Ayşe Buğra ve Osman Savaşkan, Türkiye'de Yeni Kapitalizm
isimli çalışmalarında hükümet ve iş dünyası arasındaki
ilişkileri değiştiren gelişmeler üzerine odaklanırlar. Yazarlar
bunu yaparken Türkiye'nin ekonomik gelişimini 1980 öncesi ulusal
ekonomi ve sonrası olarak ele alıp, ilk dönemde devletin
müdahaleci tutumuna, ikinci bölümdeyse özellikle politik olarak
liberal olan ama popülizm nedeniyle muhafazakâr bir kimliğe de
ihtiyaç duyan iktidarlara odaklanırlar. -Ki bu Türkiye'nin doğal
iktidar yapısıdır. Bu sebeple konu ister istemez İslam'la
ilişkilenir. Özellikle AKP döneminde neoliberal uygulamaların
baskınlığının dinsel söylemle iç içe yürütülmesi,
Anadolu'daki İslamî cemaat ağlarının etkisi altındaki yeni
sermayenin birikim süreci ve iş dünyası-hükümet ekseninde
tartışılır.
Arkaplan
Dünya ekonomisi üzerinde etki eden 1973 Petrol krizini müteakip
kaybedilen sermayeyi telafi edebilmek amacıyla sanayileşmiş
ülkeler mevcut sosyal düzenlerinde bir değişime giderek II.
Savaş'tan beri sürdürülen refah devleti uygulamalarına son
verdiler. Ortaya çıkan hâkim ideoloji olan neoliberalizmle
birlikte mal, hizmet ve sermayenin dünya çapında serbest dolaşımı
için düzenlemeler yapıldı ve buna uygun olmayan ülkeler hedef
alındı. -Bu noktada yeni muhafazakârlığın da rolü vardır.
İşleyen sürecin bir parçası olarak kapitalist ülkelere göre
daha kapalı ve ulusal bir ekonomik yapısı olan Türkiye de -IMF
paketinden yararlanma kozu kullanılarak- 24 Ocak 1980'de alınan
kararlarla küresel düzene entegre edilmek istendi. Ancak ülke
içindeki siyasî istikrarsızlık nedeniyle bu yürütülemeyince
askerî darbe kanalıyla neoliberal politikalar hayata geçirilmeye
başlandı.
Türkiye'nin ulusal bir ekonomiyken 1980'den sonra giderek küresel
ekonomiye entegre olmaya başlamasının anlamı Osmanlı'dan
aktarılan bazı tecrübelerin bir şekilde ekonomik alandaki
devamlılığı olarak okunabilir: Cumhuriyet döneminde Osmanlı
tecrübesi nedeniyle dış borçlanma içine girilmek istenmediği
için ("Tam bağımsızlık, ancak
ekonomik bağımsızlıkla mümkündür.") ülke kendi
imkânlarıyla sanayileşmeye çalışmış ve tarım ilkel düzeyde
kalmıştır. II. Savaş'ı müteakip kapitalizmin yeniden
örgütlenmesi sürecinde Tükiye'ye tarım ülkesi olma rolü ve
kredileri verilerek tarım kapitalistleştirilirken sanayide
ithalatçılık nedeniyle ciddi bir gelişme yaşanmamıştır. Bu da
tarım ürünlerinin ihraç edilmesi, sanayi ürünlerinin ithali ile
olmuştur. Devlet piyasa üzerinde otoriter hâkimiyete başvurarak
ekonomik denge sağlanmaya çalışılmıştır. Bir çok ürünün
ihracatı yasaklanmış ve ülkeden para çıkışının önüne
geçilmek istenmiştir. Bu durum bir şekilde ekonominin kapalılığına
sebep vermiştir.
1960-1970 arasında yakalanan yüksek büyüme hızı ve
sanayileşmedeki ithal ikameci model ile mamul tüketici malları
ülke içinde üretilmeye başlandıysa da ara ürünlere ve enerjiye
duyulan ihtiyaç, özellikle Petrol Krizi sonrasında mevcut sistemi
yeniden baskılamaya başlar. Bunun sonucu olarak da siyasî ve
ekonomik istikrarsızlık ortaya çıktı. Bu durum devletin
müdahaleciliğinin piyasanın istenildiği gibi gelişmesinde etkili
olmadığı fikrini güçlendirir.
Ulusal ekonominin bir diğer yönü, onun ideolojik durumudur. Osmanlı'nın son döneminde kaybedilen toprakların da etkisiyle güçlenen milliyetçi eğilimleri temsil eden İttihat ve Terakki Cemiyeti'nden itibaren bir millî burjuvazi üretilme çabası ortaya çıkmıştır. I. Savaş sonrasında mübadeleler yaşanırken Osmanlı sanayi ve ticaretindeki gayrimüslimlere karşı da bu eğilim cumhuriyetin kurucu kadrosunun ekonomik bağımsızlık fikrine uygun olarak devam ettirilmiştir. Bununla ilişkili olarak bir diğer husus sekülerleşmenin sınırları ve siyasal İslam'ın ulusal kalkınmacı safhasını içerir. Buğra ve Savaşkan, kurucu kadronun sekülerleşme konusunda kararlı davrandıklarından şüphelidir. Bunun en büyük dayanağı olarak eğitim mekanizması ve propaganda kaynaklarının etkin bir şekilde kullanılmamasını görürler. Eğitim için yeterli bütçe de ayrılmamıştır. Buna göre toplum mühendisliği eleştirisi doğru görülemez. Propaganda yönündense Şerif Mardin'in cumhuriyette devrimci-seferber edici yönün eksik kaldığı değinisine başvururlar. Bir yönüyle millî sermaye üretme gayretine bağlı olarak gayrimüslimlerin dışlanması ve Varlık Vergisi gibi uygulamalar, yabancı düşmanlığının odağında Müslüman kitlelerin ulusçu bir yönelime sokulması amacını taşıdığı söylenebilir. Ziya Gökalp'in muhtemel tesiri altında İslâm medeniyetinin temel kodlarını taşıyan Arap kültürü yerine Batı kültürüne doğru bir yöneliş de dikkate alındığında esas meselenin sekülerleşme ya da sekülerleşmeme değil, iktisaden ulusal birikim için altyapı tesisi olduğu söylenebilir.
Toplumsal yapıda bu yönden ciddi bir dönüşüm yaşanmadığı için de ilk olarak Serbest Fırka, sonrasında Demokrat Parti deneyimleri İslamcı söylemlerin odağı hâline gelebilmiştir. DP döneminde din dersleri kısmî olarak -aksi bir talep olmadığında- zorunlu yapıldı, imam hatip okulları açıldı ve diyanet bütçesi büyütüldü. Esasen bu icraatların hepsi devletin dini tekeline alarak toplumu biçimlendirmesinin araçları olması dışında bir anlam taşımazlar. Bu yönden DP, CHP'nin söylemini tersyüz ederek sürdürmüştür denilebilir. Yani toplumu biçimlendirmede dini bir araç olarak kullanırken CHP'nin aksi yönde gidilmiş ve bu popülizm üzerinden yapılmıştır. Benzer şekilde Anadolu'daki KOBİ'leri mobilize ederek bir popülerlik kazanan Erbakan'ın öncülüğünde MNP-MSP tecrübelerinde din, toplumun teveccühünü kazanmak için kullanılırken diğer taraftan ekonomik söylem ve pratiğinde yeni bir yön kazanmasının yolunu açmıştır. Siyasal İslamcılık ile millî ekonomi, korumacılık ve kalkınmacılık daha sıkça vurgulanır olmuştu. Bu yönden kitabın 2. Bölümünde bahsedilen -12 Eylül sonrası- Türk-İslam sentezi fikrinin arkaplanında bir nevi kemalizmin ulusu merkeze alarak din üzerinden yeniden inşa edilmesinden söz edilebilir. Zaten darbeden önce de koalisyon kuran CHP ve MSP'nin kitapta vurgulandığı üzere ekonomi anlayışları arasında fark yoktur, sadece kültürel farklılıkları vardır.
Ulusal ekonominin bir diğer yönü, onun ideolojik durumudur. Osmanlı'nın son döneminde kaybedilen toprakların da etkisiyle güçlenen milliyetçi eğilimleri temsil eden İttihat ve Terakki Cemiyeti'nden itibaren bir millî burjuvazi üretilme çabası ortaya çıkmıştır. I. Savaş sonrasında mübadeleler yaşanırken Osmanlı sanayi ve ticaretindeki gayrimüslimlere karşı da bu eğilim cumhuriyetin kurucu kadrosunun ekonomik bağımsızlık fikrine uygun olarak devam ettirilmiştir. Bununla ilişkili olarak bir diğer husus sekülerleşmenin sınırları ve siyasal İslam'ın ulusal kalkınmacı safhasını içerir. Buğra ve Savaşkan, kurucu kadronun sekülerleşme konusunda kararlı davrandıklarından şüphelidir. Bunun en büyük dayanağı olarak eğitim mekanizması ve propaganda kaynaklarının etkin bir şekilde kullanılmamasını görürler. Eğitim için yeterli bütçe de ayrılmamıştır. Buna göre toplum mühendisliği eleştirisi doğru görülemez. Propaganda yönündense Şerif Mardin'in cumhuriyette devrimci-seferber edici yönün eksik kaldığı değinisine başvururlar. Bir yönüyle millî sermaye üretme gayretine bağlı olarak gayrimüslimlerin dışlanması ve Varlık Vergisi gibi uygulamalar, yabancı düşmanlığının odağında Müslüman kitlelerin ulusçu bir yönelime sokulması amacını taşıdığı söylenebilir. Ziya Gökalp'in muhtemel tesiri altında İslâm medeniyetinin temel kodlarını taşıyan Arap kültürü yerine Batı kültürüne doğru bir yöneliş de dikkate alındığında esas meselenin sekülerleşme ya da sekülerleşmeme değil, iktisaden ulusal birikim için altyapı tesisi olduğu söylenebilir.
Toplumsal yapıda bu yönden ciddi bir dönüşüm yaşanmadığı için de ilk olarak Serbest Fırka, sonrasında Demokrat Parti deneyimleri İslamcı söylemlerin odağı hâline gelebilmiştir. DP döneminde din dersleri kısmî olarak -aksi bir talep olmadığında- zorunlu yapıldı, imam hatip okulları açıldı ve diyanet bütçesi büyütüldü. Esasen bu icraatların hepsi devletin dini tekeline alarak toplumu biçimlendirmesinin araçları olması dışında bir anlam taşımazlar. Bu yönden DP, CHP'nin söylemini tersyüz ederek sürdürmüştür denilebilir. Yani toplumu biçimlendirmede dini bir araç olarak kullanırken CHP'nin aksi yönde gidilmiş ve bu popülizm üzerinden yapılmıştır. Benzer şekilde Anadolu'daki KOBİ'leri mobilize ederek bir popülerlik kazanan Erbakan'ın öncülüğünde MNP-MSP tecrübelerinde din, toplumun teveccühünü kazanmak için kullanılırken diğer taraftan ekonomik söylem ve pratiğinde yeni bir yön kazanmasının yolunu açmıştır. Siyasal İslamcılık ile millî ekonomi, korumacılık ve kalkınmacılık daha sıkça vurgulanır olmuştu. Bu yönden kitabın 2. Bölümünde bahsedilen -12 Eylül sonrası- Türk-İslam sentezi fikrinin arkaplanında bir nevi kemalizmin ulusu merkeze alarak din üzerinden yeniden inşa edilmesinden söz edilebilir. Zaten darbeden önce de koalisyon kuran CHP ve MSP'nin kitapta vurgulandığı üzere ekonomi anlayışları arasında fark yoktur, sadece kültürel farklılıkları vardır.
12 Eylül Sonrası
Türkiye'de Yeni Kapitalizm'in odaklandığı 1980 sonrasında
küreselleşme sürecine bağlı yeni koşullara göre henüz
düzenlenmemiş olan piyasanın yarattığı ekonomik krizler,
90'lardaki siyasal İslam'ın yükselişi ve bu krizlerin uzanımında
AKP'nin liberal muhafazakâr kimliğinin oluşumu da tartışılır.
1980 sonrasında ekonomiye en önemli etkiyi ithalat serbestisinin
yaptığı söylenebilir. Bu sayede özellikle tarım ürünlerinin
ithalatının başlamasıyla köylerde ortaya çıkan işsizlik,
kentlere göçü başlatmıştır. Bu durum kentleşme sorunları
yaratması yanı sıra sendikalar da darbeyle kapatıldığı için
emeğin sermaye karşısında zayıfamasına da yol açmış ve
şehirlere yedek işsiz orduları yığmıştır. Diğer taraftan
liberalleşme eğilimlerine rağmen devam eden hükümet
müdahaleleriyle özellikle ihracat, turizm, inşaat alanlarında
hedeflenen büyümeye uygun olarak dış pazarlara açılma
önceleniyordu. Başbakanların sevdiği ifadeyle Türkiye
pazarlanır hâle getirilmiştir. Bu dönemde iş dünyası ile
hükümet arasında daha güçlü ilişkiler kurulurken
başbakanın ekonomik alandaki yetkileri artırılarak hem bu
ilişkiler zorunlu hâle getiriliyor hem de bürokrasiyi aşan kolay
çözümler üretilebiliyordur. Buna bağlı olarak da "yükselen
değerler" ekonomik alandaki liberalizmi bir ilkesizliğe
sürüklüyor ve yolsuzluklar, hayalî ihracatçılık, rüşvetçilik
doğallaştırılarak ekonomik sahada kalıcı bir istikrar
sağlanabilmesinin de önüne geçiliyordu.
Yapısal olarak da özellikle finans sektöründe, bankacılıktaki
denetimsizlik ve düzensizliklere bağlı olarak ortaya çıkan
krizler 90'larda aşılamaz boyutlara ulaştı. Yüksek enflasyon ve
işsizlikle beraber ortaya çıkan istikrarsız ortam nedeniyle büyük
sermaye çıkışları gerçekleşti. Bu yönden Türkiye için bir
milat olan 2001 krizi, 1980'lerdeki piyasa düzensizliğinin kötü
bir sonucudur denilebilir. Yazarlar, AKP'yi de son krizle 1990'larda
RP kanadında Siyasal İslam'ın yükselişinin bir sentezi olarak
görürler. Özellikle kendini merkez sağ partilerden ayrıştırarak
İslamî vurguyu öne çıkaran RP, '80 öncesi ideolojik
tartışmaların odağında olan sınıf kavramının yerini alan
kültürel kimlik kavramına yaslanarak kitleler için özgürleştirici
bir söylem üretir. Zenginin giderek daha da zenginleştiği bu
dönemde Adil Düzen kavramını ortaya atması kitleler için
cazip ve İslamî bir ekonomik modelin uygulanabilirliği ümidini
yaratır. Ayrıca hem içerde kemalist fikriyata hem de dışarda
ABD, Avrupa ve İsrail'e kafa tutan söylemler de milliyetçi bir
damardan beslenmesine imkân tanır.
Bu dönem aynı zamanda RP'nin Batıdışı ülkelerle geliştirmek istediği ekonomik ilişkilerin bağlantılarını sağlayacak olan MÜSİAD'ın kurulup geliştiği bir dönemdir. MÜSİAD, yazarların adlandırmasıyla İslam'ın bir ilişki sermayesi olarak kullanımını geliştirmiştir. Cumhuriyetin desteklediği belirli bir kesime karşı Müslümanların sermaye gücünü temsil etmektedir. MÜSİAD'ın buradaki önemi, Anadolu'daki ya da taşradaki sermayenin Siyasal İslam ile birlikte hareket ederek birbirlerini destekleyen bir tutumla örgütlenmelerini genişletmeleridir. Bu örgütlenme, kitlelerdeki İslamcı eğilimi ve piyasa düzensizliklerine bağlı krizlerle yıpranan Türk ekonomisini ve siyasetini yeniden biçimlendirmede bir rol oynayacak müteakiben AKP'nin ortaya çıkışına zemin hazırlayacaktır. Ki AKP kendini ilk olarak Müslüman Demokrat diye nitelemiş, müteakiben siyaseti liberal muhafazakâr olarak kategorize edilmiştir.
Bu dönem aynı zamanda RP'nin Batıdışı ülkelerle geliştirmek istediği ekonomik ilişkilerin bağlantılarını sağlayacak olan MÜSİAD'ın kurulup geliştiği bir dönemdir. MÜSİAD, yazarların adlandırmasıyla İslam'ın bir ilişki sermayesi olarak kullanımını geliştirmiştir. Cumhuriyetin desteklediği belirli bir kesime karşı Müslümanların sermaye gücünü temsil etmektedir. MÜSİAD'ın buradaki önemi, Anadolu'daki ya da taşradaki sermayenin Siyasal İslam ile birlikte hareket ederek birbirlerini destekleyen bir tutumla örgütlenmelerini genişletmeleridir. Bu örgütlenme, kitlelerdeki İslamcı eğilimi ve piyasa düzensizliklerine bağlı krizlerle yıpranan Türk ekonomisini ve siyasetini yeniden biçimlendirmede bir rol oynayacak müteakiben AKP'nin ortaya çıkışına zemin hazırlayacaktır. Ki AKP kendini ilk olarak Müslüman Demokrat diye nitelemiş, müteakiben siyaseti liberal muhafazakâr olarak kategorize edilmiştir.
Kitaptaki siyasî destekli sermaye birikim fırsatları da bu yönden
önemlidir. Türkiye'de iktidarlar, ulusal kalkınmacılık yerine
dışa açılmayı hedefledikleri dönemlerde dahi burjuvaziyi
güçlendirmek için piyasaya müdahil olmaya devam ederler. Bunun
sebebi siyasî ve ekonomik çıkarların birbirlerine eklemlenmesi ve
buna bağlı olarak birlikte savunulmasına ihtiyaç duyulmasıdır.
Bu yönden Menderes döneminde sanayi yatırımı olmayan eşrafa
yönelik destek ve sonrasında ithalatçılıkla birlikte bir çok
usulsüz krediyle ithalatçıların desteklenmesi, Özal döneminde
önem kazanan ihracat sektöründeki iş çevrelerinin desteklenmesi
ve AKP döneminde Anadolu'daki sermayenin -özellikle altyapı
yatırımlarından istifade edecek şekilde- desteklenmesi aynı
karakterde görülebilir.
Zaten 2001 krizinden sonra yapılan reformlar bu nedenle genel olarak
ekonomiyle siyaseti birbirinden ayırmayı amaçlamıştır.
Krizlerin esas sebebi olan bankacılık alanı düzenlenmiş, Merkez
Bankası daha özerk hâle getirilmiş ve ekonomik kurumların
yapılandırılması adı altında özelleştirmelere gidilmiştir.
Ayrıca bir çok yasal değişiklik yapılarak ekonomik istikrar
güvence altına alınmaya çalışılmıştır. Siyasetle ekonomiyi
birbirinden ayırma çabasının en önemli ayağı kamu ihalelerinde
hükümetin keyfî müdahalelerinin ortadan kaldırılması olmuş ve
Kamu İhale Kurumu yapılandırılarak Kamu İhale Yasası
yenilenmiştir. Ancak altyapı yatırımlarından ortaya çıkan
ranta bağlı olarak bu kanun 10 yılda 29 defa değiştirilmiş ve
son hâlinde bir çok mal ve hizmet alımı kanunun kapsamından
çıkarılmıştır. Çıkarılanlar 2012 itibariyle toplam
ihalelerin yaklaşık %30'una eşittir (değer olarak %8'e yakındır).
Yeni ekonomik düzenin oturtulmasına bağlı olarak Türkiye'nin
siyasî durumunda da bazı değişiklikler gerçekleşmiştir. Bunun
en önemli etkeni AB reformları adı altında yürütülen
demokratikleşme eğilimleri olmuştur. Ancak bu eğilimler, eski
ekonomik düzenden rant sağlayan kesimle bir çatışma yaratmış
ve laiklik görünümü altında ordu-hükümet çatışması
yaşanmıştır. Bu olgu objektif bakıldığında iki rant grubu
arasındaki çatışma şeklinde okunabilir. Bu okumanın kaynağı
AKP'nin özellikle kamu ihaleleri ve özelleştirmeler yoluyla
zenginliklerini artırdığı Anadolu'daki sermayedir. Anadolu sermayesinin
1990'larda örgütlenmesinin esas noktasının İslamî cemaatik ağ
olduğu ve 28 Şubat döneminde yeşil sermaye diye
adlandırıldığı da dikkate alınırsa Türkiye'de laiklik
üzerinden yürütülen tartışmaların aslında iki farklı
kapitalist kalkınma modelinden yola çıktığı görülebilir.
Bu modellerin ilki, Güney Asya'daki Müslüman ülkelerin
kendilerini Batı bağımlılığından arındırarak kurdukları
Asya modelidir. Bu modelin ekonomik kökeni yine 1973 Petrol Krizi
sırasında Japonya'nın Arap petrolüne ihtiyacını kırmak için
elektronik teknolojisine yönelmesiyle de -çizgi olarak- ilişkili görülebilir.
Diğer modelse TÜSİAD ile temsil edilen Avru-Amerikan
kapitalizmiyle bütünleşmeden yana, rasyonel ve öngörülebilir modeldir. Temel olarak bu iki
kutbun yerel örgütlenme ve ekonomik kapasitelerinden ziyade din
olgusuna yaklaşımları yönünden ayrışmaları ilginçtir.
TÜSİAD'ın aksine MÜSİAD, İslâm'ı bir ilişki ağı sermayesi
olarak kullanmakta, örgütlenmesini buna göre yaparken üyelerinin
çıkarlarını şekillendirmede de rol oynamaktadır.
Bu kutuplaşmada TÜSİAD Avrupa
modelinin hedefliyorsa ve AKP ilk dönem itibariyle AB reformlarına
yönelerek aynı istikamette ilerliyorsa neden TÜSİAD'ın değil
MÜSİAD üyelerinin zenginleşmesine katkı sağlanmıştır? Bunun
cevabını iki yönden vermek mümkündür ki ilki kitapta izah
edilmektedir: AKP siyaseten İslamcıdır ve tabanını muhafazakâr
kitleler oluşturur. RP'den kalma bir metotla bu tabana yakın olan
iktisadî çevreler MÜSİAD etrafında toplanmıştır. Bu grubun
menfaatlerinin zedelenmesi Anadolu'daki örgütlenmeyi dağıtabilecek
bir potansiyele sahiptir. Diğer yönden de uluslararası düzlemde
Ilımlı İslam modeli, Türkiye'de ve İslam coğrafyasında Avrupa
demokrasisiyle bütünleşik bir ekonomik düzen değil sadece güçlü
bir pazar istemektedir. Arap Baharı bunun bir parçası olmakla
birlikte Türkiye'de AKP'nin varlığı ile istenilen dönüşüme
uyum sağlanması bir Türk Baharı'nı gerektirmemiştir. Bu nedenle
Türkiye, bölgesel güç olma stratejisine yönelmiş ama
başaramamıştır. MÜSİAD'ın Arap ve Asya sermayesiyle bağlantısı
bu noktada kritik bir rol üstlenir. Yazarların vurguladığı
İslam'ın ilişki sermayesi olması, bu bakışta uluslararası
boyutta anlam kazanabilir.
Dinin bir ilişki sermayesine dönüşmesinin bir yönü de İslamcı
siyasetçiler-Müslüman iş çevreleri-Dinî önderlerin liberalizme
uygun bazı değerler etrafında uzlaşmaları ve birlikte hareket
etmeleriyle de ilgilidir. Fethullah Gülen'in oldukça etkin olduğu
dönemdeki liberal ekonomik söylemleri hatırlanabilir. Bu
birliktelik dinî hassasiyet taşımaları yönünden toplumun
genelinin siyasî tercihleri ve ekonomik davranışlarını da
biçimlendirmiştir. Bu yapılırken sadece kayıtlı ekonomide değil enformel alanda da bir güç birliği vardır: (Uğur Mumcu'yu da tam
bu noktada hatırlayarak) 90'larda siyasal İslamcılığın
yükselişine paralel yastık altındaki paraların -mahkemelik olan
Bosna yardımı örneğindeki gibi- bu inisiyatiflerce kullanıldığı
bilinmektedir. Ki toplanan paralar sadece ticaret ve sanayi için
değil siyasî ve cemaatik yapılanmalar için de
etkinleştirilmiştir. AKP'nin böyle bir altyapıya yaslanarak
örgütlenmesi ve bu desteği alarak iktidar olması zaman içinde
hükümetlerin kamu ihaleleri ve özelleştirmelerdeki tercihlerini
de biçimlendirmiş ve bu belli kesimlere doğru yönlendirilmiştir.
Sonuç olarak kapitalist düzen liberallerin iddia ettikleri gibi devletin piyasadan elini çekmesine imkân tanımamakta, kanun gücüne dayanarak sermayenin menfaatine göre piyasada etkin olabilmektedir. Türkiye'nin 1980'den sonraki dönemi üzerinden bakıldığında merkezî otoritenin yerel yönetimleri de denetim altında tutma gayreti içinde olması da bunun bir uzanımı olarak gözlenebilir. Siyasal iktidarın ekonomi üzerindeki gücünü gösteren bu değerlendirme, iktidarı belirleme ve sınırlama yöntemi olarak demokrasinin de açmazlarından birisidir. Ki Türkiye'de seçime indirgenmiş demokrasi, içinde demokratik yaşam kültürünü barındırmadığı müddetçe bu açmaz sömürünün de giderek derinleşmesinden başka bir sonuca ulaşmayacak gibidir.
Sonuç olarak kapitalist düzen liberallerin iddia ettikleri gibi devletin piyasadan elini çekmesine imkân tanımamakta, kanun gücüne dayanarak sermayenin menfaatine göre piyasada etkin olabilmektedir. Türkiye'nin 1980'den sonraki dönemi üzerinden bakıldığında merkezî otoritenin yerel yönetimleri de denetim altında tutma gayreti içinde olması da bunun bir uzanımı olarak gözlenebilir. Siyasal iktidarın ekonomi üzerindeki gücünü gösteren bu değerlendirme, iktidarı belirleme ve sınırlama yöntemi olarak demokrasinin de açmazlarından birisidir. Ki Türkiye'de seçime indirgenmiş demokrasi, içinde demokratik yaşam kültürünü barındırmadığı müddetçe bu açmaz sömürünün de giderek derinleşmesinden başka bir sonuca ulaşmayacak gibidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder