12 Şubat 2016 Cuma

Düşünümsellik Üzerine Bourdieu Okumaları-I:Özne ve Öznelleşme

"Sosyoloji bizi hürriyet yanılsamasından, daha doğrusu, yanıltıcı özgürlüklere duyulan yanlış inançtan kurtararak özgürleştirir. Özgürlük verili bir şey değil, bir fetihtir ve bu kolektif bir fetihtir. Ve insanların küçük bir narsisistik libido adına, gerçeklikleri olgunlaşmamış bir şekilde inkar etmekten teşvik alarak, yeniden kendine mal etme çalışması pahasına, kendilerini özgür özneler olarak hakiki bir şekilde -en azından biraz daha fazla- oluşturmalarına olanak tanıyabilecek araçlardan mahrum bırakabilmesine teessüf ediyorum."

Pierre Bourdieu

I.

Alain Touraine (Modernliğin Eleştirisi'nde) modernleşme olgusunu -çokça görmek istediğimiz yönden koparılamayacak ancak onu bütünleyecek bir şekilde akılcılaşma yanı sıra öznelleşmeyle birlikte okur. Rasyonalizmin ve onun belirlediği bilgi anlayışının fayda ve haz sahipliğini öne çıkaran bireysel ve kolektif örgütlenmenin temel ilkesi olduğunu vurguladıktan sonra modernliği tamamlayan -ya da büyüyü bozan ikinci çehre olarak öznelleşmeye bakar; ikisi, Rönesans ve Reform gibi esasen aynı anda ortaya çıkmaktadırlar: Bilginin bir nesne üzerinden ele alınması doğal olarak bu bilgiye bir özne atfedilmesini de gerektirir ki Descartes'ın cogitosunun getirmiş olduğu felsefî ilke de zaten burada anlam kazanır.

Öznelleşme meselesi, Adorno ve Horkheimer'ın akıl konusunu tarihselleştirmeleri kapsamında "araçsal akıl" vurgularının hayatî önemini de göstermek yönünden dikkat çekicidir: Bir icat olarak özne fikri; modernite (toplumsallık), kapitalizm (ekonomi) ve demokrasi (siyaset) arasındaki dolayımlı ilişkinin merkezinde yer alır. Bu ilişki, doğal yaşamda bir türsel kabiliyete indirgenemeyecek olan aklın tarihselliğini açtığı gibi, insanın doğal dünyayı (gerçekliği, varoluşu) bir tahakküm ilişkisinin nesnesi olarak kategorize etme biçimini ve -Rancière'i anarak "narsist kişilik" olarak birey idesini vücuda getiren sosyal koşulları da görünürleştirir. Moderniteye dair bakışı salt "değerlerin değişimi" üzerinden bir ladinîleşme sorunu olarak ele alma yanılgısının açmazı da burada yer alır: Nihayet, aklî çıkarımlara ve onlarca ortaya konulmuş kategorik bilme süreçlerine karşı bir eleştirel tutum olmadıkça, -bir şeyin modern olup olmaması özelinde söylenirse şeylerin tarihselliklerinin değerlendirilmesine yabancılık, doğal olarak "hakikat", "gelenek", "medeniyet" gibi kavramlar üzerinden modernliğin yeniden üretimine kapı aralayacaktır. Araçsal akıl, yapılandırılmış bilgi tarzı ve öznelleşme (bu bireyleşme demek değildir), modernitenin inanç olgusunun belirleyenlerini karakterize ettiğinin göstergelerini sunar. Bu göstergelerin okunma çabası, öznelliklerin içinden gerçekleştiği oranda bir şey kesindir: Dile getirilecek her şey, o dilin belirlediği sınırlara mahkumdur. Bu sınırlar ise dil tarafından özneye atfedilen bir konumun bakış açısından ibarettir. Anlam'ı üretmek olarak dilin şeyleri fark'lar üzerinden tasnif edişi, modernitenin tasniflerini yeniden üretirken anlam'ın bundan sakınması nasıl mümkün olacaktır?

Kategorik eleştiri gerçekleşmeden böyle bir şeyden söz etmek makûl gözükmez.

II.

Öznelleşme sorununun görünürleşmesi, bilgiyle özne arasında kurulan ilişkinin iki boyutunu da ortaya koymakla mümkündür: İlk olarak "bilginin belirlenmişliği" ve ikinci olarak "öznenin belirlenmişliği" temelinde iki farklı nesnellik düzeyi dikkate alınırsa kontrast oturur. Bu iki düzeyi Bourdieu'nün toplumsal sınıflara ilişkin tespitinden çıkarıyoruz: Bourdieu, toplumsal gerçekliğin okunmasında iki farklı yöntem olduğunu ve bunların da özetle; yapıyı ve onu oluşturan nesnel göstergelerin dağılımının niceliksel değerlendirmesini içeren bakış ile faillerin anlamlandırma düzeneklerini ve onların temsillerini esas alan bakış olduğunu yazar. Bu iki bakışı toplumsal evreni makrokozmik ve mikrokozmik olarak nesneleştirme şeklinde de ayırabiliriz: İlki, toplumsal gerçekliği bireyi karakterize eden bir nesnellik olarak, bireyin gündelik hayatının temsillerini aştığı fikrine odaklanarak; ikincisiyse toplumsal gerçekliğin faillerin ona dair temsillerinden ibaret olduğu bir öznelliğe odaklanarak anlaşılabilir. Bourdieu'ye göre bunlar, güç ilişkilerinin mekaniği ile anlam ilişkilerinin bir hermenötiğinin arasında ortaya çıkan birer alternatiftirler. Fakat düşüncenin ve okumanın bu iki uç arasında bulunma zorunluluğu yoktur. Bu sebeple Bourdieu, her ikisini de hem içeren hem de aşan yeni bir açıklamaya başvurarak yapı ve faili birer kutup olarak ele almak gerekmediğini gösterir. Ancak bunu yapabilmek için yeni bir sosyolojik "alet çantası"na ihtiyaç vardır: Alan ve habitus kavramları, böylesi zıtlıklar dahilinde bilgi konusuna ilişkin olarak özne ve nesne arasındaki zıtlığı da aşma imkânı sunar. (Cogito içinde "Simgesel Sermaye ve Toplumsal Sınıflar".)

Bu imkâna ihtiyacımız, öznelliğin bir problem olarak bilgi konusunu tıkamasından ileri gelir. Touraine'nin gösterdiği anlamda öznelleşmenin tarihselliğini dikkate almayan fenomenolojinin de açmazı da buradadır: Husserl'in kullandığı anlamda fenomenolojik indirgeme verilmişliklerin paranteze alınmasını gerektirirken, tarihle birlikte tüm koşulları da bilgi için paranteze almayı teklif eder. Husserl için temel soru şudur: "Bilgi, kendinde şeyler olarak varolanlara uygunluğundan nasıl emin olabilir, onlara nasıl ulaşılabilir?" Bir şeyin bilgisi ile o şeyin kendinde şeyliği arasında tam bir uyumluluğun olup olmadığı, yani şeyin bilgisinin, şeye dair bilen özne tarafından oluşturulan mantık kuralları, anlamlar ve diğer yüklemelerden bağımsızca bulunup bulunmadığı sorusu merkezdedir. Husserl bu soru için şöyle bir yöntem geliştirir: Öncelikle kendi bilgi nesnesine gerçekten uyan ve bu yönden hiç kuşku taşımayan bir bilgiyi göz önüne almalıyız. Bu fikir onu doğal olarak Descartes'a çıkartır: Cogitasyonun dolaysız kavranması -yani düşünüldüğüne dair bilincin kendi bilgisi veya öznenin kendi zihinsel yaşantısı üzerine refleksiyonu şüphe götürmeyecektir. Şu hâlde düşündüğünü bilen özne ile bu öznenin bildiği düşünme işi arasında kesin bir uyum vardır. Bu uyumu, kendinde şey olan öznenin düşünmesini bilen öznenin apaçık bilgisi olarak tanımlayabiliriz.

Husserl bu ilk aşamayı cevapladıktan sonra çıkarımlar üretip ikinci soruya yönelir: Bilen öznenin kendi bilincinde olanı (cogitasyonu) bilebilmesi içkin bir bilgiye dayalıdır; ancak bilincin dışında olan şeylerin bilgisi özneye aşkın olduğu için bunlar nasıl aynı kesinlik içinde bilinebilirler? Onun amacının "apaçıklık" olduğu dikkate alındığında burada bilgi üzerinden bir içkinlik ve aşkınlık problemi ortaya çıkmaktadır. Bu, fenomenolojik indirgemenin ilk kuralını belirler: Her türlü aşkınlığı dışarıda bırakmak gerekir. -Bu dışarıda bırakmaya psikolojinin kendisini de dahil eder Husserl, düşünen öznenin içerebileceği psikolojik değerlendirmeleri ve nesneleştirmeleri, saf bilginin nesnesi olan cogitasyonla özdeşleştirmemek gerektiğini vurgular. Psikoloji konusu onun içkinliği ikiye ayırmasının sebeplerindendir: Husserl'e göre saf bilgi olarak bilinen cogitasyonun "reel içkinliği", daha geniş anlamda kullanılan içkinliğin özel bir durumudur. Bu sebeple "içkin olan ben'in içinde, aşkın olan dışında" şeklinde bir ayrımı olumlamaz. Şüphe taşımayacak olan içkinlik düzlemini tanımlar: "Reel içkin, kendinden başka hiçbir şeyi göstermediği, kendi 'dışında' hiçbir şeyi 'kastetmediği' ve burada kastedilen şey de tam olarak kendi kendine verilmiş olduğu için kuşku dışıdır." Şu hâlde özne için kesin bilginin nesnesi olan cogitasyon, kendinden başka hiçbir şeye gönderme yapmayan saf bilgi olarak reel içkindir. Bu, verilmiş olan içkin ile onun arasındaki farkı gösterir. Örneğin suyun bilgisi de içkindir ancak o bilgi kendisinin dışında bir şey olan suya gönderme yaptığı için onda ancak genel bir içkinlik söz konusu olabilir. Oysa düşünen özne dışarıda bir şeye gönderme yapmaz. Psikolojik olan da -kendinden başkasına göndermeyen anlamında reel içkin değil, genel içkindir. Genel içkinliğin nesnesi olan genelin bilgisi ve genelin kendisi reel anlamda aşkındır, yani verilmiştir. Böylece Husserl, (yöntemin ayrıntıları şurada yazıldı: Bilmenin Olanaklılığı İçin Metod: Fenomenoloji) saf görmeye saltık olarak verilmemiş her şeyi dışlar.

Konumuz açısından kritik olan bilgi fenomeni ve bilgi nesnesi arasındaki ayrımdır. Bu ayrım saf görmeye konu olan görünüş ile görünen şey arasındaki ayrımdan türer; iki saltık verilmişlik olan görünenin verilmişliği ve nesnenin verilmişliği arasında görmek işi, sadece bilinçte bulunana ilişkin olabileceği için nesnenin kendisine yönelik kullanılamaz. Bu sebeple Husserl için bilgi, bilen öznenin bilgisidir; yani fenomen (şeyin görünüşü olarak) bilinçte bulunandır ve bu, fenomenin şeyi algılayan öznenin yaşantısından ibaret olması anlamına gelmektedir. Sonuç şudur: Bilgi, sadece öznenin bilgisidir ve insan zihninin formlarıyla sınırlıdır, şeylerin kendi doğasına erişemez ya da onları kuşatamaz. (Fenomenoloji Üzerine Beş Ders)

Fenomenolojik sosyoloji ve etnometodoloji, Husserl'in çıkarımlarına dayanarak öznelci bir sosyolojinin yolunu açmışlardır. Bu yol, olgunun bilgisinin öznelci açıklamasına dayanarak şu benzeri soruları sorar: Bir kontak anahtarı modern birey için belirli bir dizi anlamla ilişkili olarak ele alınabilirken uygar dünyayla tanışmamış bir Afrika yerlisi için ne ifade eder? Cevap hazırdır: Şeylerin anlamları, onların bilgilerine bağlı olarak öznelerce inşa edildiği için herkes için aynı değildir. Bu tespit esasında Saussure'ün "anlamın birliği" dediği, göstergelerin belirli anlamlara götürmesinin dilin temel özelliği olduğu açıklamasına itiraz içerir. Buna göre sadece modern insanla bir yerli arasında değil, herkesle herkes arasında bir uzlaşmazlık mümkündür; Derrida'nın kastettiği anlamda göstergeler, başka göstergelere götürür, belirli anlamlara değil. Birçok boyuttan söz edebilme imkânıyla birlikte nihayet toplumsal olgular da ancak özneler tarafından onlara bir anlam atfedilmesi oranında vardırlar veya gerçektirler.

Yukarıda Bourdieu'nün aştığını söylediğimiz bu ilk açıklama biçimini genel olarak fenomenolojik bakış açısı olarak ele almak mümkündür. Bununla birlikte ikinci bakış da yapısalcı diye anılabilecek bakış açısıdır. Bireysel aklın ve onun ürünlerinin bir üstyapı tarafından belirlenmişliği fikrinin en uygun örneğini Mannheim'ın yaklaşımında özetleyebiliriz: Mannheim, Hegelci anlamda tinselliğin bireyi belirlemesiyle Marksist anlamda altyapının kültürü belirlemesi ve bireyin de bu kültür içinde var olmak bakımından belirlendiği fikirlerini sentezler. Bu görüş, bireyin belirli bir konuda düşünce üretme faaliyeti veya seçme ve karar vermek gücü için bağımsız olmadığını, dil aracılığıyla içselleştirdiği kültür tarafından ona verilen bir yöne yönelebileceği fikrini esas alır. (İdeoloji ve Ütopya) Bilen öznenin epistemolojik konumlanışı itibariyle bir cogitasyonu saf görmede olduğu gibi nesneleri apaçıklığıyla bilerek hareket etmediği ve hatta öznel olarak görülecek anlamlandırma süreçlerinin dil vasıtasıyla kategorik olarak belirlenmesi yönünden bir tür dinsel kabul mantığı içinde olduğuna dair değerlendirmeleri (Bilgi ve Belirlenmişlik Sorunu: Modern Bilimin Dinsel Karakteri) içinde yazdık.

Bu konuda öznelciliğe dair eleştirileri özet şeklinde ifade edersek; toplumsal olgulara dair bilginin dil tarafından belirlendiği ve toplumsallaşma sürecinde bu olguların normatif değer yükleriyle birlikte içselleştirildiği, özne fikrinin tözcü söylemine rağmen tarihsel bir inşâ olarak değerlendirilmesi gerektiği, en açık eleştirilerdir. Burada olan esasında bir karşıtlılık üzerinden (yapı ve fail) birbirlerini bütünleyen iki bakış açısıdır. Çünkü ancak bir yapı varsa özneden ve bir özne varsa yapıdan söz edilebilir. Aynı şekilde bir nesnellik imkânını dile getirme doğal olarak nesnellikle bir ilişki anlamında öznelliği üretir.

III.

Bourdieu şöyle yazar: "Belirlenmiş doğuyoruz ve sonunda özgür olmak için çok düşük bir şansımız var. Düşüncesizlikte doğuyoruz ve özne olabilemek çok çok küçük bir şansımız var. Her şeye özgürlük, özne, kişi vs. yakıştırması yapanları; toplumsal eyleyicileri, belirlenimciliğin uygulandığı yollardan biri olan özgürlük yanılgısına hapsettikleri için eleştiriyorum. Ve bütün toplumsal kategoriler içinde özgürlük yanılgısına en meyilli olan kategori entelektüeller kategorisidir; bu, sosyolojik bir paradokstur ve şüphesiz benim çalışmamın entelektüelleri sinirlendiriyor olmasının nedenlerinden biridir aynı zamanda." (Sosyolog ve Tarihçi)

Özgürlüğü, belirlenimciliğin uyguladığı bir yol olarak yanılgı biçiminde nitelemesi açık olarak en başta dile getirdiğimiz gibi Touraine'nin kullandığı kapsamda öznelleşmenin modernliği sorunsalı içerisindedir: Özgürlük bir değer olarak toplumsal dünyada burjuvazi vesilesiyle dolaşıma girmiştir nihayet. Fakat bunun böyle olduğunun bilincinden soyutlanarak onu kitlesel bir değer şeklinde nitelemek, öznelleşmenin de kopamayacağı bir bütün içinde mümkün olmaktadır. Buna en uygun örnek, liberal ekonominin vazgeçilmez öğesi olan sözleşme hakkıdır: Öznel değerler açısından emek piyasası için bir lütuf olarak gösterilen ve emekçi sınıfın içselleştirip söylemlerine yansıttığı sözleşme hakkı, başlangıcı itibariyle işverenlerin/kapitalistlerin bir teklifidir. Kapitalist, sözleşme vasıtasıyla emekçiyi kamunun bir parçası olmaktan çıkararak ona atfettiği bireysellik üzerinden doğrudan muhatap almakla onu, arkasındaki kamu desteğinden mahrum bırakmaktadır. Benzer şekilde özgürlük fikrinin bireysel ya da kitlesel bir değer hâlini alması, bireye/bireylere atfedilen öznelleşme ile birlikte bireyi, sadece otoriteden değil, kamudan ve doğadan da kopararak kendiyle başbaşa bırakmaktadır: Özgür insan, özgür sözleşme demektir, yani özgür sömürü.

Bourdieu'nün bu konuda esas teması, belirlenmişlik içindeki bireyin özgürlüğü bu belirlenmişlik içerisinden anlamlandırmasıdır. -Özgürlük yanılsamasına kapılmaya en fazla temayülün entelektüellerde olması, toplumsal belirlenimin temel yolunun eğitim olmasıyla ilgilidir; iyi eğitim almış ya da okumuş olan entelektüeller, toplumsal dünyaya ilişkin doxalara en çok maruz kalmış kesimi oluştururlar. Üstelik pratikleriyle uyumlu olsun olmasın, entelektüelin epistemolojik farkındalık içinde kendini yerleştirdiği konum, hayatı açısından kolay kolay terk edemeyeceği bir konum olacaktır. Benzer şekilde Foucault da bir bireye değil bir konuma işaret ettiğini vurguladığı öznenin ifade ettiği şeyin bireye ait olmadığını, ancak onun "boş bir yer" olarak birilerince doldurularak ifade edileceğini ve bu hâliyle ifadenin de ancak bir söylem olarak anlam taşıdığını ileri sürer. (Bilginin Arkeolojisi) Bu durum, birey için özgürlüğün ancak ona verili olabilecek bir özgürlük olması nedeniyle paradoks yaratır. Foucault'nun eşcinsellik üzerinden ele aldığı kimlik sorunu buna uygun bir örnek olarak değerlendirilebilir: Eşcinselliğini yaşam tarzı içerisinde konumlandırmak isteyen ve bu yönde bir kimlikle tanımlayan birinin, siyasal iktidardan özgürlük talep etmesi, bu kimliği yaşamanın iktidarın veya toplumun onayına bırakılmasıyla eşzamanlıdır. (Yapısalcılık ve Postyapısalcılık) İktidarın ya da toplumun (-bunlar ayrı şeyler midir diye de düşünmek gerekir) onayına bağlı olan bir varoluşun, bir oluşum olarak özgürlükle uyuşması düşünülebilir mi? Bu durum, bütüncül anlamda "özgürlük talebi" diye nitelediğimiz her duruma ve öznelleşme eğilimlerine uygun bir örnektir.

Bourdieu açısından düşünümsellik kavramının sosyal bilimlerde temel bir tavır üretmesinin karşılığı buradadır: Öznenin belirlenmişliğinden muaf olmayan sosyal bilimci ya da entelektüel, farklı düzeylerde karşılaştığı doxaları toplumsal dünya içinde içselleştirmişliğinin ayırdında olduğunda onlara dikkat ederek nesnesini inşâ edebilecektir. Bourdieu, Sosyolog ve Tarihçi'de bu sebeple sosyoloğu bir judo öğretmeni diye tanımlar: Sokrates dönemi sofistlerine benzettiği söylem üreticilerinin (doksozoflar) gerçeği çarpıtma kapasiteleriyle mücadele edebilmek için toplum tarafından içselleştirilmiş bu çarpıtmalardan sakınmak gerekmektedir. Düşünümsellik nosyonu sosyoloğa kendi belirlenim koşullarını göstermek suretiyle öznenin kendine yukarıda özetlendiği gibi bir inşâ durumu olarak (refleksif) bakmasının imkânını verir. Bu anlamda ona göre düşünümsellik nosyonu, nesnellikten vazgeçip özneye odaklanmak anlamına gelmez; bilen öznenin ayrıcalığını sorgulamak demektir sadece. Onun fenomenolojiye eleştirilerinin temelinde de bu yatar: Bourdieu'ye göre fenomenoloji özneyi bir inşâ olarak görmeyip aşkınlaştırırak ele alır. Bir judo öğretmeni olarak sosyoloğun işi, olguyu nesnel bir biçimde ele almaktır; onu aşkınlaştırılmış öznenin bilme tarzına hapsetmek sofistlerin tuzağına düşmek olacaktır. Öznelerin anlamlandırmasına dayalı bir hermenötik şeklinde inşâ edilecek sosyoloji -Garfinkel ve etnometodoloji bağlamında dile getirilirse sadece açıklamaların açıklamasını içeren sosyoloji, sosyal dünyaya dair bir kayıt hâline gelir diye eleştirirken bu yöntemin her hâlükarda dilsel yapının bir ürünü olacağını vurgular.

Bourdieu sosyal olguların nesnelliğinden, Durkheimcı anlamda onların şeyler olarak incelenmeleri gereğine yaslanarak söz eder: Toplumsal olgular, özneler üzerinde zorlayıcı bir gerçekliğe sahip oldukları oranda nesneldirler. -Ancak onların şeyleşmiş olmaları doğal oldukları anlamına gelmez, mitleri yıkmak dediği şekilde olguların şeyleşmişliklerini kırmak gerekir. Bu durum, onun özneye ilişkin özgürleşme imkânını ancak koşulların tespit edilmesiyle ilişkilendirmesinin sebebidir. Zaten bu onun öznellik-nesnellik ikiliğini aşmasının da besleyicilerindendir: Wacquant, Bourdieu'nün, toplumsal bölünmelerle zihinsel şemaların karşılıklığının oluşumsal bir bağ içinde olduğuna değinerek bireydeki zihinsel şemaların, toplumsal bölünmelerin somutlaşması biçiminde anlaşıldığını yazar. Toplumsal koşulların sürekli tekrarı ve bireyin toplumsal çevre gereğini içselleştirmesi bu şemaların yerleşmesini sağlar. Bu, toplumu açıklayan iki kavrayışın tanımında kullanılan ikiliği de açıklar. Yukarıda toplumsal sınıflara dair değerlendirmesinde Bourdieu'nün iki tür nesnellik düzeyine işaret ettiğinden söz edildi: Nesnel göstergelerin dağılımının değerlendirmesini içeren yapısal nesnellik ve faillerin olguları anlamlandırma düzeneklerinde yer alan nesnellik. İlki alan kavramıyla ve yapıyla, ikincisiyse habitus ve özneyle ilişkilidir. Bourdieu, ikinci tür nesnellik düzeyini, birinci türün somutlaşmış hâli olarak görür. Bunun anlamı, faili belirleyeci koşullar olarak sistemin bireyde habitus olarak somutlaşmasıdır. Şu hâlde habitus olarak bireysel anlamlandırma (bilişsel yapı) ve sosyal eylemler, kendi başlarına öznel olarak ortaya çıkmış birer eğilimi değil, yapının bütünlüğünün somutlaşması olarak anlamlıdır: "Habitustan söz etmek bireysel olnın kolektif olduğunu ortaya koymaktır." -Bu konuda habitus, alan'dan ayrılmaz bir kavramdır: Özgül sermayenin dağılımını içeren alan, oradaki faillerin stratejilerinin belirleyicisidir. Hatta şöyle der: "Alan nosyonu bir sosyal bilimin gerçek nesnesinin birey yani yaratıcı olmadığını hatırlatır". Ancak bu katı bir determinizmi ifade etmez, çünkü yapı da bireylerin habituslarına göre biçimlenmektedir: Yöntem olarak nesnel yapıların çözümlenmesinin mantıksal uzantıları öznel yatkınların çözümlenmesiyle bulunur. O halde hem nesnel kategorileştirmeler hem de bireylerin nesnelliği içselleştirme süreçleri beraber ele alınmalıdır. Bourdieu'ye göre nesnelliğin içselleştirilmesi olan bir öznellik olduğu müddetçe, öznesi yapı olan bir fiilin görünürdeki öznesinden söz etmek gerekecektir. (Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar)

Bu noktada onun, içselleştirilmiş nesnel gerçeklikten hareket etmenin fail-yapı'nın (sistemin) öznesi olmanın koşulu olduğunu ileri sürdüğü söylenebilir. Örneğin belirli bir kültürün öznesi olmak, kültürel olarak nesnel anlamdaki bir gerçekliği içselleştirmeyi gerektirir. Bu içselleştirme gerçekleşmediği takdirde, yani kişi düşünümsellik vasıtasıyla düşünce ve eylem kategorilerinin farkında olduğunda özne, kendi içindeki toplumsalın bilincine varmış demektir ve bu durumda da kendi içindeki dışsallıkla daha az uyumlu hareket edecektir. Kültür onu belirlememiş olur. Çözümleme sayesinde kültür vasıtasıyla içselleştirilen toplumsal bilinçdışı da -ki bu bir anlamda tarihtir, açığa çıkarılabilecektir. Şöyle der bu sebeple: "Biraz biraz düşüncelerimizin öznesi hâline gelebileceğimizi düşünüyorum; insan düşüncelerinin öznesi olarak doğmaz, öznesi hâline gelir; başka araçları da vardır, psikanaliz de var vs. ama bunlar arasında belirlenimlerin bilgisini yeniden sahiplendikçe özne haline geliriz. Böylesi durumda bana söyletilenin tam tersini yaptığımı düşünüyorum."

Özet olarak Bourdieu için toplumsal özneler anlık akıllar değildir. Bunun anlamı, bireyin yapacağı bir şeyi anlamak için etnometodolojinin yaptığı gibi onu harekete geçiren şeyi (anlamı) bulmanın yeterli olmadığıdır, esas olan onda bilkuvve hâlde bulunan yatkınlıkları belirlemektir. Habitus bir kader şeklinde anlaşılamaz, ama toplumsal koşulların içselleştirilmesiyle uyumlu ve sürekli değişip yeni stratejiler üreten bir yatkınlıklar dizisidir. Bu açıdan kritik bir kavramdır: "Habitus kavramının bir çok meziyeti var. Eyleyicilerin bir geçmişleri olduğu, bireysel bir tarihin ürünü olduklarının ve belli bir ortama bağlı bir eğitimleri olduğunu, bunun yanı sıra aynı zamanda da kolektif bir tarihin ürünü olduklarını ve özellikle de düşünce kategorileri, anlayış kategorileri, algı şemaları, değerler sistemi vs. toplumsal yapılar bütününün ürünü olduklarını hatırlattığı için önemli bir kavram." (Sosyolog ve Tarihçi)

Kaynakça

Bourdieu, Pierre (2014) "Simgesel Sermaye ve Toplumsal Sınıflar",Cogito dergisi, S:76.

Bourdieu, Pierre; Chartier, Roger (2014) Sosyolog ve Tarihçi,Açılım Kitap.

Bourdieu, Pierre; Wacquant, Loic (2014) Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar,İletişim Yay.

Foucault, Michel (1999) Bilginin Arkeolojisi, Birey Yay.

Foucault, Michel (2001) Yapısalcılık ve Postyapısalcılık, Birey Yay.

Husserl, Edmund (2015) Fenomenoloji Üzerine Beş Ders, BilgeSu Yay.

Mannheim, Karl (2002) İdeoloji ve Ütopya, Epos Yay.

Touraine, Alain (2002) Modernliğin Eleştirisi, YKY.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder