14 Kasım 2015 Cumartesi

İnsan İdeası ve İnsan Oluş: Tasarım ve Gerçeklik



"İnsan oluş"un ötesinde insanın idealize edilmesinin insanın nesneleştirilmesi anlamına geldiği gözardı edildi hep, "İdea düşüncenin nesnesidir" der Locke: Doğanın -bilgi vasıtasıyla nesneleştirilmesiyle insanın nesneleştirilmesinin müşterek eğilimi -ya ilahiyatın tanrıyı nesneleştirme ya da materyalizmin şeyleştirme eğilimlerine uygunluğu ölçüsünde meşrulaştırıldı.   

"Heidegger'in pek hoşlandığı bir deyim vardır: Bırakılmışlık. Bu deyimden şunu anlıyoruz biz: Tanrı olmadığı için insan bir başına bırakılmıştır." Sartre böyle yazarken insanı el değmemiş bir geleceğin öztasarımcısı olarak yeniden icat edebilmenin çaresine bakmaktadır. -Yeniden diyoruz, zira bunu Rönesans ile zaten yapmışlardı. "Bir başına bırakıldığımız için varlığımızı kendimiz seçeriz." der Sartre, böylece onun insanı, teşebbüslerini yaratan bağlantılarının toplamı, örülüşü ve bütünü olarak bir "girişimler zinciri" şeklinde tasavvur edişi görülür. Bu, Sartre'ın komünistliğinden daha ilginç görülen yaklaşımıdır. Onun varoluşçuluğu bu girişimcilik etrafında hümanizmle ifade etmesinin ve Heidegger'nın "insan gerçeği" eksenine girmesinin özeti şudur: İnsan kendini yaşayan bir tasarıdır. (Varoluşçuluk, J.P.Sartre) Bu gerçekten de saltık hümanizmdir.

İlk elden bir sorun aranacaksa insanın merkeze alınarak -insanî bakış açısının anlam taşlarıyla bir evren inşa etme veya gerçeklikten söz etme cesaretinden daha önemlisi var: İnsanın bir tasarıya indirgenmesi. -Burada indirgemeyi yüceltmenin zıttı, alçatma gibi bir anlamda kullanmıyoruz, geneli özel ile ifade etme eğilimini vurguluyoruz: Tasarım ya da belirli zihinsel ilkelerin özel koşullarında üretilmiş bir insan modeli, onun ne tarihselliğini taşıyan değişmeyen özünü ne de farklılıklar için birer yansıtma/tepki değeri taşımaktan başka bir anlamı olmayan (kültür gibi) çeşitli var olma eğilimlerini içerir. Ancak bunlardan fazla olarak asıl "sorun" Aydınlanma dönemine mâl edilmiş ideolojilerle ilişkilidir: Hümanizmle, Sartre'la, varoluşçulukla veya Descartes'ın cogitasyonuyla ilişkili -en genel anlamda modernlik sorunu yoktur burada. İnsanın tasarıya indirgenmesinin dumanı daha eski ateşlerde de tüter: İnsanı her şeyin ölçüsü sayan Protagoras'ın önermesindeki Herakleitosçu "şeylerin değişimi" fikrini yorumlama, dünyayı yorma, yaşamı tabir etme biçiminde bir yozlaşma ivmesi sezilebilir.

Üç mesele imalathanesi, insan diye bir tasarıya yönelim suretiyle insan diye bir gerçeği paramparça etmenin imkânlarını üretmişlerdir boyuna: Felsefe, siyaset ve kurumsal din; her birini ortaya çıkaran toplumsallık fikrinin yeniden üretim kapasitesi eşiğinde ideal insanın tasviriyle meşgul olmuşlardır. Felsefe erdemi, siyaset vatandaşlığı -Aristoteles'i güncellersek uygarlığı, kurumsal din genel ahlâkın örgütlediği kurumsal müminliği tasarladı. -Bu üç "kimlik" biçiminin tarihsel, kültürel, coğrafî özgüllerini de kapsayan ortak noktalarının neler olduğunu düşünmek, tüm insan tasarımlarının neye hizmet ettiğini her göze açık edecektir...

Sartre'ın insanın kendi zihninde tasarladığı kendilik imgesini varoluş olarak adlandırmasının, insanın nesneleştirilme temayüllerinin sıradan bir tekrarı olduğunu fark etmek mümkün. Bu eğilim, insan-doğa karşıtlığı fikrini temel alan ve Marksist anlamda kültür olarak anılan yabancılaşma zincirinin alelâde bir halkasıdır. Esasen eski Yunan'ın politika adı altında – şehir/devlet anlamında polis'ten türemiş bu sözcük ile Avrupa'da şehir ile kastedilen "kapalı alan" fikri, Arapça medine'nin buna uygun olarak bir "hüküm çevresi"ne (düyun) işaret etmeleri ortak bir tutumu, yabancılaşmayı imler: Doğal olanın yerine insanlar tarafından sınırlandırılmış bir alan ya da bölge ile insan kendi var oluşunu doğadan ayrıştırmaktadır. İnsan zihninde kendini tasarlayarak olur derken Sartre bu yüzden sıradan bir şey söyler: Zaten daha Sokrates öncesinde karşılaşılan Logos kavramıyla felsefe, insanın evreni kendince ölçülerle (akıl ve dil ile) tasarımladığını tespit etmiştir; insanın insan türünü ya da kendi insan olma hâlini tasarlaması orijinal bir fikir olamaz. Alabileceği en orijinal anlamı da -şayet Sartre insan olmayı, insan varoluşunu bir aktüalite olarak öne çıkarıyorsa zaten Marx bunu kültür kavramıyla aşmıştır.

Aşma şurada: Bauman, "kültür" kavramının on sekizinci yüz yıla kadar icat edilmemiş bir kavram olmasının, insanın toplum tarafından biçimlendirilmesinin en sıradan gerçeklik olduğu günümüz insanları açısından şaşırtıcı olacağından söz ederken kültürel körlük diye (tamamen olumlu) bir ifade kullanır: İnsanlar arasındaki kültürel farklılık kültür kelimesinin icadından önce bir meydan okuma gibi görülmüyor ve açıklama gerektirmiyordu der, "Nesneler arasındaki bütün öteki farklılıklar gibi, her ne ise oydu; Tanrı'nın Yaratılış günlerinde nesnelerin olmasını istediği gibiydi; 'Doğa'nın -yaratılmış dünyanın- o zamandan beri olageldiği gibiydi." (Yasa Koyucular İle Yorumcular)

Bu, geç bir sürecin tasviri olmasına rağmen insan kültürleri arasındaki yabancılaşmanın bile ne kadar yeni bir olgu olduğunu göstermesi açısından ilginçtir. -Turizmin yeni bir icat olmasının sebebi ne sanılıyor? Bunun bir sonraki dönemi milliyetçilik -veya hemen öncesinde görülen dinsel ve mezhepsel ayrışmalardaki gibi kültürel özgünlük ve farklılaşma fikirlerinin baskınlaşması olduğunun fark edilmesi, bir önceki dönemin de insanın tür olarak doğadan ayrışmamışlığını da fark ettirir. Nedir doğadan ayrışmamışlık? Mağarada veya ağaçlarda yaşayıp, "hunga munga" diye sesler çıkarmak mıdır? Doğadan ayrışmamışlık ifadesi (ya da doğal entegrasyon) icat edilmiş bu "kültür" kavramı yüzünden insanın doğadaki yaşam biçiminin nasıl olduğu sorusuna odaklandıkça sağlıklı bir anlama erişemeyecektir. Doğadan ayrışmışlık kültürel değil epistemolojik bir kavrayış düzeyine işaret eder; yani bir yaşam biçimine değil, bir yaşam biçimine sebep olan kavrayış (bilgi-anlam) şekline: İnsanın kendini Varlık'ın bütününden koparıp oluş ile sınırlaması ki Descartes'ın cogitasyonunun modern felsefe için milat sayılmasının anlamı da budur zaten; bireylik/ferdiyet, yani münferit olma fikri. -Fakat bu tehlikeli bireylik toplum-birey ikiliğinde değil, doğa-insan ikiliğinde tezahür eden bir bireyliktir ki toplum da zaten bu süreçte icat edilmiştir; doğa-insan ikiliği demek nesne-özne ikiliği demektir ki epistemolojik düzey derken kastedilen de budur.

Modern düşüncenin dünyayı tersyüz etmesine karşı mevcut yozlaşmışlık hâlini görünür kılmasıyla oldukça büyük bir öneme sahip olan Nietzsche'nin nihaî insanı (Übermensch) da fark edilecektir ki bir tasarımdır; maymundan insana sıçrayışın nihaî aşaması: İnsan aşılması gereken bir şeydir. Evola'nın -lânetlenmiş azizlerden saydığı Nietzche'nin bu tasarımının Schopenhauer'un irade fikrinden beslenmesi üzerinden getirdiği eleştiri oldukça yerinde görünüyor: Güç iradesi, nihaî insanın elindedir ve bu onun düşüncesinin kapalı devreye dönüşü demektir. İnsanın aşılması kendisinin de reddettiği ilerlemenin yönü istikametinde olacaksa önümüzde sonu gelmeyecek bir tasarımı gerçekleme ediminden başka bir şey yok demektir. Onun doğada bulduğu gerçekliği kendi önermesinin dışında tuttuğu da burada, idealize etmede görülür. Nihaî insan için kısaca şu denmelidir: O insanın ileriye doğru aşılmasıyla erişilecek bir menzil değil, insanın içgüdülerine doğru (geri?) çekilmesiyle kavuşulacak bir hâldir. Ama bunu ayrıca ele almak gerekir, zira Sartre'ın bugün tüm düşünsel ve dinî grupları etkisi altında tutan gürültüsünün binlerce yıllık "idealize edilmiş insan" türü yankısı içerisinde insanın var-oluşunu gerçeklik ile resmetmek oldukça güçtür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder