"Gerçekte
ayrı katı şeyler yok; sadece sonsuz bir oluş akışı vardır.
İçinde hiçbir şeyin olmadığı ve bu hiçliğin olması için
hiçbir şeyin bulunmadığı bir oluş ırmağı."
H.
Bergson
Varlık'ın
neliğini temel alan metafizik için ikinci mesele bilgi
olmakla birlikte bu ikisi özde aynı şeylerdir ve sadece mevzuya
nereden yaklaşıldığıyla ilgili bir ayrım sözkonusudur. -Tabi
Varlık'ı oluştan ayırma öncülü göz ardı edilmeksizin bu
denilebilir. (Vücut Meselesi: Kıyaslar ve Kategoriler)
Bilimsel
paradigmaya koşut eğitim düzeneği -katı olan her şeyin
buharlaşması olanağı- ideolojik olarak bilgiyi pozitivizmle
açıklarken gündelik dünyada da pragmatizm, hem bilgiyi hem
felsefeyi -ennihaye metafiziği- yozlaştırır sürekli: Günlük
yaşam kanaatlerin bilgi diye adlandırıldığı bir gerçeklik
düzleminde sürdürülür; şeyler, -ussal bir konumlanma olarak-
özne ile yaptığı açı itibariyle bir görünüme ve bu görünümle
etkileşimin doğurduğu bir değerlendirmeye tabidirler. Buna bilgi
demenin hiçbir olanağı yoktur. Zaten metafizik denilen de
metafizik değildir...
Bergson'un
bilgi anlayışı için Metafizik Nedir?'de iki farklı bilme
tarzı olduğu vurgusu erken açıklanmış bir sonuç gibi: İlki
bilinen şeyin/nesnenin etrafında dolaşır, bilenin konumu ve bakış
açısı itibariyle izafîdir. İkincisi onun içine girilerek
edinilir, bakış açısı ve temsiller yoktur, mutlaka yani
mükemmeliyete ilişkin bilgi budur.
Bundan
önce Bergson'un Varlık'ı nasıl yorumladığı hatırlatılmalı:
Evreni madde ve yaşam olarak ayırır -gündelik yaşam değil bu,
maddenin katılığını aşan, cisimlerin arasında geçen özgür
bir itilim. Ama bu esasta bir ayrım değil analitik bir kavrayış
yoludur: Yaşamı maddenin karşısına koyar ve onu maddenin aşağı
inişi/yoğunlaşmasına karşıt bir direnç olarak görür. Yaşam
yukarı doğru bir eğilimdedir ve bir huni tasavvur ederek zirvede
Mutlak'ı bulur. (Bu Mutlak, Hegel'in hayâl ettiği değildir tabi.)
Bergson'da
bilgi meselesi -yani felsefî temel- akıl-içgüdü ayrımında
belirir: Madde-yaşam ikiliği burada içgüdü kaynaklı olarak
içgörü ve akıl arasındaki ikiliğe vücut verir. Akıl, sürekli
değişim içinde olan tecrübî dünyayı kavrama aracıdır, ancak
kullanabildiği malzeme olan fenomenlerdeki sürekli değişim onu
zayıf kılar. Bu yüzden gerçek bilgi için sezgiye/içgörüye
ihtiyaç vardır ve bunu içgüdü sağlar. (Sezgi çevirisi
tartışmalı: intuition. Daha evvel Topçu, Tanpınar vs.
sezgi dediği için böyle kullanılagelmiş ama çevirmen kelimenin
Latincedeki "dikkatle bakma, tefekkür" olan anlamlarından
hareketle içgörü'yü teklif etmede: Sezgi'nin
kesinlikten ve açıklıktan uzak bir anlamı taşıdığı dikkate
alınırsa içgörü'nün doğrudanlığı -ve aracısızlığı-
daha makul ona göre.)
Maddesellik
ve yaşamsallık ayrımının temeli bilginin ne olduğuna
ilişkindir. İçgörünün edindiği bilgi, dolaysız ve
aracısızdır; analizin belirli temsilleri kullanmasının aksine o
doğrudan olması itibariyle -ve metafizik bilginin kendisi olması
nedeniyle, metafizik, simgeleri aşma iddiasında bir bilimdir:
Zihin, zihinle doğrudan doğruya görülür. Çünkü esas
olarak var olan süredir Bergson'a göre, (süre, yaşamın madde
karşısında ilerleyişidir; ya da özetle oluşun akışıdır. Bu,
Herkalit'in ateşle sembolize ettiği oluş-akıştır;
yoktur, sadece etki olarak bilinç tarafından duyulur ve bir
sebebe bağlı olarak ortaya çıkıp, sonra yok olur. Bu onu var
kılan niteliğidir; yokluğa bağlı bir var olmak: Koşullu
olması sebebiyle (gövdeden ayrıdır) özsel değildir.
Hatırla:
"Bu
dünya ki her şey için aynı
Ne
tanrı yapısı ne kul
Hep
var idi, var, var olacak:
Bir
ölümsüz ateş ki
ölçüyle
alevlenip
ölçüyle
sönen." (35. Parça)
Ya
da şunu söylemiştir Heraklit:
"Ruh
ki bir soluk veriştir, kavrayan
Gövdeden
ayrı, sürekli akan." (60. Parça) Herakleitos, Kırık
Taşlar.)
Süre
olarak zaman bütüncüldür, parçalanamaz ve başı sonu bulunamaz
Bergson'a göre; onu parçalayan bilinçtir. -Deleuze'un
(Bergsonculuk) sürenin iki niteliği olarak süreklilik ve
heterojenlikten söz ederken sürenin bir deneyim olmaktan ötede
deneyimin koşulu olduğundan söz etmesi gerçek-mutlak koşutluğu
kapsamında Bergson felsefesinin Varlık'ı tanımlamasının
anahtarıdır: Madde-yaşam ikiliği üzerinden dillendirilirse;
uzayın aksine süre maddesel değil yaşamsaldır; bu onun
mutlaklığından ileri gelir. - Onun bu bütünlüğü ya da olgular
açısından mutlaklığı ânı gerektirir ve âna ilişkin
kavramayı; bu kavrayış içgörüdür, bu sebepten bilgi -ya da
gerçek- -zamansal olarak- sonsuz olması yönünden âna içkin
olarak bilinebilir, -burada bellek girer konuya. Rasyonel düşüncenin
zamanı mekân ile açıklaması ve onun varlığını uzaya
bağlaması -koşullaması- yanıltıcıdır ve böylece zaman
maddeleştirilmektedir. Zaman koşulsuz olarak var iken onun bir
değişken olan mekân ile tanımı zamanın koşula bağlanması
anlamına gelir. Rasyonel düşüncenin bu temel hatası bilgiyi
sakatlar. Örneğin madde sadece görünümdür; içgörü, akıl
gibi maddenin değişikliği içinde analizlerle uğraşmaz, o
yaşamsal olarak şeyleri kavrar ve tanır. Süreye verilen bu değer
açısından -yani gerçek o ise- ancak süreyle bütünlük gerekir.
İçgörü, şeylerin bitimsiz döngüsü içerisindeki hareketi
kavramanın tek yoludur ki akıl eşyayı statik olarak değerlendirme
yolu olduğu için hareketi/süreyi kavrayamaz: Akıl, nesneyi bir
fotoğraf gibi an içinde dondurup kavrayabilir sadece, bilimselliğin
tüm yöntemi bununla sınırlıdır. Sonraki hâl için de aynını
yaparak sayısı belirli (?) hâller zincirini gözlemleyerek
hareketi anlamlandırır. (Analiz ile içgörü arasındaki kesin
fark harekete ilişkin durumdur; analiz hareketsizlikle mümkünken
içgörü süre olarak harekette konumlanır.) Süreden kopuş ise
bilgiyi imkânsız kılar çünkü hareket ve değişim sonsuzdur.
Nihayetinde rasyonalizmin erişebileceği bilgi deneysel ve gözlemsel
olarak hariçtendir ve ne kadar nesnel olduğu değerlendirilse
değerlendirilsin belirli bir anlam çevreni içindeki bir yorumdan
fazla değeri yoktur. Bir görünüştür çünkü o.
(Burada
Nietzsche hatırlanabilir, onun bilimsel bilginin nesnelliğini,
(tümüyle kavramsal özne-nesne karşıtlığını) savuruşu
önemli: "-nesnellik 'yan tutmaz bakış' olarak değil de
(bu, kavranamaz ve saçma bir şeydir), sorunun olumsuz ya da olumlu
yanlarını denetleyebilme
ve bunları ortaya koyabilme yetisi olarak anlaşıldığında:
İnsan, değişik bakış açılarını ve duygusal yorumları
bilginin hizmetinde kullanmasını bilecektir." Nietzsche,
-başta Kant'ın "kendinde şey" kategorizasyonundan
türettiği ''kendi başına bilgi" kavramının ya da Hegel'in
"Mutlak Tinsellik"i olmak üzere- düşünceye dair mutlak
akıl kavrayışının -olgulara ve nesneye ilişkin- çelişkisini
göstererek etkin ve yorumlayıcı olmaktan azade bir bakışa sahip
-çelişki burada- bir göz fikrinin saçmalığına işaret eder:
"Oysa, yalnızca belli bir açıdan görme vardır, yalnızca
belli bir açıdan 'bilme'; bir şeyin üzerinde ne
denli etkili konuşmamıza izin verilirse, o denli çok
gözlere, farklı gözlere gerek vardır; o denli araştırdığımız
nesnenin içine girip 'kavramamızı' nesnel kılarız."
Bakma isteğini yadsımak olarak nesnellik zihni iğdiş etmek
olacaktır. (Ahlakın Soykütüğü Üzerine)
Bergson
bu konuda sistem sözcüğüne başvurur. Nesnelliğin iddia
düzeyinde kalan kavrayış biçimi esasta olguyu belirli bir yapının
içinde anlamlandırmaya dayanmak zorundadır. -Çünkü kavram
herhangi bir şeyi diğerlerinden soyutlarken aynı zamanda onu
anlamayı mümkün kılacak bir bütünlük içinde genellemek
zorundadır da; anlam olmadığı taktirde olgunun işlevi
olmayacaktır ve anlam olgunun kendinde olan bir değer değil,
atıftır: her şey kavramlardan hangisine ağırlık verdiğimize
bağlı olacaktır... İncelenen realiteye ne kadar dışarıdan
bakış açısı ya da onu kapsayacak ne kadar daha geniş çember
varsa bir o kadar da farklı sistem türeyecektir.
Nihayet,
rasyonel düşünce şeyleri kendiliklerine ait değer ile ele
alamaz, onu ancak akıl vasıtasıyla kategorize ederek, belirlenmiş
müşterek nitelikler yönünde tasnifle kavrayabilir. (Şöyle der;
analiz etmek, bir şeyi o olmayan şeye göre ifade etmekten
ibarettir. Bu çaba bakış açılarının sonsuzca çoğalmasından
başka bir şeye yaramayacaktır.) Rasyonel düşüncenin "pozitivist
bakış"la ilişkisi zorunludur; şeyler, sebep-sonuç
arasındaki değişim olasılıkları kapsamında yani olgusal olarak
bilinebilirler buna göre. Oluşu ancak bir durumlar dizisi olarak
kavrayan aklın analitiği şeyleri birbirinin dışında -ya da
mekânsal sözcükle- uzaklık içinde görür, bu görüş Bergson'a
göre yaşamı kavrama konusunda bir yeteneksizliğe işaret eder;
geometri ve mantık ile katı cisimleri anlamak dışında bir işe
yaramaz. (Bu üç esas -geometri, mantık, katılık- insan zihni
tarafından türetilen temel kategori olan "düzen" fikrini
de içermesi nedeniyle ilgiye değer; var oluş bir amaç içermemesi
yönünden kesin bir rastgelelik içindedir -kaos da denilegelmiştir
buna- ancak akıl, kendi amaçları -temelde var olma amacı olmak
üzere- bir tasnife ihtiyaç duymuştur, nizam-ı âlem de tamamen
aklîdir ve bir fikirden ibarettir bu sebeple. Budacı düşüncenin
bu sebeple kozmolojiyi yadsıması, Logos'un Hıristiyanlıktaki
işleviyle İslâm şeriatının aklı ön şart kabul etmesi
arasındaki bağıntı düşünmeye değer.)
Burada
Bergson'un madde ile akıl arasında kesin bir bağdaşım kurması
söz konusudur. -Mollaer'in hatırlattığı gibi (Anadolu
Sosyalizmine Bir Katkı) Bergson felsefesi bir çatışmanın
ortasında doğmuştur: Metafizik ve pozitivizm arasındaki bu
çatışma bilginin neliği ve değeri üzerinden gitmekle birlikte
birlikte tek hatlı iki yaklaşımdan çok birbirine girişi çıkışı
olan karışık bağlantılar içerir: Maddeyi cisimleştiren
akıldır, oysa evren olarak var oluş sadece bir akıştır -sonsuz
olasılıklar dalgası? Madde ve us arasında birbirini gerektirme
ilişkisi olduğu fikrini -Bergson'u olumlamayan ve bir analitikçi
olan- Russell da ustaca bulur: "Zekâ biçimlendikçe dış
çizgiler ve yollar ortaya çıkmış ve ilkel akış, ayrı
çizgilere bölünmüştür. Zekâ, etleri parçalayan bir kasaba
benzetilebilir." (Batı Felsefesi Tarihi) -Bu noktada
nesnelliğin durumuna ilişkin anlayışı verebilecektir; nitelik
olarak ele aldıkları şey, esas itibariyle değişime açıklığı
yönünden tam olarak niceldir. Zaten Bergson, gerçeği mutlakla
ilişkili olarak ele alarak bilme yöntemi olarak rasyonalizmin
analitiğini aşmada içgörü ile tutarlı bir yol izler,
gerçeklikle mutlak arasında kurduğu koşutluk itibariyle
tradisyonel bilgiye yakındır. (Bu konuda özellikle Schuon'un bilgi
tanımı (Varlık, Bilgi, Din) kapsamında tartışılmaya
açıktır. -Zihni bilginin ötesinde oluşun kendini mutlaka dahil
etmesi meselesi. Ki Bergson içgörüyü bir empati olarak kurgular,
bir şeyin oluşunda sadece ona ait olan esas ile kurulabilecek bir
yakınlık veya bütünleşme/katılım/taşınım (bunu karşılıyacak
doğru bir kelime yok belki. Bergson, metafizik bütünleştirici
tecrübedir; der, bu tespit onun süre olarak aldığı Varlık
ile bilgi arasındaki totaliteyi de özetler mahiyette.)
Deleuze,
bir yöntem olarak içgörüyü felsefenin en gelişmiş
yöntemlerinden birisi sayar; onun bir yöntem olarak içgörü
tartışmasını bilginin ne olduğuna dair problemden ötede
"bilginin imkânı" odağında ayrıca ele almak gerekli
gibi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder