1 Ağustos 2016 Pazartesi

Amerikan Rüyası ya da Üç Tarz-ı Siyasetin Leitmotifi


Christopher Columbus’un gemileri Bahamalar’a yaklaştığı zaman o yöne bakan yerlilerin onları sahile yanaşana kadar hiç göremedikleri rivayet edilir. Adaların ötesine geçecek bir teknik gelişime sahip olmayan yerlilerin dünyası, herkesinki gibi zihinlerindeki dünya ile sınırlıdır. Tabiatla barış ve uyum içinde yaşama taleplerine uygun olarak zihin kategorilerinde düşmana yer olmayan yerliler için yabancı kavramına da yer yoktur; karşılarına çıkan her şey kendilerinden ve kendileriyle beraberdir. Bu sebeple bir bilinçdışı olarak tarihin içinden fırlayıp gelmiş Beyaz Adam’ı fark ettiklerinde de dostça davranmışlardı. Yaşam dünyalarındaki değer diziliminde tokalaşmanın, sarılmanın yanında pek az bir kıymet taşıyan maddî güzellikleri onlarla koşulsuzca paylaşmışlardı.

Beyaz Adam’ı “Yeni Dünya”ya getirense ihtirastan başka bir şey değildi: İstanbul’un Müslümanlarca alınmış olması ve yerlilerin onları görememesinin aksine, yabancıların kendi dünyalarında göz göre göre yayılıp güçlenmelerinden rahatsızlıkları nedeniyle bir cevap verilmesi gerekiyordu. Bilimsel, teknik ve askerî gelişmeler için tarihin hep diri tuttuğu Akdeniz havzasındaki Müslüman unsurların hâkimiyeti nedeniyle Avrupalılar kıt’aya sıkışıp kalmışlardı. Ticaretin denetiminin olmaması Avrupa’yı bir pazar olmakla sınırlamış ve barbar kavimlerin hareketliliği nedeniyle (Batı) Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden beri durağanlaşan tarımsal üretim oldukça zayıflamıştı. Haçlı Seferleri’nin altında da yatan bu durum, Akdeniz’e ve İstanbul’a set çekildiği için ancak yeni ticaret yolları bulunarak aşılabileceği umudunu ülküleştirmişti. Bu ülkü, Beyaz Adam’ın ihtirasının nesnesinden ibaretti.

Avrupa’nın sıkışıp kalmışlıktan kurtulma umuduyla aldığı tedbirler ve geliştirdiği reçeteler, tarihsel anlamda bir arayış olarak bazı zorunlu sonuçları gerçeklemiştir: Arayışın çerçevesi, bir kültürün, bir yaşam tarzının yok olma korkusu tarafından çizildiği için merkezinde var olma iradesi ve bu iradenin imkânı olarak güç istenci yer tutmuştur. Daha evvel Perslerin Yunanistan’a kadar uzandığı dönem nasıl ki (antik) Yunan tecrübesindeki bilimsel, felsefî ve siyasal yeniliklerin ortaya çıkışını teşvik etmişse Ortaçağlar diye anılan dönemdeki sıkışmışlık buhranı da başka yeniliklere imkân tanımıştır. Modernite sözcüğünün kastettiği yenilik de zaten budur. Arayışın maddî boyutunda Avrupalıların Yeni Dünya’yı ve ondaki sınırsız imkânları keşfetmelerinin altında yatan tekniğin Avrupa’da geliştirilmiş olmadığı gerçeği bu sebeple önemlidir.

Coğrafî keşiflere olanak tanıyan temel bilimsel tekniklerin Avrupa’dan çok önce dünyanın diğer taraflarında biliniyor ve kullanılıyor olması, modernliğin böylesi tekniklerle ilgisi olmasından ziyade bir bakış açısıyla ilgili olduğunu gösterir. Tarkovsky’nin “Kurban” filminde uygarlık eleştirisi yapan karakterin dile getirdiği gibi modernlikte yeni olan mikroskop diye bir şeyin icat edilmesinden çok, “mikroskobun cop gibi kullanılması”dır. Avrupalı bir kâşifi Beyaz Adam yapan, Müslümanlarca ve Çinliler tarafından da kullanılan harita veya pusulanın gelişmişliği değil, fakat onu bu cihazları kullanmaya iten saiklerdir. Yani, araçlarıyla değil amaçlarıyla tanımlanan Beyaz Adam’ı tarih sahnesine çıkaran temel dürtü olan ihtirasıdır. Yeni Dünya’nın yağmalanmasına, Afrika’nın köleleştirilmesine, Mezopotamya’nın talan edilmesine; Hindistan’ın, Vietnam’ın, Kore’nin, Libya’nın, Filistin’in, Mısır’ın, Bağdat’ın, Şam’ın kan deryasına dönüştürülmesine yol açan bu hırstır.

Dünyayı kendi maddî emelleri için gözden çıkaran bu ihtirası paylaşmak, son beş yüz yılda Beyaz Adam’ın tüm insanî birikimi maddî gücün temerküzü için araçsallaştırmasına karşılık aynı amaçlarla bu güce talip olmak ve Bahamalı yerlilerin aksine karşısına çıkan herkesi düşman bilmek bugün Türkiye’de “yerlilik” adı altında savunulsa da bu, tam olarak Beyaz Adam’ın ahlâkıdır ve Amerikan rüyasının ta kendisidir. –Baudrillard’ın ifadesiyle muhayyileyi bile kontrol eden bir kurgusal hiper-gerçek algısı. Modern düşüncenin altında yatan temel olarak modern bilgi, dünyayı geleneksel kavrayıştan uzak bir biçimde yeniden tasnif etmeye dayalıdır ve bu tasnifte benzerlikler, yakınlıklar, müşterekler değil ayrılık ve farklılıklar temel alınır. Bu sebeple Beyaz Adam’ın insanlığın gelişiminin zirvesinde tanımlayıp uygar diye isimlendirdiği kendisinden farklı yaşayanlar için geri kalmışlıktan, az gelişmişlikten, ilkellikten söz edebilmesi; onların insan sözcüğünde aradıkları ünsiyeti görememesi ve farklılıkları öne çıkarmasıyla ilgilidir.

“Arayan aradığını bulur.” Avrupa da aradığını bulmuştur. Buna karşılık Osmanlı Devleti’nin çözülme döneminde, Avrupa sıkışmışlığının oluşturduğu basıncın neticeleriyle yüzleşilmesi tarihin yeni sentezlerini oluşturmaya başladı: Osmanlı modernleşmesi bütünüyle bu sentezin örneklerinden birisi olarak okunabilir. Teknik, bilim ve askerî güç karşısında duyulan zayıflık, galiplerin söylemlerinin içselleştirilmesine yol açtı. İbn Haldûn’un mağlupların galipleri taklide yönelecekleri fikri gerçekleşmiş ve Osmanlı münevveri mevcut sıkışmışlık karşısında siyasal bir çözüm arayışına girerken modern düşüncenin izleklerine başvurmuştur. İslâmcılık, Türkçülük ve Osmanlıcılık, yani üç tarz-ı siyaset; kendini bilen ve kendi gerekliliklerine odaklanan bir toplumsal zeminde değil, karşısındaki güce karşı durmaya çalışan bir zihinsel arayış ile üretilmişlerdir. Bu anlamda hepsi, İsmail Kara’nın İslâmcılık özelinde ifade ettiği gibi modern ve modern oldukları kadar da modernleştirici ideolojilerdir. İslâmlık, Türklük ve Osmanlılık mefkûreleriyle, gerçeği olduğu hâliyle kabul etmenin kemalatı yerine modern bilgiyle kayıtlanmış bir rüyaya dalmışlardır.

Buna en uzak olduğu düşünülebilecek olan İslâmcılık ideolojisinin de kendi söylem araçlarını kurarken Avrupaî siyasal kavrayışın, modern toplumsal düşüncenin bakış açısına yaslandığı ve doğal olarak ulaştığı neticelerin de benzer olduğu aşikârdır. Bununla birlikte Osmanlı Devleti’nin sahneden çekilmesiyle reel etkinliğini yitiren İslâmcılıkla ilişkili olarak ama onunla sınırlanmadan ortaya çıkan muhafazakâr düşünce, cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren İslâmî söylemi araçsallaştırarak millî mücadele dönemi boyunca aleyhtar olunan emperyalist dünyanın yörüngesinde sabit kalmıştır. Siyasal düşüncede modernlik geriye götürülebilirse de muhafazakârların Amerikan rüyasının II. Savaş sonucunda koalisyon güçlerinin galibiyetiyle başladığı söylenebilir. Bu dönem Türkiye tarihi açısından emperyalizme karşı direniş yerine kapitalizme entegrasyon çabasının da görünür olduğu çok partili sisteme geçişi işâret eder. Halkın dayandığı İslâmî değerler 1950’den itibaren demokrasi, serbestlik, özgürlük, ilerleme gibi değerler etrafında yeniden yorumlanmaya başlandı ve bugün, 1980’lerden itibaren ABD siyasetiyle beraber dünyaya yayılan yeni muhafazakâr (neo-con) söylemin unsurlarına indirgendi. Amerikan rüyası, cazibesinden ve çekiminden bir türlü kurtulunamayan bu yörüngede gerçek diye görülenlerden ibarettir. Görülenlerin altında yatan modern değerler birer leitmotif olarak Amerikan rüyasının süsüdürler. Leitmotif, sanatta bir eserin bütünlüğünü anıştırmak maksadıyla sıkça başvurulan belirli temaları imleyen bir terim. Ancak bugün hâkim ideolojik yapının sıkça başvurduğu bu temaların 1950’den beri muhafazakâr siyasetin söylem araçlarını oluşturması bu yüzden tesadüf gibi gözükmemesi yanı sıra ürettikleri eser açısından da bir leitmotif örneği sunmaktadır.

2003 Yılında ABD’nin önderliğindeki koalisyon güçleri Bağdat’ı bombalamak için Türk hava sahasını kullanmak istediklerinde bu rüyadan uyanmak imkânı belirmişti. Muhafazakârlar iktidara yeni geçmişti ve mecliste henüz millîci diye nitelenebilecek isimler mevcuttu. Öyle ki yapılan oylamada TBMM planlanan cinayete ortak olmama yönünde irade gösterdi. Ancak bu, rüyadan bir anlık bir uyanış, bir nevi ihtiyaç molasıydı. “Çuval olayı”yla hatırlatılan stratejik ortaklık bu küçük silkinişle daha da güçlendi. On üç yıl sonra, 15 Temmuz 2016’da yaşanan gelişmeleri müteakip “üst akıl” gibi hiçbir hedef gözetmeyen söylemler aracılığıyla ve yetkili ağızlarca ABD televizyonlarına verilen beyanlarda olayların arkasında ABD’nin görülmediği vurgularında rüyanın devam ettiği anlaşıldı…

Amerikan rüyası nedir? Güvenlikli bir banliyö evi, çocukların eğitim masraflarına ve orta sınıf şartlanmalarına kâfi gelecek bir gelir, evin garajını dolu gösterecek iki araba, sağlık risklerine karşı güvence verecek bir sigorta sistemi, yitirilmemesi gereken konformizmi hedefleyen bir emeklilik… Sadece alt-orta sınıfa mensup Amerikalıların tutunmak istedikleri bir rüyanın ya da sadece onların hayâl ve arzularına karşılık gelen bir konseptin ifadesi midir? Yoksa dünyanın olanca renkliliğine zıt olarak “küresel köy” isimlendirmesiyle zihinlerin tektipleştirilmesinin ideali midir? Herkesin aynı amaçlar için aynı biçimde yaşadığı, diğerleriyle acımasızca rekabete girdiği ve uğruna her şeyi çiğneyip geçmekten sakınmayacağı bir ideal ise mahallelerde milyonerler üretmek isteyenlerin amaçlarından ne ölçüde ayrıdır?

Malûm olduğu üzere ABD’nin kendi başına bir ülke olmanın ötesinde, özellikle I. Savaş’tan beri edindiği misyonla uyumlu olarak değerlendirilirse dünya sisteminin kalbini temsil ettiği söylenebilir. Kapitalist düzenin beyni olan merkez ülkelere ve bedeni olan çevre ülkelere kan pompalayışından ötürü bu böyledir. Yani hem sermayeye hem de emeğe biçim vererek ve böylece başı ve gövdesiyle ayakta tutulmak istenen dünya sistemine jandarmalık ederek onu ayakta tutmak olarak tarif edilebilecek bu misyon ile ABD bir kalbi, sistemin özünü temsil etmektedir. Bu sebeple Amerikan Rüyası da sadece Amerikalıların gördüğü bir rüya olmanın ötesinde başı ve gövdesiyle bütün dünya sisteminin biricik ütopyası ve halkların arzularının şafağıdır.

“Her mahallede bir milyoner yaratmak” mefkûresi vesilesiyle Türkiye’nin de bütünüyle kendini kaptırdığı bu rüya, 1950’den bugüne kadar bitmek bilmez bir arzunun da çerçevesini çizmiştir: NATO’nun bedeli kanla ödenen üyeliğine kabul ile Soğuk Savaş’ta bir taraf olma heyecanından uğruna çöller aşılan, dağlar delinen, köprüler dikilen küresel sisteme entegrasyonun gerektirdiği liberalleşme eğilimlerine; AB kapısında parıldayan bir ışığı kovalama hevesleriyle askerî, ekonomik, siyasal ve toplumsal yapının sınırlarını belirleyen bu çerçeve, Osmanlı’dan kalma Batıcılık düşüncesinin medeniyet değiştirme hülyasının da izlerini taşır.

Amerikan rüyası, peşinde koşanların her fırsatta iddia ettikleri gibi gerçeklikle, reel bir politik tutumla aynı şey değildir; sadece bir uyuşturucu ile onun verdiği hayâllerinden ibarettir ve her rüya gibi o da bir gün bitecektir…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder