi olarak kapitalizm” baskın hâle geldiği toplumlarda yeni bir anlam dünyası var etmiştir ki kültür olarak zikredilen, bu anlam dünyasının doğrudan yansımasıdır. Bu dünyanın değerler skalasının yeniliği bizi gelenek ve modernite arasında tarihsel bir ayrım yapmaya zorlamaktadır. Fakat bu ayrım, bir olay ya da gelişmeyle değil, bir süreçle anlaşılabilir ki Rönesans’ın bilgiyi sanat ve teknik üzerinden yeniden tanımlayan ve modern teknolojiyi var eden öncüleri bu süreçte en belirgin kırılmayı oluştururlar: Artık eşya –dünya, insan, toplum, tabiat, kâinat-, değerin nesnesinden başka bir anlam taşımamaktadır. Aynı paralelde, sonrasında fabrikalara dönüşecek atölyeler üretimin ve doğal olarak sosyal yaşamın merkezleri hâline gelen kentleri biçimlendirmeye başlamıştır. Kentler de bu nesneleşmenin mekânları olarak geçmişten beri devam eden değer üretici pozisyonlarını yeni dünyaya göre düzenlemişlerdir. Artık merkezlerinde ibadethane ya da tapınak yoktur, finans vardır; yöneticileriyse asiller değil tüccar ve hukukçulardır. Avru-Amerikan dünyasında neşet eden bu ilk kentselleşme olgusu endüstriyalizm ve fabrikalaşmaya bağlı olarak kitlelerin birer araca dönüştürülmesinde kritik bir rol oynamıştır. Bu araçlaştırmanın, bilgi ve tekniğin amaç değerini yitirmesi, buna bağlı olarak tabiatın da araçsallaşmasıyla paralel olduğu görülebilmektedir: Kapitalizm insanı önce doğaya sonra da kendine yabancılaştırarak kul hâline getirmiştir.

Bu kulluğun bilincini sağlamak içinse fordist sistemle belirginleşen gözetim mekanizması birey ve işçi üzerine tatbik edilmiştir. Filmde de ferah odasından üretimi takip eden müdürün sürekli talimatlar vermesi ve işçileri takibi dev bir ekran sayesinde olmaktadır. Modern Zamanlar’da, 1920’lerde başlayan fordist üretim tarzının gözetim mekanizmasının bu denli işlevsel olarak değerlendirilmesi ilginç bir durum değildir. Yazının başında değinildiği gibi sanatın yaratıcılığı tekrar eden düzenekleri yeniden biçimlendirmek üzerine olduğu için Chaplin’in yeni bir sistemi eleştirmekten ziyade tarihsel olanın tekrarının izhar ettiğini söylemek daha makûldür. Bu yönden insanın iktisadî ve sosyal gerekçelerle araçsallaştırılmasının yeni bir olgu olmadığı, tıpkı tekniğin tarımsal üretimde kullanıldığı binlerce yıl öncesinde olduğu gibi insanın da bu süreçte kullanıldığı ve bunun için çeşitli denetim mekanizmaları kurularak bir tahakküm oluşturulduğu ancak endüstriyel imkânlarla beraber bunun kolaylaşmasına bağlı olarak tıpkı üretimin artışı gibi denetimin de arttığı söylenebilecektir. (Fakat bu, denetimi tarihsel olarak inceleyen ilgili çalışmaları da örnekleyecek bir başka yazının konusudur.) İşçinin, bireyin ve toplumun bir gözetim nesnesi hâlinde kavranması, bilgi nesnesine dönüştürülmesi ve araçsallaştırılması birbiriyle ilişkili birçok içeriği bütünleyen devletleşme fikrinin kazandığı sapkın bir durumdur.

Bu gözetimin bir neticesi olarak –tıpkı dinlerdeki ödül-ceza sistemi gibi- fabrikanın “düzen”ine uyum sağlayamayan işçinin önce bir akıl hastanesine, sonrasında da hapishaneye gönderilmesi de mevcut işleyişinin doğal sonucunu anımsatmaktadır: Toplumsal düzene uyumsuzluğun bedelleri. Modern zamanın kulu, dinî inanç ya da aileden gelen ahlâkî tutumdan ziyade toplumsalın ürettiği değerlere tabidir ve doğru ya da yanlış gibi felsefî/ahlâkî kategorilerini toplumsal belirlemektedir ki modern toplumlarda kültür olgusu bu sebeple oldukça mühim bir çalışma sahasıdır. İnanç konuları da devlet ya da kilise gibi büyük örgütlerin denetimi altında tutulmakta ve bireylerin vicdanları toplumsal ölçütlerle bilenmektedir. Bu durum toplum olgusunun fetişleştirildiği modern dönemde daha ciddi boyutlara ulaşmışsa da idealleştirmelerin aksine tarihsel bir durumdur. Ki fertlerin “kul” diye tesmiye edildiği devletler, Allah’ın gölgesi olma iddiaları, ekonomik mücadelelerin cihat diye adlandırılması İslâm tarihinde sürekli tekrarlanagelmiş gerçeklerdir.

Modern Zamanlar’da işçinin denetim mekanizması neticesinde bir suç makinası gibi anlamlandırılışı da toplumsala uyumsuzluk nedeniyle “günah” olgusu içinde değerlendirilebilir. Her şeyi gören tanrı düzeni bozan kulun burnunu her defasında sürtecektir: Akıl hastanesi ve cezaevi artık onun için bir yuvaya dönmüştür. Üstelik işlediği suçlardan birisi “siyasî”dir: Yoldan geçen kamyondaki kırmızı ikaz flaması düşünce alıp şoföre vermek için niyetlenir ancak o esnada “ya özgürlük ya ölüm”, “birleşin” gibi komünizm temalı pankartlar taşıyan bir gruba karışınca polis, elindeki flama nedeniyle lider diye tutuklanır. Başka yerde, bastığı tahtadan fırlayan taş o sırada yürütülen bir grevi kırmak isteyen polise isabet edince yine tutuklanır… Ki biraz da bu tarz bakışın neticesi olarak film ABD’de komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla yasaklanır. Her iki tutuklanışı da suç içermeyen doğal bir davranışken, kendini tehdit altında hissettiği için saldırganlaşan iktidara yönelikmiş gibi algılanması, Chaplin’in işaret ettiği gerçekliklerden biridir.

İşçi için işyeri ve hastane bir bunalım mekânı olarak sunulurken tuhaf bir biçimde iki mekânda huzur vardır; cezaevi ve ev. Cezaevi, işçi için geçim derdinden uzak olarak ayaklarını uzatıp dinlenebileceği, okuyabileceği bir ortam sağlamaktadır. Dışarıdaki grev-ayaklanma haberleri, işsizlikten “bela” diye söz eden gazete haberleri varken özgür kalmak istemez, çünkü orada okuyup yatmaktadır. Bu yüzden çıkarılınca yeni tanıdığı genç kızın da suçunu üstlenir ve yeniden içeri girmeye çalışır ama beceremez, başka sebepten girer. Diğer huzurlu mekânı da bu genç kızla birlikte tahayyül eder; kurdukları derme çatma ev, ikisine de insanca yaşamanın tadını sunmaktadır. Genç kızla beraber bir banliyöde gördükleri çiftin hayat tarzına gülerlerse de ikisinin de hayali “gerçek” bir evdir: Çalışmak, para kazanmak ve sıcak bir ev. Ne var ki bu ev, Engels’in sözünü ettiği evler gibi değildir, fakat Hasan Hüseyin Korkmazgil’in anlattığı gibi bir evdir:
çalışmışım onbeş saat 
tükenmişim onbeş saat 
 acıkmışım yorulmuşum uykusamışım 
anama sövmüş patron 
  ter döktüğüm gazetede 
sıkmışım dişlerimi 
ıslıkla söylemişim umutlarımı 
            susarak söylemişim 
sıcak bir ev özlemişim 
sıcak bir yemek
ve sıcacık bir yatakta 
             unutturan öpücükler

Eve ilişkin hayalin ilginç bir detayı endüstrileşmeye inat doğa merkezli olmasıdır, ne var ki bu da içinde bulundukları toplumsallığın baskısı altındadır: Evin penceresinden içeri sarkan portakal ağacının dalları mutfağa uzanmıştır ve ıslık çalınca gelen inekten süt sağımı yapılmaktadır; ancak bu hayal bile otomatın ağırlığı altında kalmıştır.

Chaplin’in Modern Zamanlar’ının işçisi bu evi ancak hayal edebilmektedir, ancak ona kavuşabilmesi için II. Savaş’ın sonucunu beklemesi gerekecektir: Kapitalist düzenin işlerliği için yeniden üretim koşullarının iyileştirilmesi adına üretilen sosyal adâlet teorileri, sosyal politikalar ve Keynesyen iktisat anlayışı, kitlelerin Kapitalist Kilise’den uzaklaşmamaları, saldırıp onu yıkmamaları için seri çareler üretecektir. Bu çareler, birçok ülkede dinî görünümle paralelleştirilecek ve sonrasında Keynes’ten vazgeçildiğinde hayatı kuşatan neoliberal değerler hemen tüm ülkelerde muhafazakâr ideolojiler eliyle işler hâle getirilecektir. Her iki durum da dinin, kapitalist devlet mekanizmasının kitlelere dayatılmasında ne ölçüde etkili bir araç olabileceğini göstermektedir ki kapitalizm sadece tarih boyunca süregelen “düzen”in kul olgusu üzerinden devam eden sömürü şekillerini yenilemiş gözükmektedir. Kul ve kulluk değişmemiş ama güç iradesi kendini hep meşru din olarak toplumlara dayatmıştır, dayatmaktadır.
Kaynakça
Korkmazgil, Hasan Hüseyin (1987); Haziranda Ölmek Zor, Bilgi Yay., Ank.
Marx, Karl (2011); Kapital,C:1, Yordam Yay., Trc.: Mehmet Selik - Nail Satlıgan,İst.
Engels, Friedrich (1997); İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, Eriş Yay., Ank.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder