10 Şubat 2017 Cuma

Freud ve Uygarlık: Distopya’dan Ütopya’ya Kaçış

"Uygarlığımızda, gereksinimlerimizi daha iyi tatmin edecek ve bu eleştirilere muhatap olmayacak değişiklikleri adım adım hayata geçirmeyi umabiliriz. Ama belki de uygarlığın özünde yer alan ve hiçbir reform çabası ile giderilemeyecek güçlüklerin var olduğu fikrine kendimizi alıştırmamızda yarar vardır."

S. Freud, "Uygarlığın Huzursuzluğu"

Uygarlığın varoluşunu olduğu kadar huzursuzluğunu da açıklamada Eros ile beraber ilk günahın da yönlendirdiği yaşamsal enerjiye (libidoya) odaklanan Freud, bu günahın yerleşik olduğu Yahudi-Hristiyan bilincini/ideolojisini tüm insanlığa yayar. –İnsanlık diye bir tümelin var olduğu iddiası da ona aittir. Buradan hareketle ifade edilebilir ki Freud’un, “Uygarlığın Huzursuzluğu”nda çizdiği tablo şayet doğru olsaydı, şu hükmü vermek kaçınılmaz olacaktı: Romalılar Hristiyanlığı İsa’dan daha iyi anlamış ve bu sebeple resmî din olarak benimsemişlerdir. Modern Avrupa uygarlığının neredeyse hiçbir özsel ilgisi bulunmamasına rağmen sosyal varlığına ilişkin köklerinin antik Yunan ve Helen uygarlığında tanımlanması, gerçekte Yahudi-Hristiyan geleneğinin tersyüz edilmesiyle ortaya çıkarılmış olduğu bilgisini örtmektedir. Yani modern Avrupa tecrübesinde yaşanan buhran, uygar Romalılar’ın ilk günahı benimseyen bir dine girmiş olmalarından değil, İsa’nın “göklerdeki melekut”unu yeryüzünde arama sapmasından ileri gelmektedir. Tarihte ne olmuştu: Romalılar için Hristiyanlığın resmen benimsenmesi, sürekli itaatsizlik sergileyen büyük bir kitlenin kendisini özdeşleştirebildiği bir otoritenin (ekonomik ve askerî) tebaasına dönüştürülmesi… Denilebilir ki Freud, uygarlığın huzursuzluğunu ilk günahı sekülarize ederek açıklar; insanın ataları tarafından işlenen büyük bir günahın yarattığı ve bilinçdışına itilen suçluluk duygusu, modern dünyanın totaliter ve baskıcı rejimleri aracılığıyla açığa vurulan saldırganlığını tetiklemektedir. Bu saldırganlık libidonun yıkıcı yüzüdür ve uygarlığın geleceği de onunla Eros’un yaratıcı gücü arasındaki mücadeleye bağlıdır.

Doğal dünyadan insan beninin kopuşuna ilişkin Freud’un kurguladığı anlatı şöyledir: İlk ataların maymun türüne ait sürü yaşamında iktidarı ele geçiren baba figürü, erkek çocukları sürüden dışlamış ve bir mülkiyet düzeni kurmuştur. Mülkiyet sahasında dişiler, doğurdukları çocukların güvenliği ve refahı için bu düzene boyun eğmişlerdir. Baba katli bu düzenin yıkılışını temsil eden bir olay olarak devrimseldir: Cinsel itkilerin ağırlığı altında bulunan genç evlatlar bir araya gelerek babayı öldürmüşler ve mülkiyetteki bütüncül yapıyı kırarak kendilerine seçtikleri dişilerle aile düzenine geçmişlerdir. Dişilerse aynı sebeplere bağlı olarak çocukları için yeni düzene uyum sağlamışlardır.

Esas olarak insan beniyle id arasında Freud’un gözlemlediği ilişki üzerinden yapılan bir soyutlamadan ibaret olan bu kurguya göre uygarlığın temelinde iki unsur bir arada bulunmaktadır: İlki, baba katilliği ve suçluluk duygusu dolayımında ortaya çıkan yıkıcı enerji; ikincisiyse, dışlanmış evlatların iktidarı ele geçirmek sûretiyle eriştikleri cinsel tatminle temsil edilen Eros. Libidonun iki yüzünü temsil eden bu iki gücün mücadelesi aracılığıyla inşâ edilen uygarlık, suçluluk ve endişenin sebep olduğu bir tatminsizlik ve huzursuzlukla doludur bu yüzden. Bu huzursuzluk, XX. yüzyılın koşullarında otoriter rejimler ve saldırganlık aracılığıyla görünürleşse de özü itibariyle kalıtsal bir “hastalığın” devamı niteliğindedir: Freud, baba katliyle ortaya çıkan suçluluk duygusunun süper-egoyu (üstbeni) var ettiğini ve böylece cezalandırma korkusunun da dini ve ahlâkı ürettiğini yazarak, bir anlamda uygarlığın huzursuzluğunu da buraya bağlamaktadır. İnsan benliğini sürekli baskı altında tutan ahlâk, insanı suç ve ceza ikilemi içerisinde beliren gerilim nedeniyle tatminsizliğe sürüklemektedir. “Üzerinde tam bir denetimin mümkün olmadığı”nı yazdığı id’in sınırsız arzularını bastırması sebebiyle din ve ahlâk ile toplumsal dünya içinde insan (benlik), bir türlü gerçek bir tatmine ulaşamamaktadır.

Elbette Freud açısından din bütünüyle profan ve benin bölünmüşlüğüyle ilişkili bir kavramdır: Üstbenin bilinçdışında soyutlanması demek olan tanrı, tıpkı üstbenin ben üzerinde tam hâkimiyete sahip olması gibi insanın sadece davranışlarını değil, düşünce ve isteklerini de bilebilmektedir. Aynı zamanda öldürülen babanın bakışlarını temsil eden üstbenin suçluluk duygusunu ve günahı var etmesinin anlamı da budur. Hatta Freud’a göre içgüdülerin tatminine yönelik ayartmaları karşısında benin (Azizlerin beninin), üstben karşısında daimi olarak günahkârlık duygusu içinde bulunmasının sebebi de aynıdır. Şöyle der: “[S]uçluluk duygusunun iki kaynağını görüyoruz: otorite karşısında duyulan korku ve daha sonra ortaya çıkan, üstbene karşı duyulan korku. Bu korkuların ilki içgüdülerin tatmininden vazgeçmeyi, diğeri ise, yasak arzuların varlığı üstbenden gizlenemeyeceği için, ayrıca cezalandırılmayı dayatır.

Bu yaklaşım Freud’un içgüdülerin tatmini için babayı öldürerek doğadan kopan benin suçluluk duygusuyla onu yeniden yarattığı ve fakat bir tanrı olarak tasavvur ettiği fikri yönünden Âdem’in cennetten düşüşünden beri kalıtsal olarak devam eden ilk günah inancı itibariyle Hristiyan açıklamasını esas aldığını görünür kılmaktadır ve dolaylı yoldan da olsa Freud bununla uygarlığın huzursuzluğunu Hristiyanlığa mâl etmektedir: İnsan benliğini baskılayan Hristiyan inanç ve ahlâkının da kaynağı olan suçluluk duygusu, modern dönemde tüm yıkıcı enerjiyi (libidoyu) sırtlanmış bir saldırganlık biçiminde devam etmektedir. (Bu nokta, Freud’un Marx ve Nietzsche ile çok güçlü bir temas sağladığı yeri gösterir ki her üç düşünürün de “gerçekliğin tanımı”na ilişkin bakış açıları, neredeyse bire bir örtüşmektedir.)

Bu değerlendirmeler Freud’un baba katli aracılığıyla başlayan uygarlık sürecinin (suçluluk duygusuyla ilgili) bir yarısıyla ilgilidir, bir de (içgüdülerin tatminine erişme olan) ikinci yarı mevcuttur: Dışlanmış evlatlar, bir toteme dönüştürdükleri babanın (üstbenin) imkânlarına/mülküne de el koymuş ve dişilerle aile kurmuşlardır. Ailenin ortaya çıkışı aynı zamanda mutluluk duygusunun, genital cinsellik merkezli bir sınırlandırılmaya tâbi tutulması demektir. Ancak Freud, suçluluk duygusunun gölgesinde gerçekleşen bu içgüdü tatmininin tam olmayacağını ve kaygı üreteceğini düşünür. Bunun toplumsal dünya açısından anlamı ise din ve ahlâkın gölgesinde cinselliğin kısıtlanmışlığı durumudur: “İlk uygarlık aşaması olan totemizmde, cinsel nesne seçimindeki ensest yasağı, insanın cinsel yaşamının tarih boyunca maruz kalmış olduğu en esaslı sakatlanmayı beraberinde getirmiştir” diyen Freud; tabu, yasa ve âdetlerin her iki cinsi de engellediğini ifade eder. Bu durum ona göre nevrozun oluşum koşullarını içerir ki insanın kültür aracılığıyla yaptığı üretimlerinin yanı sıra modern insanın kaygısının kökleri de buradadır.

XX. Yüzyılın başındaki savaşlar, zorunlu göçler, soykırımlar ve bütüncül yıkımın arka planında Freud açısından suçluluk duygusu ile tatminsizlik duygusu vardır özetle. Bu sonuç aynı zamanda bir kaçış planı gibi genital cinselliğin yaşamın merkezinde olduğu bir mutluluk için de yol gösterir. Freud’un modern Avrupa uygarlığını bir distopya olarak tasavvur ettiği söylenebilirse, Jameson’un ütopyaları analizinde kullandığı ideologeme kategorilemesine başvurulduğunda bu distopyanın altyapısında benin mutluluk arayışı, haz talebi ve acıdan kaçışı, üst yapısında bulunan Hristiyan ilk günahı ile baskılanmaktadır denilebilir. Bu baskı, bir özyargılama yoluyla kendini cezalandırma motivasyonu var etmektedir. Mannheim'a da yaslanarak baba figürü karşısındaki muhalefet üzerinden tanımlanırsa bir otoritenin tahakkümü altında biçimlenen mevcut distopyanın ideologemeleri, olası ütopyanın ideologemelerini de belirginleştirir: Freud’un mutluluğu vaadi, kısıtlanmamışlıkla ya da modern siyaset felsefesi açısından negatif özgürlüklerle eşdeğerdedir. Esasen ütopyaları negatif özgürlüklerle tanımlamak uygun değilse de insanın amacı olarak ortaya konulan mutluluğa erişmede karşılaştığı otoriter kısıtlamalar olan dinî ve ahlâkî “baskılama”nın reddi, aklî bir yönelişe sevk olunmak zorundadır. Aklî tasarım ve yöneliş ise bir distopya olarak tasvir edilen mevcut gerçeklik açısından ancak ütopyada anlam kazanır. Freud’un aklî olana değil de içgüdülerin tatminine yöneldiği düşünülebilir mi? Freud’un kendisi de içgüdülerin akıl/ben tarafından manipüle edildiğini ifade ettiği için, içgüdülerin akıl devrede olmaksızın tatmini ancak uygarlığın geri dönüşü veya id açısından mümkündür, benlik bir manipülatör olarak insanın hep arkasından gelecektir –Nietzsche’nin köpeği gibi!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder