23 Ocak 2016 Cumartesi

Ortodoks Mitolojilerde Antagonistik Düzenlilik Fikri


I.

Şöyle efkâr içeren bir gerçek var: Çokca din kavramıyla karıştırılan şeriat kavramının muhtevası esası itibariyle aklîdir ki akıl sahiplerine teklif edilmesinin anlamı da budur zaten. Aklen olgunluğa ermemiş ya da dünyayı aklın kelepçelerinden azade seyreden kişiler -bir eksiklikten değil, muhtaç olmamalarından ötürü şeriatlarla muhakeme edilemezler. Bunlar sonuç tabi, sebepse farklıdır: Şeriat olgusunun aklî olmasının sebebi, akıl olgusunun tarihselliğidir ki şeriat hükümleri de tarihseldirler. Din olmasına rağmen şeriatla sınırlanan İslâm, Kudret-i Mutlak ile ifade bulan Vacib'ül Vücud'a karşı değişmez bir teslimiyet hükmünün zaman-ötesi akıp gelmişliğiyken şer'î hükümler İsa'da başka, Musa'da başkadır. Din ve şeriat aynı şeyden ibaret olsaydı zaten, hükmen yasaklanmış olan ensestin (Âdem'in çocukları), şarabın (İsa), kısasın gerektirdiği biçimde cinayetin diyetinin ödenmemesinin (Musa) veya diğer bir sürü tutarsızlığın "akıl sahipleri" için hiçbir bağlayıcı niteliği olmayacaktı. -Ama "akıl sahipleri için" bağlayıcıdır.

Muhakeme sorunları, hakikatin akıl-üstü doğasına rağmen şeriatın bildiriminin akıl-dışılığa sarkmasıyla neticelenir: Vahyin aklı aşan meselleri, akılla sınırlananlar için -yani rasyonel bakış için dümdüz, kronolojik, tarihsel ve neden-sonuç ilişkileriyle kurulmuş "hikâyeler"e indirgenir. Bu çokca yanlış anlaşıldığı gibi bir muhafazakârlık sorunundan ötede bir ortodoksi sorunudur aslında. Muhafazakârların da hepsi ortodokstur ama ortodoksi kanı daha fazla cesede can verir. Her ikisi de rasyonelleştirilmiş sürü eğilimi pratikleri içinde "dünyaya gelmeyi saldırıya uğramak" sayarak sağduyudan başka hakk tanımaz olmakla birlikte ortodoksi sağduyuyla yüzeysel çatışmalar içeren farklı pratikleri de içerir -yani daha derin çürümüşlüklerin kalıntılarıyla parlatılan bir vitrini vardır. Mesela ortodoksinin XV. yüzyıldan itibaren yerleşik hâle gelmeye başladığı Orta Anadolu'nun zihniyet yapısı karakteristiktir -Ankara ve çevresi (Kırıkkale, Kırşehir), Yozgat, Niğde, Kayseri, Konya, Sivas'ta hüküm süren töre pratikleriyle birlikte dinsellik bütünüyle rasyoneldir (derin donduruculu kavurma bayramları, carnaval de Ramazan, kandil pratikleri, hacılık unvanı ve üniforması, camiyle bütünleşik pazarın ve mülkiyetin kutsallaştırılması, panoptikonik cuma âyinleri vs.). "Günlük yaşamın ritselleştirilmesi" prensibi, doğal olarak kainatın dirimsel ritmine uyumsuzdur: Buralarda iyi dedikleri kötü, doğru dedikleri yanlış, zulüm dedikleri haktır -bu anlaşılınca tarih nasıl da rayına oturur: Yedi düvele karşı savaş uydurması, Avrupa'ya duyulan hınç duygusu, Kürt kıyımı, Kızılbaş katliamları, Ermeni soykırımı lego mantığı içerisinde iman meselesi olarak vicdanîleştirilmiştir bu coğrafyada; kategorik saflaşmanın giderek yoğunlaştığı kırsalda -beklenenin tersine erdemin ve ahlâkın varoluşa ilişkin anlamının tersyüz edilmesi tamamlanır. -Yine de hakkını vermek lazım ki dinsel pratiğin mitleştirilmesi vesilesiyle muhafazakârlığın ayıklayıcı titizliği, ortodoksi içinde sadece belirli bir yöneliş olması sayesinde bazı masallardan uzak tutmuştur "hikâyesini". Fakat bunun anlamı masalsız oldukları değildir, başka masallar öğretirler çocuklarına: -Son üç devletin tarihselliği yönünden anlam taşıyan siyasal kavrayışta milliyetçi ya da kamucu -veya kozmopolit/gölgesi bol mekânlarda türeyen bir mantar türü olarak anarşist/sosyalist sürü eğilimleri, muhafazakârlıkla bütünleşik değildirler muhakkak, ama ortodokslukla bütünleşiktirler -fark bu. Nihayet bu coğrafyanın kaderinde tek bir tanrının hükmü geçer: Common sense. Çünkü "birlik" fikri, orada tam olarak başaşağı duran bir putun gölgesinden ilham olunur onlara: Dayanışma. Bu ihtiyaç, tüm ortodokslar için dünyaya gelmenin saldırıya uğramak anlamı taşımasından ileri gelir.

Bu durumlar bizi ilgilendirmiyor. Bunlar, gündüzü yüceltip geceye ağıt yakmak için gösterilmiyor. Apollon ya da Dionysos arasında bir tercih meselesi de değil mesele. Çemberin kendini tamamlama eğiliminin ifadesi oldukları için anlayış'ın kavranmasındaki bazı anâsır hepsi. Fakat doğacak güne ekilen umut çiçeklerinin varlığı hesaba katılmaksın batan günü seyretmenin anlık, hüzünlü fotoğrafının parçaları işte. Yoksa giden bir şeye üzülmek, ortaya çıkan boşluğun dolacağı kesinliği içerisinde gelmeye başlamış olan bir şeyi görmemekten olur ancak. -Budalalıktır bu. Amaç gülden güle konan arıyı övüp gübre böceğinin hâline üzülmek, onu eleştirmek değil, -onun da rızkı oradayken yazgısından bize ne? Fakat amaç, uzlaşmaz çelişkiler vasıtasıyla kurulacak bir düzen fikrinin insanmerkezli saçmalıklarla örülü olduğundan hareketle insanın -Nietzsche'nin yanlış yorumlanmasından çıkarıldığı gibi aşılmasıyla değil, oluşuyla ifade bulan kaynağına dönmesi -diyelim "kendine gelmesi" ve bu sayede görebileceği metafizik İmkân'ı sezebilmesi için neyi terk etmesi gerektiğini gösterebilmektir. -Aslında şu da söylenebilir ki bir şeyi terk etmesinden çok daha mühim olan bir yeri terk etmesi, insan olmanın sadece coğrafî ve tarihsel anlamıyla kültüründen ziyade tam olarak konumundan uzaklaşması kastedilmektedir burada. Nietzsche yorumu bu yüzden yanlış denildi: Nihaî-insan "değerleri" edilgin söylemlerle terk ettiği için değil, onları etkin olarak inşâ edecek kendi potansiyelini kavradığı için insan olmayı aşmıştır; yoksa onun ilerleme ve gelişmeyle bunca dalga geçerken insana ileri/kemâlata doğru aşmayı önermesi uygunsuz olurdu. Çünkü o biliyordu ki insan ne zaman yükselmek istese, peşinde ego denilen bir köpeği bulacaktır. Bu böyledir.

Gübre böceğinin yaşam dünyasına dönersek, vahiy ve insan arasındaki ilişkinin iki modeli gösterilmek istenmiştir: Ya vahyin, balarısı örneğinde olduğu gibi eylemin doğallığına içkinliğini kabul edip akla indirgenemezlikle kavranması -ki bu içgüdü dediğimiz, Varlık'ın kendini kendiyle bilme pratiğidir ya da formel aklın yaptığı gibi vahyin aklî kabulüyle pratikte akılsallık ölçüsü içinde kalınması. Üçüncü bir yol var mı? Bu durum, ortodoksinin neden lojik karakterde/arza tepkisellikle üretilmiş bir mitolojiye dayandığının ve doğal olarak onda tüm anlamların neden başaşağı inşâ edildiğinin de biricik açıklamasını içerir: Orada Varlık, kozmolojiye içkin bir düzenlilik vasıtasıyla sürekli kendini tekrar eder; yasa yoluyla, norm yoluyla ve bunların keşfedilmesini sağlayan akıl aracılığıyla ortaya çıkarılan tüm kategoriler, doğa ve insanlar da böylece düzene getirilebilirdirler. Nedir "dayanışma" bir düşünülsün? Nedir üretim yapma ihtiyacı, devlet pratiği, ahlâkî çerçeveler içinde tanımlanmış insanın "sosyal bir canlı" diye nesiller ötesi kodlanmışlığı?

Vahyin şer'î olarak akılla kavranması onun zahirî kabul edilen yüzüyle yetinmeyi gerektirir -ki bu kategorileştirme de "insanın durumu"na aittir. Formel çıkarsamanın -icmanın, kıyasın ötesinde dinsellik bir başka çıkarsamaya izin vermez. Bu durumda vahyin aklî olduğu fikri içinde kalınmak du-ru-mun-da-dır: Hükümler de aklı hesaba katarak -en fazla rasyonel bazı yorumlarla sınırlı anlaşılır. Ensest ilişkinin, şarabın, Hızır'ın ve Musa'nın cinayetlerinin vs. zahirî yorumlamalarda hüküm dışında tutulması da bu rasyonalizasyonun bir parçası olarak anlamlıdır. Bunların vahiyle bildirilmişlikleri dikkate alındığında -kural değil, istisna olarak hüküm dışı tutulmalarının başka bir izahatı da olamaz. Var mıdır? İşte burası, muhafazakâr kültürün de tam olarak peyda olduğu yerdir: Tanrı onlar için hakikati dondurulmuş gıdalar olarak saklar, ihtiyaç duyduklarında tek yapmaları gereken onu buzluktan çıkarıp yeni aklî çıkarımlarına uygun bir biçimde ısıtıp sofraya koymaktır. Başka nedir muhafazakârlık?

II.

İnsan türünün üstünlük iddialarının üzerine düşünen herkes sağduyu üzerine de düşünmelidir: O, doğrunun kendinden menkul doğası üzerine, el ele verilip yükseltilen putlar üzerine... Hümanist düşüncenin iki temel karakteristiği var: Hümanizm, varoluşu insanın zihinsel çıkarsamalarına indirgemektir ve hümanizm, insan olmaklık yönünden bireyin kendi kendine kararlar alıp fiiliyata dökebileceğine inanmaktır -tanrısallığa ihtiyacı yoktur, neyin doğru-yanlış, neyin iyi-kötü olabileceğini akıl yoluyla belirleyebilir bir insana inanır ki Sartre'ın varoluşçuluğu neden bir hümanizm diye tanımladığı buradan açık değil mi?

Şu hâlde bir hümanistin tanrı hakkında konuşup konuşmaması, tanrıya inanıp inanması gibi meseleler herhangi bir önem taşımaz. Çünkü onun tanrı dediği şey de hümanist çıkarsamayla biçimlenmiş bir düzenliliği imlemek için başvurduğu bir soyutluktan ibarettir: İç içe geçmiş dairelerin merkezinde serbest iradesiyle insanın olduğu kozmolojik kavrayışa göre üst daire kozmostur, dairenin dış çeperi de tanrı olur insanbiçimci kavrayışta -balkonda çiçekler ve duvarı boydan boya kaplamış bir sarmaşık... Velhasıl hümanist için öz kendisidir, tanrı çeper. Bu, bazı hümanistlerin tanrıyı insan icadı saymalarının sebebidir, çünkü gerçekten onların tanrı dedikleri de kendi icat ettikleri, kendi doğalarının bir yansıması olarak bu çeperden başka bir şey değildir. Dibi-sonu gelmez zırvalıklar...

Hümanist kavrayış, bir ideolojiden gelir ki bu ideolojiyi doğrudan niteleyecek bir kelime varsa ortodoksidir: İnsanın ayakları altında ona hizmet etmesi gereken bir doğa, bir katman aşağıda tıpkı doğa gibi ehlileştirilmesi gereken düşman kuvvetler, onun da altında çekirdeğe hizmet etmesi gereken, onu sarıp sarmalayıp gelişimine olanak tanıyacak bir kabuk gibi yığınlar vardır. Burjuva ideolojisi olarak hümanizm, doğayı sömürmenin, köle ticaretinin, millî devletin ve kapitalizmin temel direği olmuştur bu yüzden. Biraz dikkatli bakınca "dünyaya gelmeyi saldırıya uğramak" biçiminde kavrayışın bir versiyonundan gelir bu motiv. Bir sürü versiyonu vardır bunun, mesela ilahiyat fikrinin çekirdeği olan iyi tanrı-kötü şeytan ikiliği insana ne hatırlatır?

Tanrı Âdem'i yarattı ve eşiyle birlikte Cennet'te yaşamalarını söyledi. Âdem'e olan haseti yüzünden oradan kovulan İblis, kılık değiştirip tanrının bahçesine girdi ve mutlu çifti ayartıp günaha soktu. Tanrı da hepsini dünyaya gönderdi...

Dünyaya indirilmenin kaynak konumu olan Cennet'in hangi gezegende olduğu gibi sorularla -ki bedenli olarak indirilme sözkonusuysa oksijenin ve suyun olduğu maddesel/mekânsal bir Cennet gibi araçsal unsurlara ihtiyaç olur bu durumda, alâkadar olmayacak Tanrısal eylemin akla indirgenemeyecek bu saf anlatımı, temel toplumsallaşma eğiliminin içerdiği kâr-zarar mantalitesi içinde iyilerden ve kötülerden söz ettikçe ortaya çıkarılan bir keskinlik içerisinde bambaşka bir niteliğe bürünür: Burada, ilahiyatın sıradan zihinlere yerleştirdiği varoluşçu perspektif gereği kıyas kabul etmez tanrısallığın şeytanla bir ikiliğe sokulduğu âşikardır. Bu ikilik sözel düzeyde iyinin ve kötünün, doğrunun ve yanlışın yönelimselliği için bir zorunluluk olarak kavrandığı için şeytana da özerk bir alan açılarak onun tanrıyla rekabeti arasında kalan zavallı insan imgesi, yüceltmenin alt yapısına yerleştirilir. Varoluşçuluğun hümanist karakterini birçok farklı şekilde keşfetmek mümkünse de bu temel anlam içerisinde insanın başta kendini inşâ etmesi ve iyi olanı seçme iradesi, -bir yönüyle tanrı ve şeytana ait ikili varlık alanında üçüncü bir alan anlamı taşıdığı gibi, bütünüyle insan ve hakikat arasında bir zorunlu ilişkinin fikrini de içerir: Hakikat orada -dondurulmuş olarak durur, insanın tek yapması gereken doğru eylemle ona doğru yürümesidir. Oysa insan ve hakikat ilişkisi zorunlu değil, olumsal bir ilişkidir. İşte -ki lojik karakterin her yere sinmişliğinden ileri gelerek, yine aynı şey karşımıza çıkar: İnsan gelişir, ilerler ve bir kemâlata ulaşabilir. Oysa defalarca zikredilip anlaşılması icap eden bir şey vardır; hiçbir şey gelişmez ya da olumlu anlamıyla düşünüldüğü gibi varoluşun akışı eksiklerin tamamlanması, yanlışların giderilmesi şeklinde olmaz; bu, sadece akışa bakan gözlerin kendi hayâl güçleri aracılığıyla kurguladıkları bir anlamlandırma eğiliminin ifadesidir. -Dirimsellik, bir tomurcukla vücuda gelip çiçeğe durduğu zaman "ağaç kendini geliştiriyor" diye anlamaz hiç kimse, ama işin içine çıplak bir gözden daha fazlasını sokup meyve toplayıcı bir gözü ağaca çevirirsek orada olan, meyvelerin gelişim sürecinin bir parçasıdır. Oysa ki kendini insanların meyve ticaretinin hizmetine vakfedeceği düşünülemez olan dirimsellik yönünden mevcut olan sadece kendi akışıdır. Meyve vermeye doğru çiçeğe durmak fikri, belirli bir konumsallık içindeki benliğin kendi çıkarsamasına bağlı bir gözlem biçimidir sadece. -Doğa düzeni, evrensel yasalar gibi isimler nasıl uydurulur ki başka?

Bütün bunlarda anlaşılması gereken incelik şudur: Olgunlaşma, gelişme fikri kadar yanlış ya da eksik görülen her şey de bir bakışın kendini ifade biçimidir. Bu sebeple daha önce söylediğimizi yineleyim ki varoluşçu ilahiyatın bu türden sapmaları da esas olarak bir çok sapmanın devamı ve parçası olmak yönünden -antagonistik çelişkiler değil bütünlüğün unsurları olarak anlaşılması gereken yönelimlerden ibarettirler ve tüm sapmaların nihayeti daireyi tamamlamak içindir ve tüm sapanlarla çember kendini tamamlayabilecektir ve tüm sapkınlık olarak görülenler çember açısından (içsel) doğal ritmik unsurlardır.

Hakikat ileride bir yerlerde dondurulmuş değil, "burada ve şimdi olan"a ya da "içeride ve dışarıda olan"a içkin bir vaziyette sürekli akıştadır. Bu akışta ortaya çıkan kötü de iyiye ulaşmada bir engel olduğu için aşılması gerekeni değil, iyinin ve kötünün ötesinde olan hakikatin akışkanlık modelinin akılca anlaşılması için gereken bir unsuru sadece gösterir. Sadece gösterir...

(Resim: Altın Buzağı İçin Dans, Nicolas Poussin, 1633.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder