9 Ocak 2017 Pazartesi

Saint Augustinius’un “İtiraflar”ı ve Gerçeğin İçselliği

"İnsanlar dağların zirvelerine, denizlerin koca dalgalarına, şelalerin akışına, Okyanusların kıyılarına, gezegenlerin dizilişine hayranlar, ancak kendilerini savsaklamaya devam ediyorlar. Gözlerimle görmediğim tüm bu şeylerden söz etmemi hayranlığa değer bulmuyorlar; oysa tüm bu dağları, bu dalgaları, bu akarsuları, gördüğüm bu gezegenleri, var olduğuna inandığım bu Okyanusu, sanki bakışlarım onları dışarıda boyutlarıyla görüyormuş gibi, içimde belleğimde görmeseydim, onlardan söz edemezdim. Bununla birlikte onları görerek, onları gözlerimle yiyemem; içimdeki bu varlıkların kendileri değil ama imgeleri oluşuyor."

"Ancak alçakgönüllü bir dindarlıkla sana dönülebilir. Sen bizi kötü alışkanlıklarımızdan temizlersin. Sana günahlarını itiraf edenlere karşı bağışlayıcısın. Sen zincire vurulmuş mahkumların iniltilerini duyar ve zincirlerimizi kırarsın. Yeter ki, daha fazlasına sahip olmak duygusuyla kendi iyiliğimizi Yüce İyilik'e tercih ederek daha fazla sahte özgürlük elde etmek amacıyla başımızı dikleştirmeyelim."

"Sen, dünya gözünde güçlü görünenleri utandırmak amacıyla dünya gözünde zayıf görünenleri, dünyanın gözünde önemli görünenleri hiçe indirmek amacıyla da dünya gözünde önemsiz, soysuz ve değersiz görünenleri seçtin."

Saint Augustinius, İtiraflar

Saint Augustinius bir arayıcıdır: İçine doğduğu toplumsal durumun ve bunun mümtaz bir temsilcisi olan annesinin inancına yabancılaştığı ilk gençliğinden itibaren farklı inanç ve bilgi perspektifleriyle ilgilenmiş ve en sonda yine annesinin ona tavsiye ettiği gibi bir yola girmiştir. Galiba onun yazmış olduklarıyla hiç ilgilenmemiş olan ve düzgün çalışan bir aklın ayırıcı vasfını şüpheyle ilişkilendiren Nietzsche için uygun bir örnek vardır Saint Augustinius’un hayatında: Her şeyi reddederek başlayan ve kendi yolunu sıfır noktasından başlatanlar için de ilgi çekici olan bu hayat, “bize Tanrı'yı ve Sözü'nü her yanıyla anlatmaya çalışır” dediği Platonculuğun ve Yeni-Platonculuğun hikmet üzere çizgisinden Mani felsefesine ve Kilise’nin surları etrafına savrulmuş ve sonra gözyaşları içinde yüzleşilen hakikat denizi –olması gerektiği gibi- birdenbire karşısına çıkmıştır.

Akıl ve iman arasındaki ilişki üzerine sağlıklı düşünemeyenlerce “şüphe”nin kendisi hep şüpheli olmuş ve bu şüpheden duyulan şüphe, dejenere olmuşluğuyla işlevini yitirerek, sorgulama eğilimini sakatlayarak imanın bir kabuller dizgesine indirgenmesine sebep olmuş denilebilir. “Soru ilmin yarısıdır” diyen bir rasul, imanın akıl duvarının ötesinde olduğundan haberdardır elbette. Ama ilmin ne olduğuna ilişkin bir tefekkür eşlik etmeksizin akıl ve iman kategorileri nasıl anlaşılacaktır? Aklî şüphenin kalbî nazardaki yeri ve gereği, her şeyden çok hurafeden/inhiraftan koruyucu bir tahkikatı mümkün kılar; taklidi aşmanın bilinen başka bir yöntemi de mevcut değildir…

Saint Augustinius, insanların dil kurallarına ilahî kaidelerden daha çok kıymet verdiklerinden söz ederken iki hatayı kıyaslar; dil kurallarına aykırılık ve tanrısal kurallara aykırılık. Bir insanın diğerlerine karşı nefret dolu olmasına rağmen, dili yanlış kullanan birinden daha az tepki gördüğüne değinir. Bu, sofistlerden beri devam edegeldiği bilinen bir problemdir: Retorik daima hakikatten üstün tutulur çoğunluk tarafından, çünkü hakikat, tahkikat olmaksızın görünmez. Ancak Aziz bu konuda ilginç bir şey söyler: “Sanki dışarıdaki bir düşman, içeriye dolan nefretten daha zararlıymış, ya da ona düşmanlık güden biri ona kendi kendine verdiği zarardan daha ağır zarar verebilirmiş gibi. Şurası kesin: Edebiyat, vicdanda yazılı olandan daha çok içimizde değil. Bize yapılmasını istemediğimiz şeyi başkalarına da yapmamamızı söyleyen vicdanımız kuşkusuz dilbilgisinden daha derin bir şekilde içimizde.

Modern dünyada yapısalcı düşünce tarafından da tekrar edilen bir fikre göre dil ve insan bireyi arasında tek yönlü bir ilişki vardır: Dil, toplumsallaşma sürecinde edinilir ve doğal olarak birey içine doğduğu toplumun değer ve normlarını dil aracılığıyla benimser. Bunun böyle olduğuna şüphe yok ama yapısalcı düşüncenin buradan hareketle “düzen ya da sistem” diye bir yel değirmeni icat edip onun hakkında eleştiri üretmesi, tek yönlü bakış açısındaki noksanlıktan ileri gelir. Gerçekten de Saint Augustinius’un dediği gibi dil, içimizdekinden daha fazla bizde değildir. Yapısalcı düşüncenin hatası, modern dönemde türemiş olan bilinç felsefesine tâbiyetten ileri gelir. Buna göre bilinç, dil aracılığıyla yapılandırılır. Oysa bilinç ve dil dimağda birdir ve hatta dil, bilinci üretemez fakat onun zâhiridir. Bilinç felsefeleri ortak olarak modern akıl teorisine bağlı biçimde bilinci öznede tanımlarlar. –Varoluşçuluğun akıl almaz bir biçimde tasavvufla ilişkilendirilmesi gibi çok büyük hatalar, bu meselenin idrak edilmesini engelleyen bir öznelcilik gayretinin neticesi değil midir?

Zaten Augustinius’un dışarıdaki düşmanın (dil) içeriye dolan nefretten daha önemsiz olduğunu vurgusunun hikmeti de buradadır: Dil ya da onun aracılığıyla bağlanılan toplumsal durum, harici unsurlar olarak içerideki dimağa akan nefret seli kadar yok edici olamayacaklardır. Çünkü dil ile dışarıdakilerin de imgelerini organize eden bir düşünce faaliyeti icra edilmektedir. Dil aracılığıyla oluşturulan düşünceler hakkında şöyle yazar: “Duyulardan imgeler aracılığıyla alıntılamadığımız ancak kendimizde imgelerin yardımı olmadan kendiliğinden gördüğümüz böylesi soyut kavramlara sahip olmak demek, belleğimizin içinde dağınık ve düzensiz bir durumda bulunan ögeleri düşünce yardımıyla toplamaktır. Dikkatin yardımıyla da bellekte elimizin altında bulundurmak ve eskiden dağınık bir durumda gizlenirlerken, bundan böyle şöyle bir seslenişle kolaycana aklımıza gelmelerini sağlamaktır.” Bunu onun kendi yaşamında, kendi toplumunun değerleriyle olan ilişkisi nedeniyle de bir yere oturtmak mümkündür elbet. İnsan bireyi, tıpkı dilin bir tezahür olması gibi toplumsal açıdan ancak bir tezahür olarak anlam taşır. En başından itibaren ifade edildiği üzere; form maddeden önce gelir ve kavramsaldır: Dünya böyle olduğu için biz böyle değiliz, ancak biz böyle olduğumuz için dünya da böyledir. “Kendini bil” sözünün hikmeti de buradadır.

Bu hikmet için Aziz, insanları “kendilerine gelmek” hususunda uyarır: “O gerçeğin hissedildiği yerdedir. O yüreğin derinliklerindedir, ancak yürek ondan uzak yanlış yollara saptı. Günahkarlar, yüreğinize geri dönün; o sizi yaratana bağlanın. Onunla sıkı durun, o zaman sarsılmayacaksınız; onda dinlenin, o zaman huzur bulacaksınız. Bu tehlikeli yollarda nereye doğru gidiyorsunuz? Hoşlandığınız bütün iyilikler ondan geliyor; bu iyilikler ne kadar onunla bağlantılı ise o kadar hoş ve tatlıdırlar. Ancak bu iyilikler acı olabilirler, çünkü onları yaratanı terk ettikten sonra onları sevmek doğru değildir. Neden hala zor ve sıkıntılı yollarda yürümeye devam ediyorsunuz? Huzur, onu aradığınız yerde değildir. Nerede ararsanız arayın ama o aradığınız yerde değildir. Yaşamın olmadığı yerde, mutlu yaşam bulunur.

Dışarıdaki düzen ya da sistemi eleştirerek bireyin yapı içindeki konumunu sistematize edenler, kendini bil sözünü dahi öznel birey açısından anlamlandırmışlar ve onu atomculuğa terk etmişlerdir. Bu fikrin tam zıddında yer alan Varoluşçuluğun da insanın kendi inşâ ettiği fikrinin de açmazı zaten buradadır. Oysa insan ancak Varlık olarak İmkân’ın tezahürüdür ve zaten bu sebeple –tam olarak Varlık’la olan özdeşlik nedeniyle- hiçtir zaten. O, İmkân’ın sûreti olan kalbin dilidir. Kalpte olan ne ise bu, dil aracılığıyla dışsallaşır; tohumdan yalnızca tek bir tür çıkacaktır. Sartre’ın varoluşta bunu fark ettiğini söylemek de mümkün, zira kendini inşâ etme rolünü yalnızca insana bahşeder bu yüzden. Tüm şeyler tohumunun gizini taşırken insan, ne olduğunun iradesine sahiptir ona göre. Varoluşçuluğu tasavvufa yaklaştırmak isteyenler de zaten buradaki tersyüz edilmiş insan imgesini İnsan-ı Kâmil’in tarifi zannederek İnsan-ı Kâmil’in kemâlatının tohumda/özünde/başlangıçta/İmkân’da olduğunu inkârla onu bir gelişimin neticesi olarak okumaktalar.

Kalpte olanın sözüdür her şey gibi insanda olan da: “Ey ruhum, kibirli olma, kendini beğenmişliğin gürültüsü yüreğinin kulağını sağırlaştırmasın. Sen de, kulak ver: Söz kendisine geri gelmen için sana bağırıyor; orası huzuru bozulmamış bir yerdir; orada aşk, kendisi terk etmedikçe terk edilmez.

Tezahür etmiş olanı (ben’i) inşâ edecek bu ben’in açmazı, gölgelere bakarak Güneş’i tanıma çabasını hatırlatır. Saint Augustinius da gerçeği dışarıda, kendinden dışarıda aramanın zilletiyle yıllar geçirdiğinden söz eder. Şöyle der: “Günahım ise şuydu: Zevki, şöhreti, gerçeği onda değil de yarattıklarında,kendimde ve başkalarında arıyordum. Bu yüzden acıya,utanca ve hataya düşüyordum. Şükürler olsun sana, ey mutluluğum, ey onurum, ey Tanrım! Sana yalvarıyorum beni onlardan koru!

Gölgelerde aranılan haz ve gerçeğin değişkenliği, değişmez olana yönelme konusunda sadece oyalayıcıdır. Ama bunlarda insanı çeken bir şeyler olduğunun da farkındadır. Cazibe sahibi bu şeyler, kendi başına var oldukları için değil de zaten gerçek olandan geldikleri için güzeldir. Sokrates’in (Şölen’de) güzellik hakkında söyledikleri hatırlanırsa, güzel olan her şey esasen tek bir güzellik imgesinden geldiği için güzeldir. Güzel olanın hazzına kapılmak da onu güzel kılan nitelikten habersiz kalmak demektir. Bu yüzden bilge kişi, güzel olanla meşguliyetten sıyrılıp güzelliğin kendisine yönelecektir der. Ya da Aristoteles’in haz hakkında dediği gibi, erdemli kişi güzel olana ya da haz verici olana ilgi duymayacak, onu aramayacaktır; erdeme sahip olan kişi zaten onun vereceği hazza ve güzelliğe de sahip olacağı için onu dışarıda ayrıca arama ihtiyacı hissetmeyecektir. Çünkü güzellik dışarıda değildir, dikkatli bakan birisi dışarıda güzel olarak gördüğü şeyin güzel olma niteliğinin zaten kendisi tarafından atfedildiğini görebilir. Öyle olduğu için de insanlar farklı şeyleri güzel olarak vasfederler. Güzelin İlke’si insanda bulunduğu için Türkçede de güzel/gözel, gözle yani görmekle ilgili bir isme sahiptir. Benzer biçimde hoş sözcüğü de aynı anlama gelir ki Yunus’un yaradılanı hoş görmek dediği fiil, bakma ve görme biçimiyle ilgilidir. Onun hoş/güzel olma niteliği bakanın gözünden ileri geldiğinden dolayı, şeyi güzel olarak yaradanın kalpte mukim oluşu hatırlatmasını da içerir: “Yaradandan ötürü”dür çünkü, yani güzelliğin kaynağı kalptedir.

Saint Augustinius da hoşça bakamamanın sağlıklı bir zihnin işi olamayacağına hükmeder. Çünkü bu şekilde düşünmek, insanın hoşlanmadığı şeylerin tanrıdan gelebileceğini inkâr etmeyle neticelenecektir. Bu da onu inkâr etmektir: “Ruhum hoşuna gitmeyenin Tanrı olduğunu söyleyecek kadar cesaret sahibi değildi. Hoşlanmadığı onca şeyin senden gelebileceğini kabul edemiyordu.

Yunus’un ifadesiyle gönülde olanı bilmeyince, yani güzelliğin tüm kaynağı olan gönlü bilmeyince insan güzeli de onu da dışarıda aramak durumunda kalmaktadır. Oysa Şeyh Gâlib de ne güzel anlatmıştır:

"Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen,

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen."

(Kendine “güzel” ile bak ki âlemin özüsün, yaradılışın “gözbebeği” olan âdemsin sen: Gözbebeği gözün gözüdür ve sen zâtın itibariyle tüm yaradılışın özüsün.)

Aziz de Tevrat’ta ifade edilen insanın tanrı suretinde –bir hadise göre de Rahman’ın suretinde- yaratılma meselesini sonradan anladığını söylerken kendi zâtı hakkındaki bilgisizliğinden, kendine yabancılığından yakınır. “Hakikate gittiğimi sanırken ondan uzaklaşıyordum.” der. Bu yabancılık hâlini uzaklaşma diye nitelemesi mühim Aziz’in. Çünkü gerçekten de şeytan için kullanılan “mel’un” yani lânete uğramış ifadesi de uzaklıkla/uzaklaştırılmakla ilgilidir. Ne var ki insanlar şeytanı bir şahıs olarak düşünmek eğilimindedirler, oysa Azazil isminin Allâh’ın el-Muzil ismiyle ilişkisini düşünmek imkânı her zaman açıktır; Niyazi Mısrî Vahdetname’de şeytanın var oluşunu bu ismin tecellisine bağlar. Bu, kötülüğü de tıpkı güzellik gibi dışarıda arama yanılgısıyla ilgilidir. Aziz de önce bu hataya düştüğünden söz eder: Tekli bir ruh diye “monad” kavramına ve kötülüğün kaynağı için de “dyade” kavramına başvurur. “O zamanlar kötülüğün hiçbir şekilde gerçek bir cevher olmadığını ve aklımızın da yanılmaz ve yüce bir iyilik olmadığını bilmiyordum.” der. Oysa sonradan fark ettiğini söylediği gibi “kötülüğün iyilikten yoksun kalmak olduğunu” bilmemekten dolayıdır bu hüküm. Kötülüğü kendine mahsus bir töz ile açıklama hatası, onun dışsal bir karakter kazanmasından dolayıdır. Cehaleti bilgiden yoksunluk olarak tanımlamak gibi kötülüğü de iyilikten yoksunluk saymak gerekir. Aynı biçimde çirkinin de güzel olandan (gözsel nitelikten) yoksunlukla görülmesi gerekir. Neticede kötülük olgusu kendi başına bulunmadığı için mevcudiyeti insanın bilmesine bağlıdır ve esasen tümüyle varoluşla insan arasındaki uyumsuzluğun ifadesidir: “Senin için kötü yoktur, yalnız senin için değil ama bütün evren için de; çünkü onun dışında senin kurmuş olduğun düzeni bozacak ve dağıtacak hiçbir şey çıkmaz. İşin ayrıntısında, bazı ögeler başkalarıyla uyum içinde olmadıklarından,onları kötü olarak sayarız. Oysa bu aynı ögeler daha başkalarıyla uyum içinde olurlar, bu yüzden de iyi olurlar. Bunlar kendilerinden de iyidirler. Kendi aralarında uyum sağlayamayan bu ögelere,rüzgarlarla ve bulutlarla kaplı göğüyle dünya diyoruz.

Güzeli, iyiyi ve özü yanlış yerde, dışarıda aramaktan kurtulan Augustinius, Mesih ve Kudsî Ruh’un adlarını dillerinden düşürmemelerine rağmen kendilerinden bihaber kişilerin zikirlerini de boş gürültü diye anar bu sebeple: “Yürekleri gerçekten sana uzaktı.” Bu sebeple onların sundukları da Ay ya da Güneş gibi güzel olsa da tanrının kendisi değildi, fakat onun eserleriydi. “Çünkü tinsel yaratıkların, gökte parıldayan o ışıklı cisimlerden daha üstündür. Ne var ki ben yaratmış olduğun bu en iyi varlıklar değil, sadece sana, hiçbir değişimin, hatta değişimin gölgesinin bile uğramadığı Hakikate susamıştım.” Azizin bu ifadeleri İbrahim’in yaşadıklarını hatırlatır. Ay’a ve Güneş’e bakıp onların insanın rabbi olduğunu düşünmüş ama battıklarını görünce “Ben batanları sevmem.” diyerek bunlardan uzaklaşmıştır o da. Burada geleneksel sembolizme âşina olanlar bu yıldızların neyi işâret ettiğini kestirebilirler: Ay, lunatiklerdeki baskın gücüyle etkisi yönünden kısa süreli güçlenip zayıflayan duygularla, Güneş ise etkisi daha uzun süreli olabilen akla işârettir. Her ikisi de insan için gelip giden/doğup batan etkiler içerirler. Ki zaten bu sebeple ayn’el yakîn ve hakk’el yakîn’i sembolize etmelerinin anlamı da budur. İbrahim hep içeride aramıştır -haniftir. Onun Ay’ı ve Güneş’i de budur. Ancak teşhisindeki isabet yeterli olmamış ve bunların tezahür olduğunu, ez-Zâhir olmadıklarını sonradan fark etmiştir. Augustinius’un deyişiyle bunların tanrının eseri oldukları, hiç değişmeyenin esas olduğudur hakikat. O konuşup duranların da ne dediklerinin farkında olmadıklarını düşünmesi bu yüzdendir.

Burada İbrahim’in göreneklerle çatışması ve putları kırması meselinin de insansal kurumlar ve taştan heykellerle mücadeleyle ilgisi olmayacağının da farkında olmalı ki Augustinius, insanın belirli bir şekilde davranmasının kodlarını içeren âdetler ve ahlâk anlayışlarında bir hakikat aramak yerine hiç değişmeyene yönelmenin kıymetini anar. Ama bu yöneliş ikincil bir değeri olan çatışmayı doğuracaktır: “Sayesinde İbrahim'in, lshak'ın, Yakub'un, Musa'nın, Davud'un ve Tanrı'yı ağızlarıyla yücelten bütün bu insanların Tanrıca makbul kimseler sayıldığı bu yasanın gerçek içsel adalet olduğunu bilmiyordum: Bu insanlar, insanlığın evrensel ahlak anlayışını kendi çağları ve kendilerini kişisel ahlak anlayışına göre değerlendiren kimseler tarafından haksız bulundular.

Bu durum itibariyle Aziz’in kafasını meşgul eden bir problem, “gerçeğin neden nefret doğurduğu”dur. İnsanların gerçeği söyleyenden neden nefret ettikleri sorusunu gerçekten doğan sevinçle açıklar ve şöyle der: “Gerçek sevgisi öyle bir sevgidir ki,başka bir nesneyi sevenler, bu nesnenin gerçek olmasını isterler. Aldatılmak istemediklerinden, hata yapmak da istemezler. İşte bu nedenle gerçek sandıkları şeyin aşkı uğruna gerçekten nefret ederler. Işığı ışık saçtığı sürece severler, ancak gerçek kendilerini mahkum ettiğinde ondan nefret ederler. Kendilerini kandırdıkları halde kandırılmak istemediklerinden, gerçek kendilerini açıklamaya kalktığın da ondan nefret ederler. Gerçek onlara rağmen istemedikleri şeyleri açıklayarak ve onların gözleri önünde kendini göstermeyerek onları cezalandırmış olur. İnsan yüreği işte böyle kör, korkak, namussuz ve çirkindir, onun için gizlenmek ister, ama hiçbir şeyin kendisinden gizlenmesini istemez. Haklı olarak da cezalandırılmıştır: Gerçekten kaçamaz ama gerçek ondan kaçar. Her şeye rağmen ne kadar zavallı olursa olsun insan yüreği mutluluğu yalandan çok gerçekte aramayı ister. İnsan yüreği her türlü kaygıdan kurtulunca gerçek olan her şeyin özü biricik gerçekte mutluluğu tadacaktır.

Böylece görünürleşen bu çatışmanın altında iki farklı inanç modeli ortaya çıkmaktadır. Aziz’in de yanılgı olarak nitelediği gibi sonsuz uzaya yayılmış bir tanrı imgesi insanların çoğu tarafından benimsenmiştir. Guénon bu sebeple insanların çoğunun anlamadığını söylediği metafiziksel bir sonsuzdan söz eder, tanrı diye. İnsanın kendince vehmedip sarıldığı ve bu inançla dolan yüreği de bir put tapınağı diye niteler Aziz de. Ki İbrahim’in kırdığı putlar da orada değil midir?

Bu putlar (ilahlar) Kur’ân da söz edildiği gibi insana fayda sağlamaz ancak insanı köleleştirirler (Yasin,75). Bu nitelik üzerinden bir genele ulaşıldığında Augustinius’un “soysuzlaşmış bir iradeden” çıkar dediği tutkular ile aynıdır bu kölelik: “Birbirine geçmiş bu halkalardan da beni ağır bir kölelik içinde tutan zincir çıkıyordu.” İnsanın köleleşmesinin başlangıcında sahiplik arzusu olması bir açmazı ya da kısırdöngüyü de gösterir: İnsan sanki sahip olarak efendi olacağı zannıyla doludur ancak köleleşmenin motivasyonu bu değil midir? Aziz, bundan kurtularak özgürleşirken zenginlik ve esenliğe de kavuştuğundan söz eder böylece. Benzer biçimde İbrahim de böylece büyük bil mülkün üzerine oturmuştur: Gerçek iyiliği, kalbindeki putları temizleyerek bulmuştur. Bunun, Ay ve Güneş’ten, dışarıdan medet umma yanılgısından kurtulmak olduğu açıktır ki şöyle yazar: “İyiliklerim kendi dışımda değildi,bu güneş ışığında onları baş gözüyle aramıyordum. Mutluluğu kendi dışında arayanların düşünceleri duman gibi dağılmaya ve görünen geçici şeylerde kaybolmaya mahkumdur, acıkmış hayalgüçleri de sadece görüntüleri yalarlar. Yoksunluklarından yorulsalar da şöyle deseler: Bize gerçek iyiliği kim gösterecek?"

Anlaşılacaktır ki kimse göstermeyecektir, Aziz’in dediği gibi “Ey insanoğlu şimdi kendi kendinle karşı karşıyasın; kendine bak, gör ve söyle bana.” Görecek olansa insanın şahsiyeti değildir, gönlünde olandır veya kişinin tohumunda gizli bir şeydir. Onun gönülde olması, sevginin de oradan fışkırması nedeniyle böyledir: “Gerçeği bilen bilir, gerçeği bilen de ebediyeti bilir. Bunu bilen sevginin kendisidir!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder