9 Haziran 2016 Perşembe

Kendini Bil-II: Logos ve Tezekkür

"Dermân arardım derdime, derdim bana dermân imiş,
Bürhân sorardım aslıma, aslım bana bürhân imiş.
Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü,
Ben taşrada arar idim, ol cân içinde cân imiş."

Niyazi Mısrî

Düşünmekle evvelce birileri tarafından düşünülmüş olanı tekrar etmenin aynı şey olduğu yanılgısına bağlı biçimde, düşünmenin en yüksek formu olan tezekkür de -hiç de tesadüfî olmayan bir şekilde "tekrar etmek" olarak kabul görür. Oysa tezekkür, tam olarak öğrenilmiş şeyler nedeniyle zaten düşünme fiiliyle irtibatı kopmuş bir bilinç için düşüncenin hapsedildiği dezenformasyon sağanağından kaçışın biricik imkânıdır: Tezekkür vasıtasıyla bilinç, kaybettiğinin farkında bile olmadığı odağını aramaktan ve tefekkür vasıtasıyla kurabildiği idea-şey-görünüş optiğinden bilgi sûretinde yansıyan kabullerin yönlendirici etkisinin yükünden kurtulur. Çünkü içgörü aracılığıyla bilen ve bilinen ikiliğinin yarattığı özne-nesne çatışmasını ortadan kaldıran tezekkür, inşâ edilmiş anlamları ve yüklenmiş değerleri sıfır noktasında yok etme (fenâ) imkânının adıdır. Bu imkân, ezelî hikmetin çağlar ötesinden gelen "kendini bil" öğüdünün de tohumudur.
Tezekkürün dejenere edilmesiyle uyarlanmış bir formül olan tekrar etme pratiği kendiliğinden menfî olmamakla birlikte dayanağın niteliği belirlediği dikkate alınmalıdır: Tekrar işi, bir tahkikat neticesinde ortaya çıkmış bir doğrulamaya mı yoksa tahkikat olmaksızın taklide mi dayalı olduğuna göre farklı niteliklerle neticelenebilir. -Tezekkür için yalnızca tahkikat neticesindeki doğrulama esas alınabilir. Fârâbî'nin öğretisi üzerinden dile getirilirse tahakkuk ve taklit arasında, tasdik ve tasavvur arasındaki açı mevcuttur. -Bunların bir ve aynı şey olduğu zannı, niteliğin görülmeyen farklılıkları itibariyle birbiriyle ilişkisi olmayan neticeler doğuracaktır: Tahakkuk, zihindeki varlığıyla zihnin dışındaki varlığı arasında şeye ilişkin tam bir mütekabiliyetin bulunduğunun bilinmesi ve böylece bilgi ile şeyin bütünlüğünün onaylanabilmesidir. Taklit ise bu ilişkinin bir sonuç olarak -tecrübe sûretinde değil de bir öncüle göre kabul edilmesidir. -Ki Fârâbî, tahakkukun konusu olan tasdiki bile zorunlu kesinlik içeren tam tasdik ve yanlışa ilişkin olabilecek eksik tasdik diye daha da böler, yakîni tanımlayabilmek için. Şeye ilişkin bilginin zihindeki varlığıyla zihin dışındaki varlığı birbiriyle uyumlu olsa dahi, gerçek bilgi anlamında yakîn (tam ve kesin tasdik) ancak şeyin zorunlu (vâcip) olduğu durumda geçerlidir, mümkünata ilişkin bilgi ise hiçbir durumda böyle değildir. -Esasen buradan yakînin konusu zorunlu Varlık'a ilişkindir sonucu da çıkar ki O'na ilişkin bilme, şeyleri bilme gibi değil ancak tahakkuk iledir.

Eski filozoflar bilgiyi en geniş düzeyde şeylerin ilkelerini bilmeye atıfla kabul etmişlerdir. Bunun dışında şeylere ait bilgiler kanı/doksa olarak görülmüş ve bilgi temelinin bunlar üzerine inşâ edilmesinin -aklın bu kanaatlerle yapılandırılmasının hayatı bir ilüzyon içinde yaşamak anlamına geleceğinde fikir birliği etmişlerdir. Bu sebeple, görülen rüyadan uyanmak veya ölmeden önce ölmek tavsiye edilmiştir ısrarla. Bilginin tek imkânı olarak şeylerin ilkelerinden kasıtsa fenomenolojik anlamda şeylerin oluş nedeni, Logos açısındansa tümellerin bilinmesidir. Bu sebeple bilgelik olarak da kavranılan hikmet (sophia), Logos'un içkinliği hasebiyle "kendini bilmek"ten başka bir yönde herhangi bir anlam ihtiva etmez. Bu sözle "kendilik" olarak işâret edilendeki Logos'un içkin varlığı da değişmez olana atıf yapar, yoksa bireysellik anlamında bir benliğe değil: "'Kendilik' müteal ve baki (permanent) ilkedir ve zuhur etmiş varlık (mesela beşere ait varlık) onun geçici (transitoire) ve arızi bir tahavvülünden (modification), ilkeye hiçbir şekilde tesir edemeyecek bir arazından (mode) ibarettir." (R. Guénon, Vedanta'ya Göre İnsan ve Hâlleri) (Ayrıca bu ifadenin anlamı için: Kendini Bil)

Kelâm'ın yaratılıp yaratılmamışlığı üzerine yürütülmüş tartışmalar hatırlatılarak söylenebilir ki Logos'un (Kelâm'ın) bâkî ya da değişmez ya da yaratılmamış sıfatlarını taşıyan vechi itibariyle müteal ilke olması, Vahdet-i Vücud gibi bir isimlendirmenin de dayanağı olarak her türlü ikiliği aşma ve birleme (tevhid) yöneliminin de merkezinde bulunur. Bu sebeple tezekkür aracılığıyla tecrübe anlamına gelen tam tasdik ile tahakkuk hususunun biraz daha özelleştirilmesi gerekebilir: Rûh ve madde ikiliğini -mış gibi (tahkikî ilimle değil de hüsn-ü zann ile) kabul etmek yerine, tecrübe edilebilir düzeyde kavramak (ilim ile tahakkuk etmek), en azından bu ikiliğin aşılması yönünde bir bilinç hâlinin imkânına özlem duyan kimse için bir problem teşkil eder. Bunun dışında, sözü edilen tahakkuku tecrübe etmiş ya da ettiğini beyan etmiş birilerinin ilmine ve hükmüne tâbi olunabilir ise de bu yol, bizatihî tecrübeyle aynı anlama gelmeyecektir.

Rûh'un tahakkukla bilinmesi ile varolduğunun kabul edilmesi arasındaki farka ilişkinse iki yanılgı durumu mevcuttur: İlk olarak psişik ile manevî olan birbirine karıştırılmaktadır ki "Rûh'un varlığını hissediş" gibi söylemlerde açığa çıkan duygu temelli ya da psikolojik yönlendirmelere kapılmış fikirlerin yanılgısı; ikinci olarak da aklî çıkarsamayla manevî olanı izah etme hatası. Ki ilkeye ilişkin "her şeyin bir başlangıcı olması gerekir" gibi genel çıkarsamaları yeterli bulma ve diğer tümevarımsal yöntemler bu yanılgıya dahildir. "Rûhun varlığını hissetme bilgisi", fikirsel bir çıkarımı yapılandıran bir bilgi olarak zaten güvenilmezdir. Çünkü, Rûh'u salt duygusal bir yapıya indirgemeksizin bu tür çıkarsamaların bir anlamı olmaz. Rûh'u salt duygusal olana indirgemekse Rûh'u parçalayıp sadece duygusal yönden bilinebilir bir düzeye indirmek olur. Bir olgunun manevî mi yoksa psişik mi olduğunun ayrımındaki kriter burada bulunur: Manevî olan parçalanamaz, çünkü mânâ, şeyin kendisinde değil şeyi bilende mevcuttur; psişik olanınsa doğası gereği parçalanabilir olduğu görülür -onun bilenden çıkışı değil bilene gelişi sözkonusu olduğu için farklı parçalarla temas edilir; ruh hâli denilen psikolojik durumun değişimine göre şeyin varlığı biçim değiştirir.

Her iki durum için de, yani hem psikolojik hem de akılsal olan için de şu kesindir: Bilgiye konu edilen şey belirli şartlar dahilinde farklılaşabilmektedirler. Eski filozoflar şunda ittifak hâlindedirler: Değişen şeyin ilmi olmaz! -Onlar hakkında ancak kanaatler, doksalar vardır. Fârâbî açısından yukarıda yazıldığı gibi ilmin konusu mümkünler/şeyler değil, vâcip olan yani zorunlu olandır. Değişmeyeni bilmek için, bu bilmenin yolu ve aygıtları da değişmeyen olmak durumundadır; tarihselliği yönünden akıl ve öznelliği yönünden duygular bu yüzden zorunlu olanı bilmenin ve tefekkür etmenin araçları olamaz. Bundan ötürü, aşkın olana yönelik tezekkürün yolu için kalp metaforuna başvurulmuştur: Değişmeyen, (mukayeseye imkân olmadığından) bir bilgi nesnesi olamayacağı için bir konumda da değildir ve ona giden nesnel bir yol da bulunamayacağı için insanın kesin tasdik ile bilebileceği bir noktadan hareket etmesi fikriyle, olduğunu bilerek onun sahih merkezine atıfla "kendini bilmek"e müracaat edilmiştir. Çünkü kendini bilmek kalbî merkez açısından, bilgi ile oluş'un bir ve aynı şey olduğu düzeydir. Ancak bu düzeye, kalbe dönüş, bir sonuç değil, başlangıçtır: Böylece temyiz yeteneğinin kuvvetine bağlı olarak kendini bilme sürecinde değişen şeyler ve değişmeyen'in farkları ile zorunlu kesinliğe teveccüh gerekir. Bu, cüz'î (mümkün) nefsten küllî (vâcip) nefse doğru bir seyirdir: "Nefsine ârif olan rabbine ârif olur." -Küllî nefs (Logos) ise tasavvufî ıstılahta küllî akıl (İlk Akıl) ve Rûh ile özdeştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder