24 Şubat 2016 Çarşamba

Düşünümsellik Üzerine-II: Fenomenolojik Özne ve Bilgi

"Başka türlü algılamak, başka bir şeyi algılamaktır."

E. Levinas

I.

Düşünüm ya da refleksiyon, bakışı özneye çeviren bir düşünme yolu. Düşünen özneyi düşünmek. Ancak bu genel tanım her bir düşünümsel modeli eşitlemez: Bourdieu düşünümselliği, bilen özneyi belirleyen koşulları ele alma olarak değerlendirirken Husserl, felsefî kuşkunun bütünüyle sıfırlanabileceği tek nesne olarak cogitasyonu esas almayı kasteder. İlk kullanımı daha net hâle getirmek amacıyla fenomenolojik refleksiyonu ve bu vesileyle öznenin bilgi ile ilişkisini açmak, felsefî ve sosyolojik bir bilgi çözümlemesi amacına binaen, toplumsal bilginin nesnelliğini tartışmak ve onun özne ile ilişkisini açıklamak ihtiyacı vardır.

Toplumsal bilgiyi, toplumsal olgulara ilişkin bir bilme sürecinin parçaları olarak değerlendiriyoruz. Ancak bir özneden söz edildiği an, toplumsal olmayıp doğal olan bir olguyla öznenin ilişkisi olarak ortaya çıkan bilgi de toplumsaldır. Fakat toplumsal bilgi, toplumsal olguların özne ile ilişkisinin bir sonucudur sadece. Bilimsel bilgi diye adlandırılanlar dahil tüm bilgiler inşâ edilmişlikleri itibariyle toplumsaldır yine de. Bilgilerin tamamının inşâ edilmişliğinden kastedilense şudur: Şeyin kendisinden ayrı olarak ona atfedilen nitelikler aracılığıyla şeyin değerlendirilmesidir bilgi. Bu değerlendirme, örneğin bir taşın bilgisi olarak ona atfedilen boy, uzunluk, hacim gibi bütünüyle insanî kategoriler aracılığıyla örülür. Evet, bir uzunluğu vardır ama ölçüsü insanîdir. Bu örgüler neticesinde bir şeye ilişkin bilgimiz, o şeyden bağımsız olarak bir temsiller dizisi olarak zihinde yer alır. Zihnin dışında şeylerin bilgisinin olup olmadığı felsefenin eski bir meselesi olmakla birlikte en genel anlamıyla gerçekçi eğilimler şeyleri var eden tümellerin zihnin dışında ondan bağımsızca var olduklarını, nominalistlerse bunların sadece kelime olduklarını ifade ederler.
Doğal şeylere ilişkin bilginin ötesinde toplumsal olarak ortaya çıkmış şeylerin (toplumun kendi varoluşu ya da ahlâk gibi kurumsal olguların) bilgisi için ne denilebilir? Örneğin, aynı şeye dair her gözün aynı şeyi görmesi beklenebilir mi? Çay bardağı herkes ve her şey için bir çay bardağı mıdır? Yoksa bir çay bardağı ancak onu "çay içme bardağı" şeklinde ortaya koyacak bir temsiller dizisine mi ihtiyaç duyar?Bardak yine cisimsel olarak mevcutsa da onu koklayan bir atı hesaba katarsak yine çay bardağı mıdır o? Temsillerin oluşabilmesi için maddeye ilişkin -boy, hacim, ağırlık vs. genel kategorilerin dışında özel kategorilerin yani göreceli olan; çayı içme faaliyeti, bu içmenin ritüelleşmiş hâlini içeren kültüre ilişkin kategoriler de söz konusudur. Burada etnometodolojinin kavradığı şekilde bir görecelilik doğar: Belirli bir kültür içerisinde o bir çay bardağıdır ama çayla, küçük ya da cam bardaklarla ilişkili olmayan bir kültürde o bir çay bardağı değildir. Bu noktada çay bardağını çay bardağı olarak bilme faaliyeti genel değil, kültürel bir temsiller dizisinin özel sonucudur. Temsilleri var eden şeyleri kategorileştirme tarzıdır ki bu, kültürden kültüre değişkenlik gösterebilir ve bu değişkenlik de doğrudan bilme tarzını değiştirir. Bu sonucun, keskin bir rölativizm olarak mı okunması gerektiği yoksa bilginin var oluş koşulları üzerine -tarihselci bakış gibi bir imkân olarak mı görmek gerektiği bir tartışma konusudur. Ancak esas amaç toplumsal bilgiyi netleştirmek olduğu için bu sonucu sınırlıyoruz: Bir çay bardağından söz etmek o bardağı doğal bir şey olmaktan çıkarıp insanî temsiller üzerinden bir toplumsal bilgi üretmek anlamına gelir. Bu ontolojik farklılaşma modern bilginin doğasına içkindir, denildiği gibi her bilgi, sosyal bir üretimin nesnesidir. Aynı şekilde bilimsel bilgi de bir üretimdir. Ki o bardağın çay bardağı olarak ele alınmadan -yani kültürel göreceliğe bir mesafe konularak bilimsel olarak bilinebilmesi için gereken boy, hacim, ağırlık gibi nitelikleri de insanî olmaları yönünden sadece birer temsile dayalıdırlar. Çünkü boyu ya da hacmi ölçmeye yarayan ölçekler bütünüyle insanîdirler.

Bu durumda bilgiyi -en genel anlamda insan açısından bilen öznenin zihninde mi tanımlamak gerekecektir? Bu yapılırsa her bilgi öznel bir nitelik mi taşır? Bu türden soruların cevaplanabilmesi için nesnelliğin tanımlanmasına ihtiyaç vardır. Şayet nesnellikten kastedilen, şeyin özneden bağımsız olarak kendindeki bilgisi ise bu durumda nesnel bir bilgiden söz etmenin imkânı yoktur, çünkü nesnenin kendiliği hiçbir zaman bilinemeyecektir. Burada modern öncesi felsefeyi bir kenara koymak ihtiyacı doğar -aşağıda Platon üzerinden ifade edileceği üzere modern bilgi ile modern öncesi bilgi tanımlamaları, ontolojik yönelimlerin farklılığı açısından hiçbir şekilde örtüşmez. Rasyonaliteyle beraber kurulmuş bir özne fikri etrafında yeniden karakterize olan modern bilginin, bütünüyle bir üretim olarak kabul edilişi odağa alınırsa, yani bilginin nihayetinde insanî bir temsiller dizisine dayanılarak "şeylerden sökülüp alındığı" kavrayışı kabul edilirse ancak bir nesnel bilgiden söz edilebilir. Bunun içinse sosyal olarak üretilmiş bilgi ile donanmış öznenin bilmesi sorunsalı odağa alınmalıdır. Aksi hâlde çay bardağı belirli bir kültür için öyleyse sadece bardağa indirgenir, sonra bardak olgusunun insanî kültür açısından tarihin belirli bir döneminde ortaya çıkmışlığı itibariyle sadece bir cam kütlesine indirgenir, camın da yine maddesel koşullara insan tarafından yüklenen bir tasnifin ürünü olması açısından salt maddeye indirgenir ki bir at için cam ile kaya arasında bir fark olmayabilir. Şu hâlde çay bardağı yukarıda kastedilen kapsamda nesnel olarak bilinmek istendiğinde hiçbir zaman "bir çay bardağı olarak" bilinemeyecektir. Burada, öznenin bilgi ile münasebeti açısından tanımlanabilmesi gerekir. Zira düşünümsellik (reflexivity) nosyonu, esası itibariyle öznenin bilgi ile ilişkisinin netleştirilmesi amacına dönüktür.

Bu konuda temel bakış açısını ortaya koyabilmek için en genel çerçevede öznenin özerkliği fikirlerini kapsayan fenomenolojiyi değerlendirmek ihtiyacı vardır; çünkü fenomenoloji, bilginin apaçıklığı için refleksiyona müracaat eden bir düşünsel modeldir.

II.

Fenomenolojik açıklama, yaşantı dünyası ve yönelimsellik kavramlarına müracaatla şeyin bilgisini öznenin onu şey olarak bilme eğilimiyle tanımlar. Buna göre bilgi fenomeni ve bilgi nesnesi arasında bir farklılaşma söz konusudur: Şeyi bilme süreci içerisinde bir nesne olarak şey dışarıda kalır ve özne ancak şeyin görünüşüne ulaşabilir. Şeyin görünüşü ile kast edilen tam olarak olgunun/fenomenin kendisidir.

Özne, bilen öznedir Husserl için. Bilgiyi kesinleştirmek için özneden hareket etmek gereğini bu yüzden duyar: Yaşadığı dönemdeki pozitivizm ile ampirizmin ağırlığı dikkate alınınca Husserl'in temel reddiyesini karakterize eden "şeylerin kendisine dönüş" fikri, bilginin kesinliği amacıyla nesnenin özü ile bilinç arasındaki fazlalıklardan arınmayı kast eder. Deneyci ya da duyumsamacı açıklamaların tikeli genele yansıtmak olduğunu, tikel olanın özü olduğu gibi gösteremeyeceğini düşünür. Fenomenoloji her şeyden önce bir bilinç felsefesidir bu sebeple. Bunun anlamı, -Husserlci anlamda fenomenolojinin araştırdığı kesin bilgi için bilinçten hareket etmesidir ki Descartesçı meditasyona müracaatla bilinebilecek tek şeyin düşünen özne olmasından yola çıkar. Husserl, özü araştırmaktadır. Ancak onun söz ettiği öz, Platon felsefesindeki gibi şey'e aşkın olmak anlamında bir ideali ifade etmez; aksine öz, bilince içkindir. Platon felsefesinin -ve onunla ilişkili olarak neoplatonculuğun ve İslâm felsefesi olarak adlandırılan eğilimlerin aktardığı sûdur düşüncesinin temelinde, şeyleri bilkuvve içeren aşkın öz olduğu ve aynı zamanda hakikat olan bu özden tezahür eden gölgesel bir gerçeklik âleminde yaşandığı fikri vardır. Ancak modern öncesi metafizik, modern felsefenin diline indirgendiği için bütünüyle yanlış anlamaların konusu olmaktadır. Özellikle Platonculuğun kartezyen okumaya tabi tutulması sözü edilen aşkınlık karakteriyle özün şeyden ayrıştırılması neticesini doğurmaktadır: Platon için idealar, arketipler olarak değişmeme karakteriyle vardırlar, şeyler ise değişime tabiyetle ancak arketiplerin mümkün formları olarak onların tecrübî hâlidir; yani şeylere ait tikellik vasfı, değişmez olan tümelin İmkân'ına işâret eden bir sonsuzluktur. -Sonsuzluk, ikinci bir alanı, dünyayı ya da başka bir sonsuzluğu yadsır. İdealar dünyası, kartezyenizmin bakışıyla bir ruhlar âlemi değildir; şey, her ân yeni bir sûret ile ideanın tahakkukundan ibarettir. Platon ve Aristo'da öz diye kastedilen şey, Varlık'tır yani varoluşu bir kılan niteliktir. Ya da Fârâbî'nin cüzlere ayrılamayan öz dediğidir. Bunu şunun için belirtiyoruz; her şeyi birbirinin yerine kullanma eğilimiyle, epistemolojik kavrayışın ürünü olan kavramlara müracaat edilirken sanki ontolojik olarak aynı kavrayış söz konusuymuş gibi değerlendirilmektedir. Bu sebeple özcü düşüncenin modern öncesi metafizikten ayrı olduğu gösterilmek için belirtilmiştir.

Özcülük genellemesiyle, iki temel iddia ileri sürülür: Birincisi, şeylerin hakikatini içeren ve genel diye adlandırılan vasıfları içeren/belirleyen -bir şeyi o şey yapan bir özün varlığı fikri; ikincisi de özün varoluştan önce gelip onu gerektirdiği fikri. (Burada metafizik Varlık gibi aşkın bir özden söz edilmemekte, sadece şeyleri aynı sınıfta kategorize etmeye yarayan niteliklerin bütünü kastedilmektedir.) Bilginin geneli gibi öz ve arâz arasındaki bu ayrımın da insancıl olduğu söylenmelidir. Ki şeylerin de özden ayrı olarak ele alınırken bir takım tasniflerle kendi aralarında sürekli bölündükleri fikri ne kadar insancılsa öz ve arâz ayrımı da o kadar insancıldır. Bunun yalnızca bir kavrama biçimi olduğu dikkate alınmadığı (ontolojik bir hakikat olarak düşünüldüğü) taktirde ortaya çıkan bir sorundan söz etmek gerekir: Özcü düşünce, öz ve şeyler arasında bir sınır ya da perde tasavvur eder ve insan bu perdeyi açarak öz ile aynı şey olan hakikati bulur denilmektedir. Öncelikle bu perdenin doğrudan kendisinin insanın bilme biçimi olduğu söylenmelidir: Tıpkı şeyler arasında belirli norm ve kriterler üzerinden yapılan bir tasnifte şeyleri birbirinden ayırmak nasıl mümkün oluyor ve sonra bu imkân bir kurala dönüşüyorsa, öz ve şeyler de aynı şekilde önce ayrıştırılıyor ve bu bir kurala dönüşüp sabite hâline getiriliyor. Erkekle kadın arasındaki farkları belirli şartlardaki herkes bilir örneğin, ancak bu farkların aşılabildiği bir insan kavramı, bu farkları içerir mi? İnsan kavramı bir cinsiyete işâret etmediğine göre mezkûr farklar somut değil, kavramsaldır bu durumda; o zaman erkekliğin özü de salt kavramsaldır. Bu soyutlama devam ettiği takdirde varılacak olan madde ya da ruh gibi tüm tanımlar (özler) nihayetinde birer kavramdan başka bir şey ortaya koyamazlar.

Özcü düşünce temel olarak şunu savlar: "Erkek olarak nitelediğimiz (tikel) bireyler, erkeklik özü itibariyle erkektirler. Bu özden -yani genelden çıkarılan A, B ve C niteliklerini içeren her tikel erkektir." Burada fiziksel, biyolojik, sosyal, zihinsel normlarla oluşturulmuş bir erkeklik özü genel olarak kabul edilir. Özleri gereği; erkekler belirli şekillerde düşünürler, sosyal olarak belirli iş ve rollere sahiptirler, biyolojik ve fiziksel olarak belirli özellikleri vardır. Bu bakış birçok sorunu beraberinde getirir: En kolay görülen sorun toplumsal cinsiyet rolleriyle ilişkilidir; erkek, baba ve aile reisi olarak bazı yükümlülük ve haklarla donatılmış bir sosyal aktörü tanımlarken bu rol, gerçekten onun özü gereği mi böyledir yoksa tarihsel olarak insanların bir arada yaşama deneyimleri bu yönde mi gelişmiştir? Bu tür soruların en kesin cevabını insanın da içinde doğduğu tabiat verir: Bu roller, sosyal olarak inşa edilmiş bir gerçeklik düzleminde gözlenir sadece; erkek atlar ya da erkek timsahlar rol olarak ne babalık ne de aile reisliği yaparlar, bir aile fikrine müracaat etmeksizin sadece dölleme yaparlar. Bu konuda bazı varsayımlar üzerine bina edilmiş teoriler vardır: İnsan yavrusunun gelişme hızının yavaşlığı erkeklerin kadının yanında kalıp gıda ve güvenlik tesis etmesi gereksinmesinin aile kurumunu oluşturduğu gibi. Ancak bu teorilerin özellikleri, mevcut olan sosyal dünyayı bir kesin sonuç olarak ele alıp tarihi bu sonucu doğuracak biçimde "yorumlama" eğilimleridir. Ailenin ortaya çıkışını, salt yabancılaşma olarak okumak ve akıl melekesinin güç organizasyonuna biçim verişi şeklinde şemalandırmak da mümkündür ki bu durumda erkeklik rolünün inşâ edildiği ileri sürülebilir. Aile kurumunun gerçekten insan türünün bir ihtiyacı olarak mı doğduğu yoksa bir güç organizasyonu olarak ekonomiyle ilişkili mi olduğu meselesi, kanıtlarla çözümlenebilecek bir mesele değildir. Burada sadece özcü bakış açısı ve doğallaştırılmış bu bakış açısının izahatının zorunlu olmadığı ifade edilmektedir. Aynı biçimde erkek ve kadınların biyolojik farklılıklarının mevcudiyeti özcü düşünce için erkeklik ve kadınlığın özü olduğuna dair bir delildir. Fakat yine doğa üzerinden bakıldığında insanın cinsiyetlere yüklediği "anlam"ın bütünüyle gerçekliği yansıttığını söylemenin imkânı yoktur. Konu yine insancıllığa dönmektedir. -İnsancıllık meselesiniyse şu önermeyle savuşturmak mümkün değil: Elbette bilgi insancıl olacaktır. Bilginin insancıllığı, insanı bir özne olarak kuran hümanist düşünceye aidiyetiyle modern bir bakışaçısıdır sadece. Ki Sokrates cahil bir köleye sorular sorarak bir geometri problemini çözdürmekle bilginin apayrı bir formda kavranabildiğini göstermiştir.

Şu hâlde bir özden söz etmek imkânı ancak insanî bilme ve kategorizasyon açısından mümkündür. Ki genel anlamda yorumsamacı sosyolojinin, özelde fenomenoloji ve etnometodolojinin sorunu burada salt özne değil, insanmerkezli çözümlemelerinde belirir: Şeyin sınıflandırmasını yapabilmek adına gerekli olan şey'in bilgisinin özne olarak insana göreli değerlenimi öz adı altında kavranmaktadır; Husserl'in şeyi şey olarak bilmek kapsamındaki yönelimselliğiyle bütünleşik okunduğunda şey'in özü olarak görülen şeylik hâlinin insan-merkezli ya da göz-merkezli durumu ortaya çıkar. Burada üç açıklama anılabilir ki ilk ikisi aynı anlayışın iki farklı ifadesidir: Platon öz'ü şey'e aşkın sayar; öz, ideal olan bir tümel (Varlık) anlamına gelir; Aristoteles için öz nesneye içkindir, ideal değil gerçekliği oluşturan geneldir (Varlık) ve Husserl, özü bilince içkin görür, nesneye ilişkin ya da aşkın değildir. Bugün anladığımız ve kısmen de Husserl tarafından anlaşıldığını düşündüğümüz şekliyle özne idesi modern bir kavrayışı yansıtır, yani ki modernliği bir epistemolojik farklılaşma üzerinden okursak modernite tam anlamıyla bilgi meselesini öznel akıl ve nesnel dünya dolayımında kavrama eğiliminin somutlaşması demektir. Modern epistemoloji, bilginin edinimini (metodolojiyi) tartışırken bilginin nesneye içkin olduğu postulasına yaslanmaktadır: Deneycilik ya da duyumculuk gibi pratik felsefeler, bilgiye ilişkin ampirik önkabullere dayanmaktadır. Bilginin nesnede olduğu fikri, salt materyalizm ya da natüralizm meselesi değil, esas olarak bu nesne ile dolayıma girecek özne fikrini ortaya koyması açısından kritiktir bize göre ki bu özne fikri de zorunlu olarak bir özerk akıllla ilişkilidir. Şu halde Platon ve Aristoteles özelinde eski filozoflarla Husserl özelinde modern filozoflar arasındaki temel ayrılığın özün aşkınlığı ya da içkinliği meselesinden evvel özne ve nesne arasındaki dolayımla ilgili olduğu söylenebilir: Bilgi ve onun kaynağı olarak öze dair metafizikçilerin esas söylemi, nesneyi merkeze alan -bir anlamda özneyi çeperde tutan bir tutum içermez; oysa Husserl, tüm modern felsefelerde olduğu gibi bilgiyi nesnede tanımlar ve fakat nesnenin özünün öznede içkin olduğunu belirtir.

Modern epistemolojiyi belirleyen ontolojik farklılaşmayı açarsak; modernlik öncesinde Varlık, varoluşu da içeren bir nitelik (sıfat) olarak kavranmakta, varoluş Varlık'a içkin ancak Varlık, varoluşa aşkın görülmekteydi. Fakat modern bakış açısına göre her şey Varlık'ı içerir, Varlık bir nitelik olarak aşkın değil varoluşa içkindir -zaten bilginin de nesnede görülme sebebi budur. Şu hâlde modern bakışaçısına göre her şeyin bir varlığı vardır; bu da doğal olarak nesnenin varlığı ile öznenin varlığını ontolojik düzeyde eşdeğer görmek neticesini verir ki özne de nesnenin varlığını inceleyerek ona dair bilgiye erişebilir. Oysa modern öncesinde şeylerin bir varlığı olduğu fikri bulunmadığı için -şeyler sadece Varlık'a içkindir, şeylerin bilgisi de ancak ona aşkın olan Varlık'ta içkin olarak bulunmaktadır. Bu nedenle özne-nesne arasında ontolojik düzeyde bir farklılaşma görmeye sebep olacak epistemolojik kavrayış bulunmamaktaydı. Bu kavrayışın bulunmamasının anlamı; nesneyi bilmek için nesneye müracaat edecek bir özne fikrinin olmamasıdır. Öyleyse bilgi neydi? Bilgi, nesnede ya da öznede olmaktan ziyade Varlık'ta bulunan tümele ait aşkın bir niteliktir, onun dışında bugün anlaşıldığı şekliyle nesnenin bilgisi olarak görülen bilgiler de gerçek değil birer yanılsama yani doksadır. Şeyler sürekli değişir ve değişen şeylerin belirli ve sabit bir bilgisi olmaz, ancak onlar hakkında sınırlı ve koşullara bağlı olarak oluşmuş kanaatler söz konusu olabilir. Bu çerçevede örneğin Platon'un bilgi anlayışını modern ontolojik kavrayışa indirgeyerek öznelcilikle nitelemek -ve hatta bize göre indirgeme yapılmayacaksa Platon'u idealist saymak da kesin bir hata olacaktır. Çünkü Platon, tam olarak bugün anladığımız kapsamda bilginin öznel hâlini doksa olarak nitelemekte, gerçek bilgiye erişmek için aşkın olana yönelmek gerektiğini söylemektedir. Gerçek bilginin aşkınlığı, öznel bakış açısını terk etmeyi gerektirir. -Tam da burada Bourdieu'nün öznellik-nesnellik karşıtlığını aşmak gerektiği vurgusu ve bunun için düşünümsellik nosyonuna müracaatı ile doksa konusunu önemsemesini hatırlatarak, bütün bu konuları neden dikkate aldığımızın işâretlerini içermektedir.

Bu nokta itibariyle ele alınınca Husserl'in özneye içkin bilgi kavrayışı, ilk bakışta görüldüğü gibi Platon'unkiyle örtüşmez. Aksine Husserl'in özne fikrini öncelemesi ve ondan hareket etmesi, bu bakışın bütünüyle modern ontolojik kavrayışın ve yani kartezyen epistemolojinin özne-nesne dikotomisini içselleştirmiş bir ürünü olduğunu ortaya koyar. Üstelik Lyotard'ın vurguladığı gibi Husserl'in eidos değerlendirmesi de Platon'un kavram realizmiyle örtüşmez. (Kavram realizmi, tümellerin insan zihninden bağımsız olarak bulundukları ve hiç insan var olmasa bile bu tümellerin var olmaya devam edeceklerini ifade eden bir düşüncedir. -A. Cevizci ) Platon'a göre her şeyin tözü de olan idealar aşkındırlar; doğal olarak analitik anlamda akıl ideaları kavrayamaz. Formel akılla kavranamadığı için tümeller insan zihninden bağımsızdırlar. Husserl açısından öz, bilincin şeylere ilişkin tanımına ulaşmamızı sağlayan değişmez, genel niteliğidir sadece ve mukayese edilirse, -Platon'un aksine o, insan bilinci olmaksızın bir özden söz etmek mümkün olamayacağını söyler. (Lyotard) İnsanı kurucu özne olarak alan Husserl, açıkça metodolojisini Descartes'a dayandırarak iki şeyi ortaya koyar: 1. Fenomenolojinin rasyonalist karakterini, 2. Fenomenolojinin öznelci karakterini. Rasyonalizm, sadece Platon'la mukayese açısından belirtilmekle birlikte şu tartışılabilir: Husserl, fenomenolojinin kesinlikle öznel değil nesnel bilgiyi amaçladığını ve ortaya koyduğunu söylüyorken onu öznelci görmemiz nasıl açıklanabilir? Bunun için Husserl'in yönteminin üzerinde durmak gerekir. Esas olarak Husserl'in refleksiyon yaklaşımını çözümlemek gerekir.

Husserl, bilimlerin temelini oluşturacak bir bilgi anlayışı geliştirmek ister ve bu isteği doğal olarak onu, nesnenin bilgisinin nesneden ayrı olduğu fikriyle onu öznede mevcut gören bir mantıkçılığa götürür. Çünkü bilgi öznede bulunmak bakımından nesneyi "bir şey olarak bilme"nin sonucudur. Bu durumda bilimler için iki yol vardır: İlki zaten bilgiyi nesneden ayırmakla uzaklaştığı yoldur ki bilgi kuramının doğa bilimleri üzerine inşâ edilemeyeceğini yazdığı da dikkate alınırsa, Husserl'in öznede içkin olan öz fikri ile kurduğu radikal eidos düşüncesi ona bilgi için özneden hareket etme gereğini verir. Ki ikinci yol budur; tamamen mantıksal olan kavramların özne açısından anlamını ve aralarındaki ilişkiyi analiz etmek gerekmektedir.

Nesnelliği en genel anlamda bireyin iradesi dışında bir gerçekliğin koşulu olarak ele alırsak öznelliği bireysel olanın genel olduğu durumla niteleyebiliriz. Yani bir bilgi, bireysel olmakla beraber sonuç olarak tikeli değil tümeli yansıtmaktadır. Şu hâlde öznel olan, öznenin iradesine bağlı olmakla beraber genelmiş gibi okunandır. Öznenin bilgisi nereden gelmektedir? Cevizci, Husserl'in bilincin apaçıklığına vurgusunu açarken onun, ampiristlerin bilgiyi tecrübeden edinme yaklaşımlarına benzer olarak bir deneyim şartı koyduğunu belirtir, ancak bu gözlem-deneyimi değil algı-deneyimidir: "Sözcüklerin anlamını açıklayan sözel ve analitik nitelikteki bir bilgiden daha fazla bir şey olan her tür bilginin deneyime, tecrübeye dayanmak zorunda olduğunu savunmuştur. Buna göre, sözel ve analitik bir bilgi, kavramların analizine dayandığı ve deneyime dayanmadığı için, bize yeni bir bilgi vermez. Bundan dolayı, söz konusu analitik nitelikteki bilginin dışında kalan her tür bilgi deneyime dayanmasıdır. Bununla birlikte, o, deneyimi empiristlerden biraz daha geniş bir çerçeve içinde anlar. Deneyimden söz ettikleri zaman, empiristler ya fiziksel nesnelerin tecrübe edildiği duyu deneyini ya da zihinsel fenomenlerin tecrübe edildigi içebakışı düşünürler. Husserl ise, başka bir deneyim türü daha olduğunu savunur. Bu deneyim türünde, fiziksel dünyanın da, zihinsel dünyanın da kapsamı içinde yer almayan belirli varlıklar, bize doğrudan ve aracısız bir biçimde verilir. Duyu deneyindeki doğal nesnelerle, içebakışta söz konusu olan zihinsel fenomenler, birlikte, zaman içinde var olan gerçek varlıkların dünyasını meydana getirir"

Husserl bu gerçek varlıkların (nesnel) dünyasının ötesinde şeylerin özlerinin bulunduğu bir ideal dünya olarak özlerin dünyası olduğunu ileri sürer. Ampiristlerin deneyiminden ayrıldığı nokta burasıdır; onun söz ettiği tecrübe, bu idealar dünyasının doğrudan algısına dayalıdır ki buna kabaca öze ilişkin sezgi demek mümkündür.

Nesnenin özünün sezgi aracılığıyla görülmesinden sonra Lyotard'ın işaret ettiği bir belirsizlik söz konusudur: Mantıksal olan kavramların özne açısından anlamını analiz etme yönelimi, bir psikolojizme kapı aralama olanağına da sahiptir. Şöyle ki nesneye ilişkin eidetik, saf veya ideal bilgi, öznenin bir yönelmişliği neticesinde görünürleştiği için -ve bilgi, mantıksal bir kavram olarak özne açısından bir anlama tekabül ettiği için bu anlamın analizi aynı zamanda bir yaşanmışlığın da analizi olacaktır; bu durumda saf bilgiye ilişkin olan mantıksal sezgi -tıpkı ampirizmde olduğu gibi duyulabilir sezginin üzerine kurulduğu taktirde sonuç gerçekten bu olur ki bu yöntem sonucunda bilgi sadece duyulur sezginin üzerine yansıtılmış bir ideal nesnenin kavranışı olmaktan ibaret olur. Ki bu ampirik ben'i özne olarak merkeze almaktır. Ancak Husserl'in özneyi merkeze almasının anlamı bu değildir. Ona göre ampirik duyular da verilmişler olarak saf bilgi için paranteze alınacaktır. Esas olan mantıksal ilkelerin geçerliliği analizidir ki bu ilkeler eidetik bilgiler olmak bakımında öznededirler ve özne bu bağlamda merkeze alınır. Platoncu özlerin realizmi fikrinden uzaklaşması burada olur ve bu sebeple -öz, yönelmişlik içindeki öznededir dediği ve nesneyi özneye içkin saydığı fikri oluştuğu için idealizme kaydığı değerlendirilmiştir. Ancak şu fark önemlidir, Husserl nesneyi değil nesnenin bilgisini öznede görür ve "o nesneyi diğer nesnelerden ayıran kategorik özellikleri anlamındaki öz"ün öznedeki mantıksal ilke ve yasalar dahilinde olduğunu yani öznenin yönelmişliği açısından "anlamlı" olduğunu söyler.

Lyotard şöyle yazar: "Demek ki bu aşamada, görünüşe göre, empirik ben’i merkez alan bir idealizmle Kant tarzı aşkınsal bir idealizm arasında seçim yapmak zorunda kalırız. Ancak bunların hiçbiri Husserl’i tatmin edemez: birincisi, doğru önermeleri, psikolojizmin onları hiçbir ayrıcalığı olmayan bilinç hallerine indirgemesi yüzünden, anlaşılmaz kıldığı, ve geçerli olanı da olmayanı da hep birlikte o bilincin akışına boca etmek suretiyle, bilimi ve onunla birlikte evrensel kuram olarak kendi kendini de yok ettiği için; İkincisi, somut bilginin reel koşullarını değil, sadece saf bilginin (saf matematik veya fizik) a priori koşullarını açıkladığı için: Kantçı aşkınsal “öznellik”, genel olarak tüm mümkün nesnelerin bilgisini düzenleyen koşulların bütününden ibarettir; somut ben nesne olarak duyulur şeyler düzeyine geri gönderilir (Husserl zaten bu yüzden Kant’ı psikolojizmle suçlar) ve, reel deneyimin, özel bilimsel yasaların geliştirilmesini sağlamak üzere, her tür mümkün bilginin a priori çerçevesine fiilî olarak nasıl girdiği sorusu yanıtsız kalır; tıpkı ve aynı nedenle Pratik Aklın Eleştirisi'nde reel ahlâksal deneyimin saf ahlâksallığın a priori koşullarıyla bütünleşmesinin de -Kant’ın kendi itirafına göre- imkânsız oluşu gibi... Dolayısıyla Husserl, temeli bilginin öznesinde olan bir doğruluk ilkesini korur, ama gerek bu öznenin gerek somut öznenin parçalanmasını reddeder, ve tam bu aşamada Descartes’la karşılaşır."

Burada Husserl'in merkezine aldığı özneyle ilgili olarak bunun, ampirik ben'i özne olarak merkeze alan bir idealizm olmadığının bir açıklaması vardır: Önermelerin ampirik duyular aracılığıyla oluşmuş bir bilinç hâline indirgenmesi durumu söz konusu olursa bu, psikolojizm olacaktır. Yani, doğru önermeler geneldir ve geçerlidir oysa ampirik duyular aracılığıyla edinilen önermeler tikeldir ve bunlardan hareketle oluşacak bilinç hâline göre vardırlar. Lyotard'a göre Husserl bundan sakınmakta ve ampirik ya da somut ben'i değil, aşkın ben'i esas almaktadır. Bu yöneliş de Husserl'in yönteminin Kantçı bir aşkınsal idealizm olduğu fikrini vermektedir. -Kant'a göre bilgiyi var eden yargılardır: Nesnel dünya kendinde şey (numen) olmak bakımından hiçbir zaman bilinemez, ancak bilgi ancak şey'in görünüşü olan fenomenin bilinmesidir ki duyular aracılığıyla edinilmiş izlenimlerin kategorileştirilmesinden ibaret bir bilgidir bu. Şeyler hakkındaki bilgimiz ancak akılsal olan a priori formlar aracılığıyla oluşabilir. Bu sebeple şeyin, nesnenin ve kavramın varoluşu da öznenin varlığı koşuluna bağlıdır. Bu, var olmayı öznenin bilmesine bağlamak itibariyle nesneyi, özneye içkin kılma olarak idealizmdir; özne de nesneye aşkındır. Öznenin algılayan yönü ampirik-bendir ancak düşünüp yargı üreten yanı (a priori-saf olmak bakımından) aşkınsaldır: Saf aklın yargısı -tıpkı matematikte olduğu gibi nesneye tabi değildir, a priori bir yargıdır -çünkü nesneyi içerir zaten; ancak aklın yargıyı oluşturacak bilgisi nesneye tabidir. Bu durum Kant'ın özneyi de tıpkı şeyler gibi numen-fenomen ikiliğine sokmasının da bir nedenidir. Fenomenal özne, duyularla elde ettiği kavramlar aracılığıyla bilinebilirdir ancak kendinde şey olarak özne bilinemezdir ve bu da bilinebilir öznenin, aşkın öznenin nesnesi olması demektir. Bu noktada Husserl'e göre bilinebilir özne olarak somut ben'in duyulabilir şeyler düzeyinde görülmesi, nesneleştirilmesi iki yönden sorunludur: İlk olarak öznenin parçalanması ikinci olaraksa nesneleşmiş öznenin bilgisinin psikolojizme dayanması. Bilgi nesnesinin ve öznenin aynı ontolojik düzeye indirilmesi, öznenin bilgiye aşkınlığını ortadan kaldırır ve bu durumda bilginin öznede içkinliği kaybolacağı için en başa tekrar dönülür. Öznenin parçalanmasıysa bilinemeyecek aşkın bir özne ortaya koyarak yine bilgiyi bilinemeyecek hâle getirmek olacaktır.

Husserl'de şeylerin özlerinin nesne oluşturan özne ya da bilen-ben'de olduğu hatırlanırsa bu sezginin yönelimi aşkın ben'edir. İnam şöyle özetler: "Mutlak olan, 'ben'den kaynaklanır. 'Ben', herhangi bir ideal ya da gerçek dünya için temeldir. Bu nedenle, 'ben', dünyasal olan herşeyden önce geliyor. Ben'den çıkan bir dünyaya sahibim."

III.

Hûlasa, Husserl'in idealar gibi görünen özleri (eidos) bir mutlak olarak ele alıp öznede tanımlaması, onun teorik olarak öznelciliği reddetmesine rağmen bir sonuç olarak bilgide özneyi esas aldığını gösterir. -Burada Husserl'in psikolojik olanı ayıklamak ya da paranteze almak suretiyle saf bilinç kavramının teorik anlamda bir öznellik olmadığı fikri makuldür. Ancak Husserl bu saf bilinci veya saf beni, aşkın bir ben olarak tanımlar ve somut ben'den ayırır. -Ki esasen kendisi de Kant'ı özneyi somut ve aşkın diye ayırdığı için eleştirmiş ve bunun, somut ben'i nesnelerle aynı düzeye indirmek demek olduğu vurgulamıştır; bu, bilmenin koşulu olan yönelimselliği ortadan kaldıracağı için bilgiyi imkânsız kılar, çünkü bilinç ve nesne ilişkisi iki dışsal gerçekliğin ilişkisi değildir. Ancak aynısını kendisi de yapar. Yine de ihtiyatla belirtilmelidir ki Husserl'e göre somut ben, aşkınsal ben'den ayrı değildir, bir ikilik söz konusu değildir, somut ben dünyasal verilmişlikleri duyumsayan ben olarak aşkınsal ben ile bütünleşiktir. Eidetik indirgeme vasıtasıyla onun söz konusu dünyasal koşulları dışarıda bırakılır. İnam şöyle der: [Husserl'e göre] Dünyayı belirleyen, biçimleyen, ona anlam veren 'öznellik' olmadıkça insan anlamsızdır. İnsan, empiristlerin sandığı gibi, edilgin bir alıcı, kendinden bir şeyler vermeden bilen değildir. İnsanın 'ben'inin anlam veren özelliği olmadan, ben'in etkin, kendinden veren niteliği olmadan bilgi oluşamaz." Ki zaten Husserl'in yönelmişlik durumu, şeyi bir şey olarak bilme demektir ki bu öznenin bilmesidir.

Husserl, bilgiyi bu şekilde kavradıktan sonra bu bilginin edinimi için bir dizi işlemi ortaya koyar. Bütün olarak fenomenolojik yöntem bu işlemlerden oluşur ve amacı, öznenin saf bilgiye ulaşabilmek için, saf bilinçte (ben'de) bulunan özleri sezgi yoluyla-doğrudan ve apaçık olarak görmesidir. Özlere ulaşmak için yapılan eidetik indirgeme rölativizm olarak nitelediği tarihselci bakış açısının değişim koşullarıyla oluşan verilmişlikleri paranteze alarak değişmez olanı ortaya çıkarmayı amaçlar. Bu sayede dünyasal olan zorunsuzluk dışarıda bırakılır, zorunlu olana yönelinir. Waldenfels özü şu şekilde betimler: "Öz, ani bir sezginin armağanı/takdimi [Geschenk] değildir, aksine imajinatif bir varyasyon veyahut değişim sürecinde, yani farklı tecrübe koşullarının ve bağlamlarının sürekli hareketinde, değişim-siz olarak tutunan şeydir. İdealleştirme, formelleştirme ve genelleştirme süreçlerinin işlediği durumlarda, idéalité vardır."

Bunun için ilk aşama refleksiyondur; öznenin düşünen özne olarak kendini nesneleştirmesi. Husserl'in refleksiyon edimi kuşkuyu gidermek için cogitasyona yönelme işidir. Düşünen öznenin faaliyetini görme aracılığıyla özne, kesin olarak bilebileceği bir şeye tutunmuş olur. Şu söylenebilir: Husserl'in değişimin dışında görmek açısından tarihsel olmadığı için esas kabul ettiği saf bilinç, onun nitelemesiyle mutlak olmak ve mutlak olan özleri bilmek yönünden çözülememiş bir problemin odağında durmaktadır. Bu mutlak ben'in, tamamen değişimin dışında veya oluşumun ötesindeki aşkın varlığı Kantçı anlamda bilinemezlik vasfıyla öylece durmaktadır.

Kaynakça

Cevizci, A. (1999); Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yay., 3. Baskı, İst.

Husserl, E. (2007); Kesin Bilim Olarak Felsefe, TFK Yay., 2. Baskı.

Husserl, E. (2015) Fenomenoloji Üzerine Beş Ders, BilgeSu Yay.

İnam, A. (1995) Edmund Husserl Felsefesinde Mantık, Vadi Yay.

Lyotard, J. F. (2007) Fenomenoloji, Dost Yay.

Waldenfels, B. (2010) Fenomenolojiye Giriş, Avesta Yay.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder