15 Ocak 2015 Perşembe

Yeniden Demokrasi Nefretine Doğru


İdealize edilmiş bir burjuva değer sistemi olarak demokrasi, eleştirel bakışın güçlenebildiği ölçüde modernlik ve kapitalizmin tamamlayanı biçiminde değerlendirilmektedir. Bu yapılmadığı takdirde İslâm'ın teklifinin demokrasiye indirgenmesi ya da toplumsal her sorunun ilacı gibi sunulmasının önüne geçilemeyecektir. Tarihsel olarak demokrasi tecrübeleri faklı açılardan eleştirilirken aslında birbirinden farklı demokrasilerden söz edildiği de dikkate alınınca mevcut dünya sisteminin demokratikleşmeye verdiği önemin sebebi de görülebilir hâle gelmektedir. Çünkü demokrasi, modernliğin tüm kurumları için en uygun işletim sistemidir.

Bu aslında açık bir zaaf var eder. Ama sürekli üstü örtülmek istenmektedir ve örtülmektedir. Demokrasi Nefreti kitabında Ranciére, demokrasinin bu zaaflarını tartışırken demokrasi eleştirilerini üç yönden ele alır; ikisi tarihî olarak gerçekleşmiş, birisi de hâlâ devam etmektedir. İlk olarak demokrasi nefreti bu sistemin icat edildiği Yunan'da ortaya çıkmıştır: Çokluğun oybirliğiyle karar almasını korkutucu bulan ilk eleştirmenler demokrasiden çirkin bir şey olarak söz ederler. Ki bu çokluk toprak sahibi erkeklerden müteşekkildir. -Bugün de vahiy yoluyla gelen kutsal yasanın siyaseten tek meşru temel olduğunu düşünenler de temelde bu tezi savunmaktalar. Yunan tecrübesinde Platon'un Devlet üzerinden yürüttüğü ilk eleştiriler biraz da hocası Sokrates ile ilgili olmakla beraber felsefî bakıştan azade sayılamaz. Başka kentler katılmışsalar da Atina ile Sparta arasında kristalize olan Peloponez Savaşı ile Atina'daki demokrasi yıkılarak yerine "daha" oligarşik karakterli Otuz Tiran rejimi kurulmuştur. Bir yıl sonra yeniden demokrasi tesis edilince, tiran rejimini savunan ve demokrasiyi aşağılayan Sokrates idam edilmiştir. Platon, esasen devlet eliyle işlenen siyasî cinayete kurban giden hocasının yolunu izleyerek demokrasinin iktisadî güce karşı zaaflarının yerine Sparta'nın toplumu kurucu rejimini makulleştirmiştir. İkinci olaraksa Marx tarafından sistemleştirilen bir demokrasi eleştirisi vardır ki bu da ekonomi-politik pencereden bakar: Biçimsel demokrasinin kurumları, hâkim sınıfın iktidarını sağlamlaştırmak için kullandığı araçlardan ibarettir. Bu yönden modern demokrasi, burjuvazinin devleti bir tahakküm aracı olarak kullanmasından başka bir şey değildir.

Ranciére, günümüzde canlanan demokrasi nefretini bu iki tarihî eleştiriden ayırarak her ikisinden de devşirdiği öğelerle ortaya çıkan üçüncü bir karakter taşıdığını söyler. Bu yeni nefret biçiminin temel karakteri eleştirinin, demokrasinin olgun meyvelerini tüketen ülkeler içinde gelişmesidir. Demokrasi eleştirisini üretenler, kendilerini demokrasiyle özdeşleştiren ülkelerin entelektüelleridir. Ranciére'e göre bu kesim için esas sorun aslında demokrasinin kendisinde değil, demokrasi ile iktidarı somutlaşan halkta ve onların âdetlerindedir. Bu yönden eleştirilerinin gerçek hedefi demokrasiden çok demokrasi ile iktidara gelmiş olan yozlaşmış yönetimlerdir. Bu durum bir uygarlık bunalımı olarak ele alınarak "demokratik uygarlığın sürüklendiği felaketi önleyen" iyi bir demokrasinin olmamasından yakınma biçiminde özetlenebilir.

Farklılıklara saygı, çokkültürlülük, evrenselcilik gibi konularda demokrasiyi önemseyen ama bütün kötülüklerin başı olarak da ABD'yi sürekli eleştiren bu kesimin bir ikilem içinde olduğunu ileri sürer yazar: Aynı ABD, dünyanın bir yerine silahların gücüyle demokrasi götürmek istediğinde ilk alkışlayanlar da onlardır. Arap Baharı diye adlandırılan süreçte "Ortadoğu'da Demokrasi Yükseliyor" biçiminde kurulan algı ile diktatörlüklerin yıkılmasının, demokrasinin bir zaferi gibi sunulduğuna dikkat çeker. -Tıpkı 1945'te Amerikan uçaklarının Berlin'i bombalaması ve özgür dünyanın tanklarının şehre girmesi gibi. Aslında orada görülen şey, demokrasi eksikliği ya da diktatörlük değil, serbest piyasanın çalışmasına engel olan ekonomik modellerdir. Arap Baharı sayesinde bu ülkelerin pazarları da küresel entegrasyona yöneltilmişlerdir nihayetinde.

Bu algıya tarihsel bir örnek olarak Türk siyasî hayatındaki bir benzerlik üzerinden bakıldığında demokratikleşme ile ülkenin pazar hâline getirilmesi arasındaki uyumluluk hatırlanabilir: II. Savaş sonrasında faşizmi alt eden ABD, Avrupa pazarını yeniden düzenlemek için bir yandan iş bölümü yaparken diğer yandan da buna uygun krediler açmıştır. Örneğin Türkiye'ye Avrupa'nın yeniden yapılanmasında tarımsal destek görevi verilmiş ve 1950 sonrasında tarımın kapitalistleşmesi süreci yaşanmıtır. Bu süreç aynı zamanda Avrupa'da inşa edilmek istenen refah devleti nosyonuna katkı sağlayacak tüketim toplumu için elzem olan ithalatçılığın teşvikini de doğurmuştur. Ancak bu süreçten önce ABD'nin -1929 buhranı ve II. Savaş'tan kaynaklanan ekonomik kriz içindeki- Türkiye'ye çok partili rejime geçiş için baskı yaptığı da bilinmektedir. Serbest seçimlerle birlikte demokratikleşmeyle paralel olarak piyasa da refah devleti paradigması ölçüsünde serbestleşme sürecine sokulmuştur. Bu noktada demokrasi ile serbest piyasa arasındaki ilişki, Ranciére'in de kabul etmeye yatkın olduğu bir çehre kazanır: Tüketim toplumu içinde "demokratik insan", tüketimin artırılması için bir zemin olarak toplumları oluşturan bireylerin haklarının geliştirilmesiyle ortaya çıkan "egoist tüketici"ye dönüşmüştür. Marksist bakış açısının demokrasinin kırılganlığı ya da biçimselliği eleştirisi de buradadır: Üretim süreci içerisinde topluma yabancılaştırılan bireyler arasındaki demokratik eşitlik aslında sömürü eşitliğinden başka bir şey değildir. Komünist Manifesto'da bu sebeple şöyle yazar: "[Burjuvazi] kişinin değerini değişim değerine doğru çözüştürdü; edinilmiş, kazanılmış sayısız özgürlüğün yerine şu biricik acımasız özgürlüğü koydu: Serbest ticaret."

Bugüne baktığımızda tüketime dayalı hazcılık ile kendini gerçekleştiren egoist bireylerin hayatı anlamlandırmada kullandıkları anahtar kavramlar, elde ettikleri çoğunluk gücü sayesinde tüm yaşamsal alanları da işgâl etmiştir. Ranciére, giderek büyüyen tüketici narsizmi ile bireylerin demokrasiyi daha güçlü bir şekilde benimsemesinden söz eder. Eşsiz bireyler, konformizmin ayrıcalıkları ile egoları zedelenmeden günlük hayatlarını sürdürebilmektedirler ve bunun tek güvencesi demokratik haklardır. Ayrıca Baudrillard'ın "tüketimciliğin vaatleri altında kurulan sahte eşitliğin demokrasinin yokluğunu ve eşitliğin aslında bulunmadığını gizlemesi"nden söz edişini anar. Yine Türkiye özelinden bir örnek verirsek, özellikle 1980 sonrası serbet piyasa ekonomisine bağlı olarak geliştirilen politikalar neticesinde bugün gelinen noktada tüketimin en üst seviyeye ulaşması, uygun görülen kredi seçenekleri, mülk, eşya ve araba sahipliği, istikrar ekonomisi, faizlerin dengesi, enflasyonun düşüklüğü gibi bazı kriterler toplumun daha önce titizlendiği millî menfaat, sosyal, dinî ve ahlâkî değerler gibi değerlerin üzerine çıkmış, bu dengelerin korunabilmesi için kamu malları süratle satışa çıkarılmış, reel ücretler hızla düşürülmüş buna uygun olarak sendikal örgütlenme yok edilerek en küçük bir muhalif hareketlilik bile çoğunluk iradesi tarafından "yükselen Türkiye'ye karşı lobiciliğin uzantısı" olarak değerlendirilir olmuştur.

Yine de Ranciére bu bakış açısına biraz mesafeli durur. Burada demokrasi diye eleştirilen şeyin aslında politikanın kendisi olduğunu söyler. Kriz, demokraside değil yönetilememezliktedir. Örneğin "market arabasını istedikleri gibi doldurabilmek için kralların kellesini uçuran modernler"den önce de Yunan'da kutsal çoban ya da meşruiyetini ilahî güçten alan krallara karşı hareket edilmiştir. Ancak bu karşı hareketler de ya tiranlar eliyle ya da demokrasi ile gerçekleşmiştir. Öyleyse burada bir yönetme algısı olarak politikanın kendisinde de bir sorun vardır. Ki bugün sivil haklar ve egoist bireycilik ilerlediği oranda ortaya çıkan bir yönetme krizi varsa da bu kriz, depolitikleşmeyle kendiliğinden de çözülmektedir. Örneğin İngiltere'de 1999 yılında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde 11 milyon kişi sandık başına gitmişken, 2002'de "Big Brother" adlı televizyon programı için oy kullananların sayısı 23 milyonu bulmuştur. Ki demokratik haklarla güvenceye alınan yaşam tarzlarında postmateryalist değerler ve buna bağlı olarak narsist tüketici/vatandaş beklentisi yükseldikçe seçimlere katılım oranı düşmeye devam etmektedir. Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılım oranları şöyledir: 1979 (%62), 1984 (%59), 1989 (%58), 1994 (%57), 1999 (%50), 2004 (%46), 2009 (%43), 2014 (%43).

Bu sayılar, demokratik toplum modeli olarak Avrupa vatandaşlarının bugün %50'nin altında kalan bir seçim katılım oranıyla büyük ölçüde depolitize olduklarını göstermektedir. Burjuva değerlerinin toplumun tabanına yayılmasıyla ortaya çıkan aşırı bireyci-egoist tutumlar, aslında politik yönetememe krizinin aşılmasında, iktidarların avantajına dönük bir politikayla ilgilenmeme ortamı yaratmaktadır. Buna göre, tüketimcilik ruhunun demokrasi insanını yaratması ya da tüketici ve demokrasi insanı arasındaki eşitlik denklemi bozulmamaktadır. Bu yüzden Ranciére demokrasi de dahil her tür yönetim biçiminin sonunda oligarşi olduğunu da öne çıkarır: İster askerî darbe, ister tiranlık, ister demokrasi... her halükârda politika ya da insan yönetme sanatı birilerince üzerinde uzmanlaşılan bir alana dönüşecek ve o kişilerce kurulan bir oligark toplumun üzerinde efendilik tesis edecektir. -Ki Sovyet tecrübesinin sürüklediği Doğu Bloğu da bunun bir uzanımıdır.

Bir devletin ve devleti yönetenlerin, eğitim, güvenlik gibi bazı temel konuları hizmet hâline getirmesi yanı sıra ülke piyasasını düzenleme, üretim ve dağıtımı organize etme gibi konulardaki kanun yapma gücü de burada bir anlam kazanır: Çünkü üretim ve dağıtımın organize edilmesiyle en fazla ilgilenecek kesim üretim araçlarına sahip olan burjuvazidir. Bu sebeple de Marx, biçimsel demokrasiyi, serbest piyasanın işletilmesi için hâkim sınıfın bir ideolojik aracı olarak ele almıştır. Benzer şekilde Bakunin, kanun yapma gücü ve kanunun tabi olması gereken hukuku, iktidarların fahişesi olarak adlandırılmıştır. Nihayetinde insan hakları ve bireysel özgürlükleri de kapsayıcı bir alan olarak hukuk, kanun yapma gücünü elinde tutan sınıfın istediği gibi biçimlenecektir. Bu da piyasayı istediği gibi biçimlendirmek isteyen piyasa yöneticilerinin aynı zamanda üretim ve dağıtımın odağındaki devlet ve toplumu da yönetmek için hareket edeceği anlamına gelmektedir. Bu eleştiri her ne kadar doğrudan politikanın kendisine yönelikmiş gibi dursa da temelde piyasayı merkezine aldığı için ve bu piyasanın gerektirdiği meşruiyeti verecek insan modelini yarattığı için doğrudan demokrasiye yöneliktir. Demokrasinin neden bir oligarşiye dönüşmek zorunda olduğunu açıklar.

Ranciére sonuç olarak dinî ya da maddî gerekçelerle ortaya sürülen halk adına hükmetme ya da metanın gücüyle toplumu biçimlendirme hakkını reddeder. Bunun, demokrasinin diğer tüm yönetim biçimlerinden ayrıldığı bir tekillik olduğunu da belirtir. Ancak bu tekilliğin gerçekleşebilmesi için demokrasinin salt çoğunluk iradesi biçiminde ele alınamayacağı, kendi sosyal ve kültürel bileşenleri içinde bir anlam taşıyacağı da filozofun ütopik sosyalizmi andıran genel bakış açısı içinde bir yere oturur. Ancak bunun ötesine geçilerek, giderek baskınlaşan ve sermaye denetimi altında mütehakkim bir karakter kazanan devletlerle hayatı tüketim odaklı yaşayan vatandaş gerçekliği gözönüne alınıp demokrasi hakkında daha gerçekçi eleştirilerin üretilmesi de bir ihtiyaç olarak beklemektedir. Bu ise belki Ranciére'in olumsuzladığı entelektüellerin, yani demokratik toplumun içinden çıkacak entelektüellerin yapacağı bir eleştiri olabilecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder