12 Eylül 2017 Salı

Pasajlar / Toshihiko Izutsu (Hayâl ve Gerçeklik)

“Görmüyor musun tohumda bütün ağacın var olduğunu ve bütünün, ağacın her bölümünde oluştuğunu? Ağacın bütünü meyvada mevcuttur. Her bölümünde bir tohum vardır, böylece bütün buradadır ve ondan oluşmaktadır. Aynı şekilde bütün âlemler, kâinat "özden" meydana gelmektedir ve asıl da bütünden gerçekleşmektedir. Bütün kâinat bir zerrede vardır…”

Şeyh Bedreddin, “Vâridât”

Çeviri-yorum: a.g.

Dönemin Roma Valisi Pilatus, mahkeme için karşısına çıkarılan İsa’ya Ferisîlerin iddiasını sordu: “Sen Yahudilerin Kralı mısın?” Bu soru, Kudüs’teki Yahudilerin boş inançlarıyla ilgiliydi. Onlara göre bir Mesih gelecek ve Yahudileri zulümden kurtararak onları özgür ve hâkim kılacaktı –aynı boş inanç sonrasında kurtarıcı Mesih’i kabul eden Hıristiyanlarda ve Müslümanlarda kıyametten önce gelip dünyevî hâkimiyeti sağlayacağı biçiminde devam etti. Mesih zaten gelmiş ve insanlara zulümden nasıl kurtulacaklarını izah etmişti oysa.

İsa da hem Pilatus’a hem de kendisine kulak verenlere daha en başından Krallığının bu-dünyada olmadığını/olmayacağını izah etmişti, “Ben [bu-dünyaya] sadece gerçeğe şahitlik etmek için geldim” dedi. Bu ifade Mesih’in (tanrısal) bir göz olarak Varlığa tanıklık etmesi ve böylece bunun gereği olarak şehit edilmesi gibi bir anlama karşılık gelmekteydi. Fakat Hıristiyan avamı şahitlik etmeyi, Müslüman avamı da şehitliği yanlış yorumladıkları için hâlâ dirilecek bir ölüyü beklemekte, böylece dünyevî iktidar hayâllerine malzeme sağlamaktalar. –Bir şahıs olan Mesih’i gömmeleri gerekirken bir hâl olan Âdem’i tarihin karanlıklarına gömen müşterek bir anlayış söz konusudur. Oysa dünya bir iyileşmenin değil, yozlaşmanın giderek yoğunlaşmasının yurdudur; ennihaye mutlak yozlaşma bir sağlığı getirecek, döngü (devr-i daim) yeniden başlayacaktır ki bu süreci temsilen Âdem diye bir isimden (-kişiden değil) söz edilir…

Pilatus’a dönersek, İsa’nın dediğini o da anlamadığı için ona şahitlik edeceği gerçeğin ne olduğunu sordu ama bunu müstehzi bir şekilde yaptığından dolayı İsa’dan bir yanıt alamadı. Aynı diyalogta “Gerçekten yana olanlar sesimi işitecek” demiş olan İsa’yı sadece kendi politik durumu için bir figür olarak gören Pilatus, sözü edilen gerçeğe oldukça uzaktı çünkü. Onun dünyasının gerçekliği, vekâlet ettiği valilik makamının gerekleriyle ilgilidir. Yani “Pilatus’un dünyası”, İsa’nın şehadet ettiği gerçekle değil, kendisiyle ilgilidir. Tıpkı, Ferisîlerin ve insanların çoğunun “gerçek” diye, algıladıkları “kendi dünyaları”ndan söz etmeleri gibi.

* * *

Burada, Toshihiko Izutsu’nun İbn Arâbî, Lao Tzu ve Chuang Tzu üzerine kaleme aldığı bir çalışma olan “Sufism and Taoism: A Comparative Study of Key Philosophical Concepts” (Tasavvuf ve Taoculuk: Felsefî Anahtar Kavramlar İçin Mukayeseli Bir Çalışma) isimli eserinde yer alan “Dream and Reality” başlıklı kısımdaki gerçeklik meselesi değerlendirilecektir. Bu değerlendirmede, bir takım gereklililer sebebiyle yeniden Türkçeleştirilen ilgili metindeki bazı pasajlar yorumlanacak ve anlaşıldığı kadarıyla maksatlar açıklanacaktır.

1.

“ ‘Gerçeklik’ denilen, bizi çevreleyen ve ‘gerçeklik’ olarak saymaya alıştığımız duyulabilir dünya, İbn Arâbî için sadece bir düştür. Şeylerin birçoğunu duyularla algılarız, onları bir diğerinden ayırt ederiz, aklımızla onları bir düzene sokar ve böylece kendimizi çevremize katı bir şeyi yerleştirirken buluruz. İnşâ edilmiş bu şeye ‘gerçeklik’ deriz ve onun gerçek olduğundan da şüphe duymayız. Fakat İbn Arabi’ye göre, ‘gerçekliğin’ bu çeşidi, sözcüğün hakiki anlamında gerçeklik değildir. Diğer bir deyişle, böyle bir şey Varlık (Vücud) olmadığı gibi hakiki de değildir.”

En baştan ifade edilmelidir ki öyle olmasa da duyumsanan gerçekliği, ontolojik olarak tasavvur etmeye meyyalizdir. Yani çevremizdeki ya da içine doğduğumuzu düşündüğümüz gerçekliği, ezelden beri kurulu bir Varlık-sabitesiymiş gibi duyumsarız. Ancak esasen gerçeklik bir algı, yani duyumsama meselesidir.

Her şey, “bir şey olarak” vardır. Bu, şeylerin ancak bir anlam-değer ilişkisi içinde var olabildiklerini, yani var oluşun ancak bir özne-merkezi aracılığıyla anlamlı bir bütün olabileceğini kast eder. Örneğin bir “su şişesi” ancak belirli bir kültürel ufuk içerisinde ve yani ancak belirli bir insan topluluğu için “su şişesi olarak” vardır. Hiç su şişesi veya benzeri bir nesne görmemiş bir yerli veya bir hayvan için o şey hakkında “su şişesi olarak vardır” denilemez. İlerde Izutsu’nun da değineceği üzere bu durum, İbn Arâbî açısından “sembolik varoluş” ile izah edilir: Her şey ancak bir semboldür. Sembol olarak kavrandıklarında şeyler birer sabite olmaktan çıkarlar, ancak onlara yüklenen anlam ile bir değer sisteminde varlık kazanırlar.

Bu, her şeyin bitimsiz bir göreceliğin konusu olduğu anlamına mı gelir? İbn Arâbî açısından bunu söylemek söz konusu değildir. Zira, burada söz konusu edilen mesele, doğrudan “öznel bakış”ın kendisinin ürettiği “anlamı” mutlaklaştırması meselesidir: Yani vehmî ya da izafî olan Varlık değildir. Ancak onu gören öznellik, gördüğü nesnenin kendisine ait bir görünüşüne eriştiğini fark etmez ve gördüğünün mutlak olduğunu tasavvur eder. –Bu, bir şeyi bilmek ile bir şeyin görünüşünü bilmek arasındaki farktır.

(Bu konunun bugünkü kavrama biçimi içinde anlamına değinmek gerekirse gerçeklik, ontolojik ve epistemolojik gerçeklik olarak tasnif edilebilir. Bu vesileyle bilhassa -mesela “kavramların evrenselliklerinin üzerini örtüp onları ‘dışarı’dan edinmeye dair modern sapmalar”da olduğu gibi- öznel/edilgen akıl aracılığıyla üretilen veya benimsenen toplumsal bilgiye ve ona bağlı gerçekliğe de dair bir değerlendirme için bknz: “Tersyüz Edilmiş Dünyanın Bilgisi: Toplumsal Bilginin Mahiyeti Hakkında”.

2.

“Ünlü hadisin bildirdiği, “İnsanlar (bu-dünyada) uykudadırlar, ancak öldüklerinde uyanırlar”a dikkat çeker [İbn Arâbî]:

“Dünya bir illüzyondur, onun hakiki bir varlığı yoktur ve bu, hayâl ile kastedilen şeydir. Hakikatte hiçbir şey ayrı değilken sen; bu saf Gerçeklikten oldukça farklı ve müstakil, özerk bir gerçeklik olduğunu düşlersin… Bil ki senin kendin de bir hayâlsin; algıladığın ve kendine söylediğin her şey, ‘bu, ben değilim’ sözü de bir hayâldir. Öyle ki tüm varlık âlemi, hayâl içinde hayâldir” (“Fusûs'ül Hikem”).”

Söz konusu hadis, bir uyanma fikrini işâret ederken ölümle bedensel kayıtlardan çıkma ve yani, madde olan bedene bağlı olmayan bir idraki de imler. Ölüm bir uyanış olarak tasavvur edildiğinde yaşam bir uyku hâli/rüya olduğu kadar, bir ayrışma da demektir: İnsan yaşam süresince kendini bedeninin ayrılığı nedeniyle Varlık’tan farklı görmekte ve kendini ondan ayırmaktadır. Ölümün anlamı, bu farklılık görüşünün silinmesi olduğu için ve yani tekrar hakiki olana (Varlığa) entegre olunduğunun ayırdına varılması olduğu için “uyanmak”tır. (Entegrasyon bir faaliyeti imlerse de burada maksat, tam olarak eylemsizlik/sükûn hâlidir.)

Varlıkta her şeyin ayrı olmaksızın bütün olması, Varlık’ın bir şahıs ya da nesne değil, fakat bir “nitelik” olması anlamını da görünürleştirir. Varlık bir nitelikse onunla vasfolunmamış hiçbir şey bulunmaz ve bu, Varlık (Vücud) ile Birlik (Vahdet) arasındaki özdeşliğin ifadesidir. –Vahdet-i Vücud düşüncesini panteizmden ayıran nokta da buradadır: Panteizmde Tanrı Varlık’tan ibarettir. Oysa Vahdet-i Vücud nazariyesinde Vücud ile beraber tüm mevcudat, Varlık-ötesi olan (yani varlığa çıkmamış) bir sonsuzluğun İmkân’ı, sonsuzda bir nokta mesabesindedir. İmkân’ı aşan ve aşkın olan, Mutlak Huviyet/Kendi anlamında ona Hû ile işâret edilir ve bu aynı zamanda varlığa çıkmamış olması itibariyle sonsuz potansiyeli kapsamak anlamında Hiçliğe karşılık gelir ki ahadiyet ile o kastedilir.

Varlık ve Birlik arasındaki bu özdeşlik (birlikte teklik: Vahidiyet, ikiliksizlikte teklik: Ahadiyet), Gerçekliğin de tek olduğunu gösterir. Tek olan Gerçeklik ise doğal olarak Varlık boyasıyla boyanıp oluşa gelmiş her şeyin (mevcudiyetin) aslının aynı olduğunu gösterir. -Âşık Veysel’in “Aynı vardan var olmuşuz” sözündeki gibi. Fakat her birinin kendine mahsus bir algı çerçevesi olduğu için bir ikincil-gerçeklik içinde bulundukları anlamına da gelmektedir. Bu ikincil gerçekliğe tasavvufî literatürde “âlem” adı verilir ki on sekiz bin ile sayısız oldukları imâ edilir.

Muhyiddin Abdal şöyle yazar:

“Muhyiddin’em dervişem

Hakk yoluna girmişem

On sekiz bin âlemi

Bir zerrede görmüşem”.

İşte, İbn Arâbî’nin “hayâl içinde hayâl” olarak nitelediği Varlık âlemi bu çokluğa karşılık gelir. Hatırlatılabilir ki bir hadiste “Zerre, küllün aynasıdır” denilir; yani, en küçük parça en büyüğü (bütünü) temsil eder. Ancak bu temsil, onun içerdiği her şeyi içermek anlamındadır. Bu fikir, mikrokozmos ile makrokozmosun özdeşliği demektir ki böylece Varlık bir bütün/kozmos olarak tasavvur edilir. Burada dikkat edilecek bir incelik; parçaların birleşmesiyle oluşan bir bütün değil, parça-bütün ikiliğinin bir illüzyon olduğudur. Ki bu, zerrelerin, kendine varlık atfetme vehmidir. Varlık atfetme vehmi, ikincil-gerçekliği üreten sapmadır.

3.

“O hâlde, gerçeklik yerine koyduğumuz şey sadece bir düş ise; Varlık’ın gerçek formu değil, sadece vehmedilen bir şeyse ne yapmalıyız? Bütünüyle farklı bir dünyanın, hakikaten gerçek olan bir dünyanın arayışında, bu tamamen vehmî dünyanın dışına mı çıkmalıyız, onu hemen terk etmeli miyiz? İbn Arâbî, böyle bir tavır takınmaz. Zira onun görüşünde rüya, illüzyon ya da hayâl değersiz veya yanlış bir şeyi kast etmez, o basitçe ‘hakikaten gerçek olan bir şeyin sembolik yansıması olma’yı kast eder.

Sözde ‘gerçeklik’ elbette hakiki Gerçeklik değildir, fakat bu, onun beyhude ve yersiz bir şey olduğu anlamına da gelmemeli yalnızca. Sözde gerçeklik, bizzat Gerçeklik olmamakla beraber, hayâl düzeyinde belli belirsiz ve göze çarpmayan yansımalardan ibarettir. Diğer bir deyişle o Gerçekliğin sembolik bir temsilidir. Onun gereksindiği tüm şey, genelde rüyalarımızı yorumladığımız gibi düşsel sembollerin ötesindeki durumların gerçek ifadesini elde etmek amacıyla onu uygun bir usulle yorumlama ihtiyacı hissetmemizdir. Yukarıdaki ‘İnsanlar uykudadırlar ancak öldüklerinde uyanırlar’ hadisine müracaat eden İbn Arâbî, Rasul’un bu sözlerle şu olguya dikkat çektiğini ifade eder: İnsanın bu-dünyada algıladıkları onun için, rüya gören birisinin rüyası gibidir ve yorumlanmalıdır.
Bir rüyada görülen şey, Gerçekliğin kendisi değil, Gerçekliğin hayâlî bir formudur. Tek yapmamız gereken de onu orijinal/kökensel ve hakiki durumuna geri döndürmektir. ‘Yorumlama’ (te’vil) ile kastedilen şey budur. İbn Arâbî’ye göre hadisteki ‘ölmek ve uyanmak’ ifadesi, bu mantıkta mânâyı yorumlama işi için metaforik başvurudan başka bir şey değildir.
Bu sebeple burada ‘ölüm’, biyolojik bir vaka anlamına gelmez. O, bir insanın his ve akıl prangalarından kurtulmasıyla gerçekleşen ruhsal bir olayı, fenomenal sınırları aşmayı ve fenomenal şeylerin perdesi üzerinden ötesindeki şeyleri görmeyi kasteder. Bu kısaca, ‘kendini mahvetme’nin (fenânın) mistik tecrübesi demektir.”

İsa’nın yüzleşeceği ve şahitlik edeceği Gerçeklik ile örtüşen söz konusu ölüm de budur ki “Ölmeden evvel ölünüz” hadisiyle de bu uyanış veya şahitlik kast edilmektedir.

1 yorum:

  1. “Ölmeden önce ölmek” nasip olsun ne diyelim. Çok güzel bağlamlar…

    YanıtlaSil