11 Aralık 2017 Pazartesi

Corbin’in Kastı: Fenomenoloji ve Keşf’ül Mahcub

"Aslında bu apaçık görmenin kendisi, en kesin anlamda bilgidir; nesne de bir torbada durur gibi bilginin içinde duran bir şey değildir; bilgi, her yerde tümüyle boş bir biçimmiş gibi, içine bir şu bir bu şey konulan, hep aynı kalan boş bir torba değildir. Tam aksine, verilmişlikte görüyoruz ki, nesne bilgide kurulmaktadır…"

E. Husserl, “Fenomenoloji Üzerine Beş Ders”

Henry Corbin (“Alone with the Alone”un girişinde) öz olarak der ki; bugün, dünyada tecrübe ettiğimiz bir şeyi değerlendirirken fenomenoloji sayesinde bu tecrübenin nesnel verisini –sınırlı bir alan olan- duyu algısı verisine veya anlamlı bilgiyi, aklî kavrayışın ancak bir işlemine indirgemeksizin yapabiliyoruz. Yani fenomenoloji, deneyimlediğimiz bir nesne ile ilişkimizde onu anlamaya dair kurma değerlerinden bağımsızca bakabilmemizi kolaylaştırmıştır. Böylece –fenomenolojnin yardımıyla- nesneye ilişkin duyu algılarımızın edindiği “görüş”ler, onun gerçeğini görmemizi engelleyememekte (perdeleyememekte) ve bilgiyi salt akılsal mukayeselerin muhasebesinden ibaret görmemekteyiz.

Başta psikolojizmin, biyolojizmin ve sosyolojizmin (her şeyi insan psikolojisinin, biyolojisinin veya toplumsallığının bir neticesi olarak görme eğilimlerinin) cüretkârca yapılandırdığı bilme tarzları nesnenin bilgisi ile nesnenin kendisi arasındaki farkı yok etmişken ve üstelik insanların dinî dogmalar ve ideolojilerin sağanağından kaçarken yakalandıkları pozitivist fırtınanın “biliş çarpıntısı” yaşanırken fenomenolojinin mezkûr katkısı yadsınamaz gerçekten de.

Fakat sözü edilen bu katkıyı Corbin hangi düzeyde yapıyor ki –Nasr’ın “Tabiat Düzeni ve Din”de yazdığı üzere- fenomenolojiyi öğrencilerine “keşf’ül mahcub” diye tercüme ederek ikisini denkleştiriyor?

Corbin’in bu tercümesi dışında yukarıda aktarılan fenomenoloji yorumunun bulunduğu kitabının alt başlığı “Creative Imagination in the Sufism of Ibn ‘Arabi/İbn Arabi Tasavvufunda Yaratıcı Tahayyül”dür ve orada kâinatın nesnel (ontolojik?) varlığı ile tahayyülat açısından algılanışı (epistemolojik?) arasındaki farka dayanarak tahayyül ile diğer hissiyat ve bilgi ilişkisine kapı aralar. “Tahayyülün (ya da sevgi veya sempati veya herhangi bir diğer hissiyatın) bilgiye ve ona uygun olan bir ‘nesne’nin bilgisine yol açtığını söylemek, artık paradoksmuş gibi durmuyor” diye yazar. Esasen tam olarak onun ele aldığı bu ilişkinin -bilgimiz ve nesne arasındaki ilişkinin- “sorun” olarak alındığı yer, fenomenolojinin esas probleminin “görünürleştiği” yerdir…

Şöyle ki Husserl’in felsefe aracılığıyla saf bilgiye yönelme gayreti, Descartes ile birlikte felsefenin merkezine yerleşen “düşünen özne”yi, onu biçimlendiren psikolojik, biyolojik ve çevresel etkilerden uzaklaştırarak “bilen özne” olarak görmek ister. Nesne ve onun görünüşü arasında ayrım yaparak insanın nesnenin kendisini değil, sadece görünüşünü bilebileceğini vurgular –Kant gibi: şeyin kendiliği bilinemez ancak onu kategorik görüş aracılığıyla yeniden kurar zihin. Husserl buradan yola çıktığı için ampirist tutumdan/tümevarımcılıktan ayrı durur ve “doğa bilimleri üzerine bir felsefe inşa edilemeyeceği”ni fark eder. Çünkü, bir şeyi bilmek, o şeyin kendisini bilmek değil, ancak zihinde sahip olunan formel kalıplar (kategoriler) aracılığıyla o şeyi sınırlı/kayıtlı bir biçimde algılamak veya o şeyi zihinsel (cognitive) kalıplara uydurmak demektir. Husserl’in fenomenolojisi açısından psikolojizm, biyolojizm ve sosyolojizm ve hatta “doğa yasaları” diye ortaya konulan felsefî/zihnî çerçevenin bütünü, bilincin nesnenin kendisini görmesini, onu bilmesini engellemektedirler. Söz konusu kalıplar, nesneyi “kendinde nesne olarak” kavramanın önüne geçerler ve bu yüzden de Husserl’e göre her bilgi ancak bir “yönelmişlik” olarak mevcuttur ve yani, -kendinde şey olarak değil fakat- “bir şey olarak”.

Husserl, insanın şeyin kendisini değil ancak onun “görünüşünü” bilebildiğini fark ettiği için “doğa bilimleri üzerine bir felsefe inşa edilemeyeceği” sonucuna ulaşır. Yani bir şeyi bilmek, sadece o şeyi çeşitli formel düşünce kalıplarına uydurmak demektir: Psikolojizm, biyolojizm çıkarımları ya da doğa yasaları dediğimiz bu zihinsel yapılar, bizim, nesnenin kendisini görmemize engel olan unsurlardır.

Burada anlaşılacaktır ki nesnenin kendiliğini görmemize engel olan “nesnel” bir perde yoktur. –Fenomenolojinin en ilginç ve çoğu kez kafa karıştırıcı olan vasfı galiba budur: Saf bir bilgi için saf bir bilinç gerekmektedir -ve yani “perde” öznededir. Zaten Corbin’i de harekete geçiren nokta burasıdır. Zira perdenin gerisinde olanın müşahedesi, özü itibariyle tasavvufta da salikin menzilidir ve kendi “nazar”ını kapatan örtüyü kaldırarak (dis-cover) keşf ile doğruyu görür (ya da hicapta olanın perdelerini sıyırır). Tıpkı Ekberî ekole mensup Nablusî’nin (“Gerçek Varlık”ta) yazdığı gibi salik, Gerçek olanı görmek için görüşünü parlatır, nesneyi değil:

“Gerçek bilgiyi elde etmek isteyen müridin yapması gereken en önemli iş, himmetini Vücûdun (Varlık) araştırılmasına yöneltip, hissî, aklî ve hayalî suretlerin perdelerinden -arızî değil- gerçek anlamda soyutlanıncaya kadar, onu müşahede edebilmektir. Böylelikle mürit, ezelî ve ebedî olarak nasıl idiyse, o hale gelir”.

Sorunun gerçekten ilginç olan cevabı, Corbin'in denkleştirmeyi ontolojik düzeyde yaptığıdır. Ki Gerçek olanı görmek, bilgiyle değil oluş (Hakk'el Yakîn) aracılığıyladır...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder