18 Ocak 2016 Pazartesi

Tersyüz Edilmiş Dünyanın Bilgisi: Toplumsal Bilginin Mahiyeti

"Kendi işlemlerini ve kendi düşünme araçlarını radikal bir sorgulamaya tabi tutmayan, bu tür bir düşünümsel yönelimi felsefî bir zihniyetin artığı, dolayısıyla bilim-öncesi bir kalıntı sayan sıradan sosyolojiye, tanıma iddiasında olduğu nesne tamamıyla nüfuz etmiştir. Böyle bir sosyoloji, sözkonusu nesneyi gerçekten tanıyamaz. Çünkü kendini tanıyamaz. Nesne olarak ele aldığı nesnenin parçası olduğu ve ondan kopamadığı için nesne hakkında bir şeyler söyler ama sözkonusu şeyler gerçekten nesneleştirilmiş değildir. Çünkü bizatihi nesnenin kendini anlama ilkelerinin ötesine geçilmemiştir."

Pierre Bourdieu, Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar

Sun Tzu düşmanı alt etmenin temel kuralının kendini bilmek olduğunu söyler. Metafizik anlamının dışında da kendini bilme hâli, düşmanla/öteki ile kurulacak teması veya stratejiyi belirlemek için içsel olarak kendiliğin tecrübe edilmesi anlamına gelir. Düşman, zihinde içsel olarak tanımlanmaksızın bütünüyle dışsal bir öteki olarak kurulduğunda, kendiliğin yapılanmasına ilişkin her hamle özünde ötekinin belirlemesine boyun eğecektir. Stratejinin öteki tarafından belirlenmesi de kontrolü yitirilmiş bir savaş demektir.

Bir düşmanlık durumunun özü itibariyle karşılıklı olarak geliştirilmiş biçimlendirme çabalarından ibaret olduğu dikkate alındığında sıklıkla "yaşam mücadelesi" olarak anılan sosyal hayatın bir savaş simülasyonu olduğu söylenebilirse Sun Tzu toplumsal öznelere de bir şey söylüyor demektir, "kendini bil" diyerek. Birey ve toplumsallıkla bütünlenen öznelerarasılık evreninde -özgürleşim, faydaya erişim ya da statü işgâli gibi şekillerde görülen karşılıklı genişleme eğilimleri, bir mücadele alanı var ettikleri kadar, müşterek menfaat icabı sürekli dengede tutulmak istenen bütüncül yapıyı da organize ederler. Bu organizasyona bir kişilik atfedilerek/tekil bir aktör biçiminde "sistem" ya da "düzen" şeklinde nitelenmesi çok zaman, hayalî bir failin organizatör olarak tanımlanmasına yol açar: Organizatör olarak sistem; bireylerin aksine ahlâksız, çarpık, bozuk veya haindir. Hiçbir şekilde bireylerin ilgisinin bulunmadığı niteliksizlik, sistem diye anılan bir heyûlanın üretiminden ibarettir buna göre. Bu kurguyu ciddiye almak gereksiz olacaktır. Öyleyse olumsuz bir edayla "hayatın gerçekleri" diye söz edilen şey, nihayetinde toplumsallık içinde biçimlenmiş bireysel yönelişlerin, tercihlerin kolektif bir karakter kazanmasından ibarettir denilebilir.

Yine de burada ileri sürülecek olan fikir, toplumsal dünyanın bireylerin toplamı olduğu gibi bir kaba çıkarsama da değildir. Çünkü bireylerin yönelimleri, Sun Tzu'nun ikazı çoğu zaman gözardı edilerek oluşturuldukları için salt rasyonel tercihlerle de açıklanabilir demek mümkün gözükmez: Toplumsal fenomenlerin doğasında bireyi baskılama eğilimi her zaman vardır. Bu baskılamada dilin işlevi bilinir. Dil ile ilişkimiz bir maruz kalma hâlini gösterir: Bu, somut anlamda kelimeler ve onlar üzerinden yürüyen iletişimin sınırlılığına mahkûmiyetten fazla olarak, belirli bir gramatikle sistemleştirilmiş semantik modelin birey üzerindeki kaçınılmaz baskısıdır. Sözkonusu baskı, bireyselliklerce inşâ edilebilecek bir kaçış alanını bilkuvve ihtiva etse de kişinin toplumsallaşma sürecinde içselleştirdiği nesnel gerçekliği tanımlama biçiminde kurucu pozisyondadır: Tarihin biçimlendirmesi altında yapılanmış toplumsal dünya, semantik model vasıtasıyla olguların yorumlarını/alımlanma şeklini bireysel psişede büyük ölçüde sınırlarken öznel gerçekliği de kodlamaktadır. Anne ile ilişkiden başlamak üzere genelleşen toplumsallaşma dairelerinin her biri, gerçekliği dilin somutlaşması şeklinde kuran pratikler aracılığıyla sınırlarını da bireye belletir: Birbirinin yerine belirli bir ölçüde ikâme edilebilecek rollerin bireyce benimsenebilmesi her bir rolün alanını ve sınırını bilmekle mümkündür. Dilin, toplumsal tahakkümün bir aygıtı olarak toplumsallaşmadaki işlevi, öznelerarasındaki olası ilişkisellikleri bir kalıba dökmek olduğu kadar tikel ve tümel arasında da bir dolayım kurarak parçanın bütünün varlığını benimsemesini de gerektirir. Bu yönden dilin birey üzerindeki tahakkümünün anlamı, aynı zamanda birey üzerindeki her türden tahakküm biçiminin meşruiyetinin sağlanmasını da içerir: Birbirlerinin yerine ikâme edilerek öznel gerçekliğe tahvil edilen sosyal rollerin konumları itibariyle sınırlanmaları, birey için anlam alanlarının da belirlenmesi demektir ki sonraki dairede karşılaşılan öğretmen rolü anne-baba rolleri üzerinden, patron rolü öğretmen rolü üzerinden vd. tanımlanarak benimsenir: Bütüne yansıtıldığında siyasal iktidar ile toplum arasında kurulacak meşruiyet imkânı da sözkonusu ikâme nesnelerinin dil vasıtasıyla içselleştirilmesiyle gerçekleşir. Bu içselleştirme, belirli muhalif yönelişleri kapsamıyor gibi gözükse bile reddedebilmenin birinci koşulunun kabul etmek olduğu unutulmamalıdır. -Bu yönden bilinen ütopyalarda doğrudan devlet diye adlandırılmasa da sosyal hayatı organize etme fikrinin somut örnekleri değerlendirilebilir.

Toplumsal dünyanın dil vasıtasıyla içselleştirmenin boyutları hakkında fikir vermesi açısından Bourdieu'nün dilin doğallaştırma yönüne yaptığı vurguya bakılabilir: Dili, doğallaştırma vesilesiyle gözardı edilen bilinçdışı inşâ araçlarını içeren (yukarıda bu sebeple psişe kelimesi kullanıldı) bir önkabuller deposu olarak tasvir eder Bourdieu. (Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar) Bu sebeple söz konusu içselleştirmeyi bir problematiğe dönüştürmek isteyen bilgi sosyoloğu da bilgi üzerine düşünmenin daha başında bir özne olmak itibariyle belirli semantik model ve dilsel kategoriler içinde fikirler kuracak ya da nesnesine ilişkin bağıntılarını bunlar vasıtasıyla yapacaktır. Bourdieu'nün düşünümselliği araştırmanın önkoşulu saymasının temel nedeni de budur. Hatta bir entelektüel olarak homo academicus'un, genel ortalamanın üzerinde bir yoğunlukla eğitim sisteminin uyguladığı dilsel simgesel şiddete maruz kalmış olduğu gerçeği, düşünümsellik vasıtasıyla araştırmacının dahil olduğu kategorileri sorunsallaştırmasını zorunlu kılmaktadır: Ona göre akademik düyadaki yapısal muhafazakârlık da bununla ilgilidir temelde.

Düşünümselliğe ayrıca eğilinilecekse de toplumsal dünyanın pratik mantığını oluşturan ve doxa'lar üreten bilgi araçları olarak varsayımlar, kabuller, algılama ve kavrama biçimlerinin birer bilgi nesnesi olarak değerlendirilmeleri, en kritik noktadır. Bu açıdan doxa'lardan ibaret toplumsal bilginin bu araçlarla bireyleri belirleme karakterine değinmek gerekmektedir.

Toplumsal Fenomenlerin Nesnelliği

Toplumsal bilgi, toplumsal ilişki ağları içinde gerçekliğin koşulu olarak onun kurulumunun yapıtaşıdır. Temelde tüm bilgi türlerinin toplumsal bir karakteri olmakla birlikte toplumsal bilgiden kastın, bireyleri belirlemek ve bireylerce belirlenmek şeklinde ikili bir karakteri olan günlük yaşamı kurucu bilgilerin bütünü olduğu belirtilebilir. Bu ikili karakter, bilgi ve gerçekliğin karşılıklılığından ileri gelmektedir: Gerçeklik toplumsal bilgi aracılığıyla kurulur ancak bu bilgi de gerçekliğin bir ürünü olarak vardır.

Gerçeklikle doğrudan ilişkisi yönünden toplumsal bilgi, toplumsal fenomenlerin bireye aşkın karakteriyle birlikte açığa çıkar: Birey açısından gerçekliğin verilmişliği kadar toplumsal bilginin verilmişliği de söz konusudur ki bu, yaşam dünyasının nesnel karakterini ortaya koyar. Bununla birlikte toplumsal fenomenler, tıpkı toplumsal bilgi gibi bireylerce içselleştirildikleri kadarıyla nesnel olmaları yönünden şeyler olarak ancak bir ilişkisellik içinde vardırlar: Durkheim'ın toplumsal fenomenleri şeyler olarak kabul edip araştırılmalarında şeylerin araştırılmasıyla aynı yöntemlerin gerektiği fikri, toplumsal fenomenlerin birey üzerindeki baskıcı ve zorlayıcı karakterinin bir nesnellik koşulu olarak değerlendirilmesinden ileri geliyordu. Sosyolojinin öz alanı kabul ettiği toplumsal fenomenleri Durkheim, bireyin dışında bulunan ve kendini empoze eden davranış, duyuş ve düşünüş tarzları olarak tanımlar. (Sosyolojik Metodun Kuralları) Fakat toplumsal fenomenler, doğanın insan üzerindeki -oksijen, su ihtiyacı gibi zorlayıcı biçimine hiçbir şekilde sahip değildirler. Onların zorlayıcılıkları ancak birey tarafından içselleştirilmiş olan toplumsal bilgi aracılığıyla mümkündür: Herhangi bir toplumsal dünyada bireyi zorlayan bir toplumsal olgu, o kültürden uzak bir toplumsallıkta hiçbir işlev taşımayabilir. -Ahlâkî bir zorlama bir kültür içinde kişinin sosyal eylemini belirlerken başka bir kültürde belirleyici olmayabilir. Bunun nedeni, iki kültür arasında davranışı belirleyici ahlâkî bilginin farklılığı olabilir. O hâlde toplumsal bilgiyi, toplumsal fenomeni meşrulaştırıcı bir işlevle tanımlamak, bu yolla toplumsal gerçekliğin üretilebilirliğinden söz etmek gerekir.

Toplumsal gerçekliğin üretimi konusu içinde bu bilginin, toplumsal fenomen ile birey arasında sosyal eylemin bir faktörü olduğunu da dikkate almak gerekir: Berger ve Luckmann'ın toplumsal olguları Durkheim'ın tanımıyla şeyler olarak kabul etmekle birlikte -ki bu metodolojiyi doğrudan bağlayıcıdır, Weber'in biliş (cognition) nesnesine dair, onun sosyal eylemin subjektif anlam-bileşimi olduğu vurgusunu da gözönünde tutma uyarıları, (Gerçekliğin Sosyal İnşâsı) yukarıda sözü edilen ikili doğaya ilişkin bir gerekliliktir. Toplumsal dünyadaki olgular nesnel fakat anlamlar özneldir fikri, epistemolojik gerçekliğin doğasına içkin bir hâldir. Şöyle ki toplumsal fenomenleri araştırma faaliyeti olarak sosyal bilimler, ontolojik bir fenomenal evreni değil epistemolojik bir fenomenal evreni incelerler. Durkheim'ın fenomenleri, kolektif ruhun belirli bir hâli olarak tanımlamasıyla ifade edersek sosyal olgular ancak bir kolektivitenin varlığı koşuluna bağlı olmaklıkları bakımından ontolojik olarak özneldirler. Bu durum, toplumsal gerçekliğin değişkenliğine dair bir izah imkânı içerdiği için ve düşünümselliğin pratik alanını tanımladığı için önemlidir. -Düşünümsellik nosyonunun, belirlenmişliği ortaya çıkaran nesnel koşulları ihtiva eden fenomenleri incelerken bir gereklilik olmasının anlamı, araştırmacının onu bir nesne olarak inşâ edebilmesi için epistemolojik bağlamından çıkarması demektir: Bunun kendiliğinden koşuluysa incelenecek fenomenin ontolojik nesnellik içermemesi yani, insanî temsillere bağlı olan bir nesne olmasıdır.

Ancak yine de bu ayrıştırmanın bir ikili yapılandırma tarzından ötede, bir düzey farkına işaret ettiği hemen söylenmelidir: Searle'ün göterdiği anlamda ontolojik fenomenler, epistemolojik fenomenleri kapsarsa da her ikisinin de nesnellik ve öznellik koşulları birbirinden farklıdır. Sosyal bilimler doğaları gereği, ortaya çıkan insanî anlam dünyasıyla meşguldürler. Bu temelden bakılırsa sosyal bilimlerin nesnesi, doğa bilimlerinin nesnesinden farklıdır ve bu nesne, epistemolojik olarak nesnel koşullar içinde açıklanabilirse de ontolojik olarak öznel olmak durumundadırlar: Nihayet sosyal bilimlerin nesneleri toplumsal kurumların ürettiği bilgiler aracılığıyla tanımlanabilirler ki bu yönden sözkonusu nesneler, oldukları gibi olmayıp tarihsel koşullar yönünden inşâ edilmiş anlamları taşırlar.

Toplumsal Bilginin Nesnelliği

Burada meşgul olacağımız soru şudur: Ontolojik yönden öznel olan toplumsal bilgi ve fenomenler, epistemolojik yönden kesin bir nesnellik içerir mi? Yani bir sosyal olgu ve bu olguyu -ortaya koyan, oluşturan, açıklayan veya gerektiren bilgiler, öznel bakış açılarının üzerinde bilgi olmaları yönünden nesnel bir değer içerirler mi yoksa zamansal ve mekânsal ya da kültürel kalıplara mahkum olarak her açıdan farklılaşan bir değere mi sahiptirler? -Buradan çıkarılacak sonucun, toplumsal bilgiyi nesne olarak inşâ etmekte metodolojik yönelimi belirleyeceği açıktır.

Gulbenkian Komisyonu'nun Sosyal Bilimleri Açın raporunda nesnellikten anlaşılan şeyin, tarafsız bilimcinin kendi dışındaki dünyayı yeniden üretmesi olması hâlinde böyle bir nesnelliğin haklı olarak imkândışı olduğu belirtilir: Bütün bilimciler ancak belirli tarihsel ve toplumsal koşullar içinde var olmak yönünden her olguya belli önkabul ve önyargılar içinde yaklaşacaklardır. Nesnellikten söz etmek; bilginin a priori olmadığı, araştırma sürecinde öğrenilenlerle kurulduğu ve bu yönden de esası itibariyle sosyal bir ürün olduğu gerçeğinde temellenir. Bu, sadece kurumsal bilgiler için değil, doğal bilgiler için de geçerli bir sonuçtur: Nihayet, fiziksel bir kütlenin boyundan, hacminden, ağırlığından söz etmek suretiyle ortaya konulacak olan "bilgi" de insan zihninin kategorik temsilleri olan "boy, hacim, ağırlık" gibi ölçütler içinde inşâ edilmektedir. -Bunun anlamı ontolojik nesnellik koşulları içinde var olan bir şeyin öznelliğinden söz etmek zorundalığı değildir, ancak o şeye ilişkin "bilgi"nin öznel olmak zorundalığıdır. Nesneye değil, nesnenin bilgisine dair bir araştırmada da nesnellik bu kapsamda sadece "öznelerarası mutabakat ideali" ile sınırlanmak durumundadır. Zaten bilginin şeyden ayrı olarak ontolojik bir öznellikle nitelenmesi de burada anlam bulur. -Husserl'in fenomenolojik yönteminin temeli hatırlanırsa; nesnenin bilinçten bağımsız varlığı bilinç açısından aşkındır, bu sebeple bilincin nesne ile ilişkisi olarak bilmek faaliyeti ve onun nesnesi olan bilgi, bilinçte tanımlanmak durumundadır. Ancak bu ilişki doğal olarak aşkın olan nesnenin kendisiyle değil onun imgesiyle ilgili olması nedeniyle bir verilmişlik ilişkisidir. Üstelik toplumsal fenomenlerde nesnelliğin zamansal veya mekânsal olarak evrensel olamayacağı durumu, toplumsal bilginin belirli bir toplumsal yapı içerisinde nesnel olabileceğini gerektirdiği için tarihselliğinden söz edilme ihtiyacı vardır.

Bu noktada aşılması gereken sorun şudur: Toplumsal fenomenler ontolojik olarak nesnel olmasalar da birey açısından zorlayıcı olmaklıkları itibariyle epistemolojik yönden nesneldirler. Bireyin toplumsal fenomenlerle ilişkisi de bir verilmişlik ilişkisidir. Çünkü toplumsal gerçeklik, bireyin bilinci ile belirleyebileceği bir yapı değil, nesnel karakteri itibariyle bireyi baskılayıcı bir etkendir. Bu noktada Husserl'in fenomenolojisi, toplumsal fenomenlerin ontolojik öznellikleri -yani salt bilinçte bulunan varlıkları nedeniyle paranteze alınmalarını, yani nesnel olarak tanımlanmamalarını gerektirir. Bunun doğal sonucu olarak fenomenolojik yöntemin toplumsal fenomenleri, pratik anlamda öznel kabul ettiğidir. Şu hâlde toplumsal fenomenler, salt onlara yüklenen anlamlar yönünden değer taşırlar. Ancak bir bilgi nesnesi olarak incelenirlerken bir gerçeklik olarak değil, bir değer olarak incelenebilirler. Bu durumda toplumsal gerçekliğin nasıl nesnel bir karakter kazanıp birey açısından aşkın olabildiği sorusu askıda kalmaktadır. Bununla birlikte bilgi sosyolojisi, bilginin sosyal olarak tanımlanmasıyla meşgul olduğu için, salt bireysel anlam ve değerden ibaret kabul edilebilecek sosyal eylem ile toplumsal gerçekliğin kurulumundan sonraki baskıcı karakterini birlikte açıklamak durumundadır. Fenomenolojik metod, bireysel olan ile toplumsal olan arasındaki dolayımı açıklamayla ilgilenmediği için bu imkânı ona vermemektedir. -Bu konu, gerçekliğin inşâ edilmesi etrafından içselleştirme ve nesnelleşme kapsamında detaylandırılmalıdır.

Sonuç olarak sosyal bilimlerin meşgâlesi itibariyle fenomenleri incelerken müracaat edilen (epistemolojik açıdan) nesnellik, bilginin özneden mutlak bir soyutlanmışlığı açısından değil bir mutabakat açısından değer taşır: Son tahlilde bunun "ideal" ve gerçeklik arasındaki bir tartışma olduğu su götürmeyecekse de öznelerarası mutabakat söylemi, Bourdieu'nün düşünümselliği açısından anlamlandırılacaktır ayrıca.

Ama önce Nietzsche'nin Kant'a yönelttiği eleştirinin burada taşıdığı değere bakılmalı: Nietzsche de bilgiyi şeyden kesin olarak kopararak bir şeyin bilgisinin ancak bilen özne açısından var olabileceğinde ısrar eder. Bir şey ancak belirli bir bakış açısından değerlendirildiği ölçüde bilinebilir. Nesnelliğin "yan tutmaz bakış" olarak alınmasını kavranamaz ve saçma bulduğunu belirterek onu bir denetleme yetisi anlamında kullanır: Ona göre nesnellik, sorunun olumlu ya da olumsuz yönlerini ortaya koyabilme ve buna göre değerlendirme imkânıdır. "İnsan, değişik bakış açılarını ve duygusal yorumları bilginin hizmetinde kullanmasını bilecektir." Bunu yaparken Kant'ın şey ile onun bilgisi arasında kurduğu bütünlük ilişkisine değinir. Kant'ın "kendinde şey" dediği durum, tüm öznelerin bakış açılarının ötesinde şeylerde o şeyin -hiçbir bakış açısından değişemeyecek olan mutlak bilgisinin var olduğuna dairdir. -Kant'ın aklın dışlandığı hakikat alanı söylemi, onun tözcü açıklamasının da bir gereğidir ki Nietzsche'nin tözcü açıklamaları reddeden Buda ve çağdaşı Herakleitos'a muhabbeti bu noktada anımsanabilir. -Kantçı saf akıl ve Hegelci mutlak tinsellik gibi kavramlar da bu kapsamdadır. Nietzsche açısından burada bir saçmalık vardır: Görmenin bir şeyi görmek olduğunu kavrayamamışlardır. Çünkü bilginin doğası itibariyle şeye nüfuz etmek için bir araç olduğu dikkate alınırsa bu aracın işlevsizleştirilmesine yol açacak olan -özneden bağımsız ve nesneleştirilemeyi imkânsız kılan bir kendilik bilgisi hiçbir değer taşımayacaktır, çünkü o bir bilme aracı değildir. Nietzsche açısından nesnellik tam olarak burada, farklı gözlerin ve yorumların nesnenin içine girip kavramaya olanak tanıyacağı noktada yer alır. (Ahlakın Soykütüğü Üstüne) Bu nokta, bir göz olarak öznenin eşya ile ilişki kurabilmesi demek olduğu kadar öznelerarası değerin de inşâ edilebileceği alandır ki farklı gözler vasıtasıyla insan gerçeklik üzerinde mutabık olabilsindir.

Bu yaklaşımın Nietzsche yönünden bir idealizm karşıtlığına imkân sağlamasından da ayrıca söz edilebilir ki Ecce Homo'da ideal dünyaların birer put olduklarını da yazmıştır: Gerçekliğin, gücün bir işlevi olarak açığa çıkan bilgi vasıtasıyla kurulmuşluğu, esası itibariyle bir real gerçeklik değil fakat egemenlerin değerlerinin bir yansıması olmak bakımından ideal bir gerçeklikten söz edilmesinin sebebidir. -Burada camera obscura imgesi üzerinden Marx ve Nietzsche'nin bilgi ve gerçeklik konusunda ne kadar yakın oldukları değerlendirilebilir. Gerçeklik olarak sunulan "bu dünya", özünde tersine çevrilmiş bir dünyadır ve arkasında egemenlerin değerlerini içkin söylemleri vardır: Doğru, iyi, erdem, ahlâk gibi kavramlarla Nietzsche'nin hesaplaşmasının altında yatan da bu tersine çevrilmiş dünyanın kurucusu olan bilgilerin öznelerarası, farklı gözlerce edinilmiş bilgiler olmayıp -belirli çıkarlara hizmet edecek şekilde dayatılmış bilgiler olmaları sorunu vardır. -kant'a öfkesi, bu öznelerarsı evrenin dışında bulunan bilgilerin mevcudiyetini iddia etmek suretiyle egemenlerin söylemlerini beslemesinden ileri gelir. İnsan bu sahte bilgiler aracılığıyla -ki doxa olma karakterini burada netleştireceğiz, kendi gerçekliğinden koparılmıştır; tam olarak dünyanın tersine çevrilmişliğinin anlamı da zaten budur. Uzaklık pathosu'nu da hatırlayarak bu noktanın belirlenmişlikle ilgili de bir kapı araladığına hususen değinmeli.

Ancak önce bilgi sosyolojisinin neden ideoloji, ütopya gibi kavramlarla meşgul olduğunun da mantığına bakılmalı: Bilgi sosyolojisi, gerçekliğin kurulumundaki toplumsal etkenlerle meşgul olarak bilgiyi araştırma sürecinde temel almayı gerekli görür. Bu açıdan tarihsel yönden mevcut gerçeklik çoğulluğu içerisinde bilgi sosyolojisi vasıtasıyla bir değerler dizilimi üzerinden kurulmuş olan her türden iktidar ilişkisini açığa çıkarmak imkânı söz konusu olabilecektir. Nihayetinde tahakküm en başta söylendiği gibi evvela dilsel bir olgudur ve dilin olmadığı koşullarda tahakküm mümkün olamaz. Ki tahakküm kelimesi, hüküm verme iradesiyle ilgili olarak belirli bir güç unsurunun belirli bir konuda verdiği hükmü diğerlerince de geçerli kabul ettirmesiyle kurulabilir. Bu açıdan iktidar olgusu, en genel itibarla hükümler aracılığıyla normları belirleme yetkinliğidir ki bu, bilginin üretim koşullarını açıklamak yönünden gücün uygulanmasının bir işlevine ulaştırır bizi. Bu işlev doğrudan gerçekliğin kurulumuna dairdir. Böyle olduğu içindir ki bilgi vasıtasıyla tahakkümden söz etmek demek -bilginin nesnel bir gerçeklik vasfı kazanmasına imkân sağlamak açısından, belirlenmiş normların benimsenmesi vasıtasıyla sürece katılanların varlığını gerektirir demektir. - Bourdieu'nün habitus kavramı da bu yönden ilgilimizi çeker. Bu gerektirme ilişkisi şu sonucu doğurur: Bilgi ve gerçeklik arasındaki dolayım, hâkim ve mahkûm arasındaki dolayımın geçerliliği ölçüsünde açığa çıkar. Yukarıda dil üzerinden içselleştirmeyle ilgili olarak denildiği gibi, muhalif söylemin "reddedebilmenin birinci koşulunun karşıdakinin varlığının kabulü olduğu" çıkmazı içinde yinelersek; sınır tanımadığını beyan eden bir örgütün tanımadığını söylediği şey üzerinden kendini tanımladığı görülür. Bu durum bütünüyle, kaynağı toplumsallaşma sürecinde dile maruz kalmanın neticesi olan dilsel bir açmazdır. (Giritliler paradoksu.)

Şu hâlde bilginin bir dispositif olarak değerlendirilmesi kadar, onun meşrulaştırıcı işlevine imkân tanıyan subjektif anlamı ifade eden sosyal eylemler aracılığıyla yeniden üretim süreci de çözümlenmelidir. Böylece iktidar ilişkileri tek başına egemen sınıflarla madunların ilişkisi olarak değil, karşılıklı etkileşimlere bağlı olarak karakter kazanan bir gerçeklik inşâsı temelinde anlam kazanacaktır. Nihayet bilgi sosyolojisi şunun imkânını barındırır: Toplumsal grupların birbirleri üzerinde kurabilecekleri de dahil olmak üzere kadın ve erkek ilişkisinden, merkez-çevre ülkeler ilişkisine, çalışan-patron ilişkisinden alt kimlik-üst kimlik ilişkisine kadar farklı tarzlarda (antagonistik düzenlilikler içindeki) tahakkümlerin açığa çıktığı her alan, biçimleri belirli kategorizasyonları öngerektirmektedir; bu kategorizasyonların sosyal olgular hâlinde baskılayıcı karakterinden söz edilebileceği kadar, dilsel varlıklarının çözümlenmesi sayesinde toplumsal değişmenin esas dinamiğini oluşturdukları da fark edilebilecektir. Sun Tzu'ya tekrar dönersek, bireysel değişimin esası nasıl ki kişinin kendini tanıma hâlinin bir sonucuysa toplumsal değişmenin esası da dilsel kategoriler üzerinden toplumun öztanımına göz atmasıdır denilebilir; sözkonusu tanımın geçerliliğinin tasdiki veya yeniden yapılması, toplumsal dünyanın ne yönde değişeceğini belirleyecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder