28 Nisan 2018 Cumartesi

Bilim Felsefesine Yaklaşımlar-I: Viyana Çevresi, Popper ve Wittgenstein

Bilimsel bilgiyi, onun koşul ve imkânlarını, bilimsel bilginin nesneleri ile bilimsel yöntemi araştıran bilim felsefesinin amacı; bir bilgi türü olarak bilimsel bilginin oluşturulması ve sınanmasına dair tutum ve yöntemleri, felsefenin anlam çerçevesi içerisinde bütünlüklü ve sistemli bir şekilde ele almaktır denilebilir. Antik dönemde felsefî araştırmanın ortaya çıkışı ile doğa araştırması arasında kurulan ilgi üzerinden ifade edilirse bilim felsefesinin felsefî sorgulama ve yönelimler için hâkim bir unsur olarak değerlendirilmesi mümkündür. Modern dönemde bilimin insan hayatı üzerindeki güç ve denetim kabiliyeti de dikkate alındığında bilimsel bilginin arka planı ya da bilimin kendisinden bir sonuç olarak hâsıl olduğu bilim felsefesinin önemi görünür hâle gelebilecektir.

Ömer Demir’in “Bilim Felsefesi” isimli çalışması, modern bir olgu olarak bilimselliğin temellendirildiği felsefî eğilim ve yöntemleri derlemektedir. Bilimsel bilgiye ilişkin eleştirel bir giriş ile bilimsel düşünceye yön vermiş belli başlı felsefeleri ve düşünürleri ele alan çalışmanın en sonunda da modern bilime ilişkin sorgulayıcı ya da ona karşıt söylemlere de yer verilmiştir. Burada onun çalışmasının ana hatlarına değinilecektir.

Demir’in bilhassa bilimsel bilgiye ilişkin olarak onun değişebilirliğine dair eleştirisi üzerinde biçimlenen, bilimsel bilginin meşruiyeti sorunu mühimdir. Nihayetinde yapılan yeni keşif ve bulgular aracılığıyla şeylerin tabi oldukları düzenlilikleri belirleme amacıyla geliştirilen ölçütlerdeki farklılaşmalar, bilimsel bilgiyi güvenilir olmaktan uzaklaştırabilmektedir. Bilimde sabit ölçütlerin olmaması nedeniyle bilim, “bilim adamlarının bilim dediği şey” olarak tanımlanmaktadır. Bu durumun bir uygarlık meselesi olduğuna değinen Demir,  Hüsamettin Arslan’ın epistemik statüko üzerinden geliştirdiği eleştirisine yakın bir biçimde mevcut modern Batı uygarlığının insan zihinlerindeki bilişsel ve anlamsal kategorileri belirleme gücü nedeniyle bilimin sorgulanmasının da uygarlık içinde yapılamayacağını, ancak ilgili kitap aracılığıyla bir farkındalık sağlamanın amaçlandığını da ifade etmektedir.

Mantıksal Pozitivizm

Bir dönem için bilim, mantıksal pozitivizmin belirleyiciliğine göre anlamlıydı. Mantıksal pozitivist geleneğin felsefî dayanakları ve yöntemleri yanı sıra özel olarak da doğrulanabilirlik bilimin ne olduğunun sınırını çizmekteydi. Doğrulanabilirlik ilkesine göre, bilginin, kanıtlanabilen ve bu vesileyle gerekçelendirilmiş olarak ortaya konulan önermeler içermesi zorunludur. Kanıtlamanın kendisinin de kabul edilebilir bir dayanağının bulunması gerekmektedir. Buna göre sağlam ve güvenilir bilginin edinilmesi ancak doğrulama ile mümkündür. Bilgiye ilişkin kanıtlamanın geçerliliği konusunda iki temel yaklaşım mevcuttur: Birincisi, güvenilir bilginin aklî çıkarımlar yoluyla elde edilebileceği düşüncesi olan akılcılığın kendi kuralları içerisinde yapacağı kanıtlamalardır. İkincisi de bilginin ancak deneyim vasıtasıyla elde edilebileceği fikrine bağlı olarak gelişen deneyciliğin gözlem ve deneye dayalı kanıtlamalarıdır.

Viyana Çevresi filozoflarınca geliştirilen mantıksal pozitivist felsefe, doğrulanabilirlik ilkesini benimser. Viyana Çevresi olarak anılan grubun temel amacı; farklı disiplinlere ayrılmaksızın tüm disiplinleri içinde toplayan tek bir bilimin kurulması ve bu bilimde mantıksal çözümleme yönteminin kullanılmasıdır. Bilgiyi, bilimsel bilgi ve bilimsel olmayan bilgi olarak ikiye ayıran mantıksal pozitivistler, metafizik sorunları aşarak onlarla uğraşmak yerine ampirik bilim yoluyla kavram, önerme ve olguları açıklığa kavuşturmak ister. Mantıksal pozitivistler, gözlem ve deney yoluyla edinilen bilgilerle oluşturulan genellemeleri sınamak amacıyla doğrulanabilirlik ilkesine başvurmuşlar ve bu sebeple tümevarımcı bir yöntemle önermenin doğruluğu için olgularla desteklenip desteklenmediğinin duyumlar yoluyla tespit edilmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Şayet önerme, bu tespiti yapmaya olanak sağlayacak bir içeriğe sahip değilse, yani ampirik olarak doğrulanamıyorsa bilimsel olarak kabul edilemeyeceği değerlendirilmiştir. Bilimin konusu da ancak ampirik olarak ispatlanabilenecek, doğrulanabilecek olgular olarak belirlenmiştir.

Karl Popper ve Yanlışlamacılık

Bilimsel yöntemde Karl Popper’dan önce temel mesele, önermelerin sınanmasının ve doğrulanmasının nasıl yapılacağı sorunu etrafında belirmişti. Mantıksal pozitivistlere göre bir önermenin doğruluğu, ona karşılık gelen olgularla desteklenip desteklenmediğinin tespitine bağlıdır. Duyumlarla yapılan bir sınama neticesinde önermenin doğrulamasının yapılabilir olması, önermenin ve içeriğinin bilimselliğinin bir kriteri olarak kabul edilmişti. Olgusal ya da deneysel doğrulama olanağı, bilimsel alanda kesin sonucu verecek imkânı göstermekteydi. Buna göre bilimsel bilgiler de deney ve gözlem yoluyla olgusal dünyadan edinilen ve tümevarım yoluyla genelleştirilen ve sonrasında tekrar olgusal dünyayla karşılaştırılıp doğrulanabilen bilgilerden ibaretti.

Popper bilimsel bilgiye dair bu yaklaşımları reddederek eleştirmiştir. Ona göre;

* Gözlemlerin içinde anlamlı hâle geldikleri kuramdan bağımsız bir gözlem yolu bulunmamaktadır ve bu sebepten deneyciliğin, bilginin deney yoluyla elde edileceği, deney öncesinde insan zihnin boş olduğu varsayımı yanlıştır.

* Tikel bilgilerin genellenmesinin tümel bilgiyi vereceğine dair mantıksal bir kesinlik mevcut değildir. Çünkü sonsuz olabilirlik içerisinde diğer tikel verilerle çelişik bir bilginin ortaya çıkması daima mümkündür. Bu eleştiri pozitivist ve empiristlerin yegâne bilimsel yöntem olarak kabul ettikleri tümevarımcı tutuma dair bir eleştiridir.

* Aynı sebebe bağlı olarak Popper, bilimselliğin ölçütünün doğrulanabilirlik değil, fakat yanlışlanabilirlik olduğunu ileri sürer: Sınanamayan bir önermenin hangi koşullar altında yanlışlanabilecek olduğu belirsizdir. Örneğin “melekler vardır” önermesi, bir sınama imkânı bulunmadığı, yani yanlışlanamadığı için bilimsel değildir ya da bilimin ilgi alanı dışındadır. Ayrıca bir önermenin ortaya koyduğu bilgi içeriği ile yanlışlanabilirlik oranı arasında doğrusal bir ilişki de vardır: Önermelerin yanlışlanabilirlik oranı arttıkça bilgi içerikleri de artmaktadır.

Popper’ın bu eleştirileri, aynı zamanda bilimde doğruların biriktirilmesi değil, yanlışların elenmesiyle bir sürecin devam edeceği sonucunu göstermiştir. Her bilginin yanlış olabilme olasılığına gönderme yapan “yanılabilircilik” ilkesi de Popper’ın hiçbir bilgiyi kesin olarak kanıtlama imkânı olmaması nedeniyle bilimsel bilgi sürecinin bir ayıklama olarak betimlemesinin dayanağıdır.

Eleştirel Akılcılık

Popper bilimsel yöntemi bir mitten ayırt edenin onun eleştirilebilme olanağı olduğunu ifade ederek eleştiri aracılığıyla yanlışlarından arındırılan bir teorinin revize edilemeye açık oluşuna dikkat çekmiştir. Bu temelden hareketle bir teorinin bilimselliğini belirleyen, onun yanlışlanabilirliğe olan duyarlığıdır sonucuna ulaşır. Ayrıca, teorilerin çürütmeler karşısında korunmak yerine daha dayanıklı hâle getirilmesi, yeni teorinin kabul görmesi için daha fazla deneysel içerik taşıma gereği, yeni teorinin eski teorilerin açıklama gücüne sahip olması, en katı/maddesel biçimde test edilebilme özelliği yanı sıra aksiyomların en aza indirilmesi, çelişki teorilerin kabul edilmemesi ve her teorinin olabildiğince bağımsız test edilmesi gibi deneysel bilim ilkeleri de ileri sürmüştür.

Durumsal Çözümleme

Popper ayrıca doğal bilimlerin yönteminin sosyal bilimlerde de kullanılması gerektiğini öne sürdüğüne dair eski görüşünü değiştirerek bunun yerine sosyal bilimler için “durumsal çözümleme” adında bir yönteme değinmiştir. Sosyal bilimlerin amacının geleceğe ilişkin kehanetler üretmek değil, amaçlı insan eylemlerinin amaçlanmayan sonuçlarını tespit etmektir ona göre. Bu sebeple durumsal çözümleme, soyut ve tipik unsurlar olan amaç ve bilgi odaklı bir bireyselcilik ilkesiyle insanların duruma uygun hareket etme özelliklerine işaret eden rasyonellik ilkesi gibi iki temel öğeden oluşmaktadır. Öz olarak sosyal olguların; belirli bir bilgi evreni içindeki amaçlı bireylerin davranış, tutum ve etkileşimlerinden ortaya çıktığı ilkesiyle faillerin layıkıyla ve uygun bir şekilde hareket ettikleri ilkesini esas almaktadır.

Wittgenstein’ın Dil ve Olgu Uygunluğu Düşüncesi

Wittgenstein’ın birinci dönemi olarak adlandırılan ilk görüşleri kısaca “Tractatus” diye anılan kitabında içerilmektedir. Bu çalışmasında yazar dilin doğasının ne olduğunu araştırır. Sonuç olarak Wittgenstein, dili olgular dünyasının bir resmi olarak tanımlar ve bu resimlerin de düşünmeyi mümkün kılan düşünce nesneleri olduğunu ifade eder: Gerçeklik olgulardan ibarettir ve dünyada da sadece olgular bulunmaktadır. İfade ile gerçeklik arasındaki uygunluk da insanın gerçeği olduğu gibi algılamasını sağlamaktadır.

Wittgenstein daha sonraki sorgulamalarında günlük hayattaki dilin büyük bir kısmının bu durumda dil dışı olması gerektiğini fark edip fikirlerini değiştirmiştir. Böylece dilsel bir ifadenin gerçekliğinin tekabül ettiği gerçeklikten değil, ortaya çıktığı sistemdeki konumundan ileri geldiği sonucuna ulaşmıştır. Böylece teorilerin dünyanın bir yansıması değil fakat dünyaya farklı bir bakış ya da onun farklı bir kurulumu olduğunu düşünür.

Dil Çalışmaları

Saussure’un çalışmalarından hareketle ortaya çıkan yapısalcı düşünce temel olarak bir yapı içindeki unsuru, diğer unsurlardan bağımsız olarak ele almanın mümkün olmadığı iddiasına dayanır. Buna göre bilimsel teoriler de önermeler olmalarından ziyade birer yapı olarak anlamlıdırlar.

Dile ilişkin çözümlemelerden hareketle Derrida tarafından geliştirilen yapıbozumculuk, anlamın metin içinde hazır beklemeyip okuyucunun yorumuyla değer yüklendiği fikrine dayanır. Hazır bekleyen anlam fikri, bir iktidar ilişkisi var edeceği için yapıbozuma uğratılmalıdır. Bunun için yapılacak iki işlem şunlardır: egemen terimle değersizleştirilmiş terimin konumlarının değiştirilmesi demek olan “tersine çevirme” ve egemen terimin ancak onun zıddı olan tabi olan terim sayesinde var olabildiği gerçeğinin ortaya çıkarılması demek olan “yerinden oynatma”.

Ayrıca dilin, bir sosyal eylem olarak varlığı da dikkate alınarak 1960’lardan itibaren söylem çözümlemesi yöntemi de geliştirilmiştir. Buna göre sözceler sadece kelimeler olarak değil, sosyal bir eylem olarak anlamlıdır. Kullanan kişinin inanç, bilgi ve anlayışına bağlı olarak söz ve ifadeler belirli bağlamlar içerisinde yeni anlamlar ve işlevler kazanmakta ve taşımaktadırlar. Araştırmacı bu anlam ve bağlamları keşfetmek için söylemleri bir çözümlemeye tabi tutarak ifade edenin konumunu ve böylece söylediği şeyin esasını keşfetmeyi amaçlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder