18 Aralık 2018 Salı

Kantçı Düalizmin Bazı Felsefî Sonuçları İçin Not


Bilginin kaynağına ilişkin tecrübe ve akıl arasında yapılan ayrıma dayalı felsefî tutumlar mevcutsa da bu ayrımın çok da eski olmadığını, Kartezyen düalizmle başladığını görmek mümkün: Descartes’ın –Tanrısal cevheri bir kenara bırakırsak- zihin/ruh ve madde/beden diye iki cevher olduğu fikri, esasen onun “düşünen özne”sini de karakterize eden bir fikirdir. Çünkü düşünen özne, düşündüğünün farkında olan, yani kendi düşüncesini bir nesne olarak inceleyebilen öznedir. Descartes sistematik eleştiriyle her şeyi şüphe konusu yaparken el çabukluğuyla bu “nesnenin farkındaki özne”den de Tanrı’dan da şüphelenmeye gerek görmemiştir. Felsefenin temel ve apaçık bir “doğru”nun üzerine kurulması gerektiği fikrini savunan Descartes, böyle bir temeli “nesnel” olarak bulmanın hiçbir yolu bulunmadığı için düşünen özneden hareket etmek zorunda kalmıştır.

Bu zorundalık durumu modern felsefeyi karakterize eder: önce düalistik anlayışın gerekliliği, sonrasında da özneden hareket etme gereği. (Bu metnin son cümlesinde de işaret edildiği üzere, esasen ikisi diyalektik bir bütündür.) Farklı bağlamlarda ele alınmışsa da modern felsefe konusunda eleştirel ağırlık özne meselesine yönelir. Ancak Descartes felsefesinin asıl sorunu düalizmdir, özne meselesi nesneden yola çıkılarak üretilen bir sentez ve düalizmin doğal bir sonucudur. Sözü edilen düalizm; öznellik-nesnellik gibi –yanlış teşhis ve tasniflere dayanan- çok da anlamlı olmayan bir bilgi felsefesi sorunu üretmiştir. Bu sorun henüz Descartes ile birlikte mekanik evren anlayışını, evrenin matematik düzene indirgenmesini, hümanizmden miras kalan insan-merkezlilik fikrini ve baştan sona odağında bilimin yer aldığı bir dizi felsefî sorunu üretmeye başlamıştır.

Mesela ampirizm buradan türetilmiştir ve hakeza ampirizm ile zıtlık içinde kavranan rasyonalizm de (Bu “ampirizm ile zıtlık içinde kavranan rasyonalizm” Anaksagoras’ın, Platon’un “akıl” kavramıyla çok da ilişkili değildir, zira merkeze alınan akıl kavramlarının tasavvurları bambaşkadır. Ki Aristoteles’in yaklaşımı “bile” ampirizmle bir zıtlık içinde hiçbir şekilde kavnamayacaktır. Antik filozoflar için akıl, doğa ile “özdeş” bir tümelliği işaret eder.)

Kant bu düalizm mirasının içine doğdu. Metafiziğe ilişkin şüphelerinin onu Descartes, Leibniz ve Spinoza gibi “matematikçi” metafizikçilere karşı temkinli olmaya itmiş olabilmesi olası. Bu yüzden o, İngilizler gibi düşünmeyi tercih etti: Hume’un nedenselliğe ilişkin şüpheciliğini kritik ederek olgular yanı sıra olaylar arasındaki nedensel bağlantının varlığını ileri sürerek bunun ampirik bir temeli olduğu sonucuna vardı. Bu sonuç ona, bilginin kaynağına ilişkin Kartezyen düalizmin sunduğu modeli makul gösterdi: Nesnenin bilgisi, öznenin tecrübesi aracılığıyla mevcuttur. Descartes’ın düşünen öznesi, Kant’ın elinde bilen özneye dönüştü: Hume, nedenselliğin olgusal değil kavramsal bir bağıntı olduğunu ileri sürerken eski düşünce biçimine göre haklıydı ama nedenselliğin a priori bilme kategorisi olarak anlaşılması yoluyla haksız duruma düşürülüyordu.

Kant’ın bilgi felsefesi, ampiristler ve rasyonalistler arasında bir uzlaşım olarak okunabilirse de özünde rasyonalisttir. Hatta Kant, bilgiyi “tecrübe” ile başlayan bir süreç olarak anlasa da bu böyledir. Bunun sebebi, Kant açısından bilgide (kronolojik değilse de mantıksal) “önceliğin” aklî formlara verilmiş olmasıdır: bilgiyi esas var eden şey, insan zihnindeki a priori formlardır. (Böylece bilgi, insana verilmiş/aşkın bir şey olmaktan da çıkıyor bir kurgu/inşa halini de alıyor. 20. Yüzyılda Kant’ın bunu söylediğinin fark edilmesiyle olgu-bilgi denkliği teorisi de ötelenecektir.)

Böylece Kant, bilgiyi içerik ve form olarak parçaladığı gibi farklı bir düzlemde a priori ve a posteriori olarak yine parçalar. Bu defa bazı bilgilerin deneyimden önce var olduklarını, bazılarınınsa deneyimden sonra var olduklarını ileri sürer. Deneyimden önce var olan a priori bilgiler için analitik, deneyimden sonra var olan bilgiler içinse sentetik önerme ayrımını yaparak üçüncü bir ikilik oluşturur. Düalizm her adımda giderek derinleşir.

  Bilginin içeriği ve formu arasında yaptığı ayrımla birlikte Kant aynı zamanda rölativist bir tutum benimsemiştir: bilgi, bir tasarım/inşadır ve bu, onu insan-biçimli kılar. (Bir not: Kant’ın söz ettiği bu insan (individual), toplumsal değildir; ortak bir yeti söz konusudur). Bu rölativizm, aynı zamanda onun metafiziğe karşı yaklaşımını da belirler: bilgi tecrübeyle başladığı için tecrübenin konusu olmayan (a priori sentetik önermelerce içerilen matematik nesneler ve analitik önermeler haricindeki) hiçbir şey bilginin konusu olamaz. A pirori bilgi de transandantal dediği tecrübeyle ilişkisi olmayan saf aklın ürünüdür; metafiziğe verdiği yer burası değildir onun için transandance terimini tercih eder: aşkın. Metafiziğe ait kavramlar (Tanrı, ruh, sonsuzluk) akıl tarafından inşa edilmiş kurgular, idelerdir. Çünkü bütün bu kavramlar özleri itibariyle parça-bütün düalizmi içinde tasavvur edilebilirler, ancak insan bilgisi parça ile sınırlı olduğu için bütünü asla bilemez –tıpkı evreninin bütününü bilemeyeceği gibi. Bu vurgu Kant için bilginin görünüşle (fenomenle) sınırlı olması şeklinde anlam kazanır: Bilginin tecrübeyle başlamasına dayanan bu düalizmle de Kant, ahlâk için tamamen kendi varsayımı olan saf akla (transandantal akla) dayanır ve her insanın aynı olduğu indualist yaklaşımı onu evrensel ahlâk fikrine götürür: her insan için geçerli olan bir ahlâk yasası fikri.

Kant’ın başvurduğu bu düalizmlerin tamamı epistemolojiktir, ontolojik değildir: Örneğin numen bir varlık alanını işaret etmez, bir bilgi alanını ifade eder. Numen, tanrı demek değildir. Çünkü ağacın sadece görünüşünü biliyorum ağacın özünü bilemem, demek; görünüş/oluş dünyasına yansıyan bir ağaç ideası vardır anlamına gelmez. Bu anlamıyla Kant, Platon’la sistemleşen geleneksel felsefesinin tam tersini söylemiş olur. Geleneksel anlamda bilgi (episteme) değişmeyene, öze ait bir bilgidir; nesneler sürekli değişim içinde olduklarından onlar bilinemezler. Çünkü burada ontoloji ve epistemoloji bir ve aynı şeydir. Kant ise bilgi dünyası ile oluş dünyasını özdeşleştirir, varlık dünyasını onlardan ayırır. Bilgi ve oluş yani gerçek/fact; tecrübe edilen şeydir. Yine bilgiyi nedenlerin bilgisi olarak kabul eden Aristoteles’in nesnede içkin olan formlar bulunmasını reddeder, formların insan zihninde olduğunu söyler (rölativizm).

Aynı şekilde transandance da bir bilgi alanıdır, ontolojik kategori değildir. Kant, Varlık hakkında agnostiktir: tecrübe ettiğimiz oluş dünyası dışında ne var ne yok bilemeyiz, der. Hatta kâinatın da böyle olup olmadığını bilemeyiz, onu sadece aklımızda bulunan kategoriler aracılığıyla tanıyabiliriz.

Kant inanca yer açabilmek için onu bilginin karşısında konumlandırarak farklı bir düalite üretir: Oysa bilgi zaten bir inanç formudur. Çünkü bilgi, doğru ve yanlış gibi iki değere sahip bir şeydir ve bilgi, doğru olduğuna inanılan şeydir. Yani (doğruluk değerine) inanmak, bilmekten (mantıksal olarak) önce gelir.

Fakat Kant daha mekanik düşündüğü için bilgiyi, bugün “veri” dediğimiz şekilde kavrar, çünkü o aklın üretimidir/inşadır. Şayet aklı antik filozoflar gibi doğa ile özdeş görmüyorsak Kant’ın kullandığı anlamda inanç bomboş bir kavramdır. Çünkü tek dayanağı olan aklın zıddına konumlandırılmıştır. Aklı doğa ile özdeş kavrama açısından bilgi ve inanç aynı şeydir.

Nietzsche, Kant’ın düalizmini eleştirirken haklı olarak perspektivizmi savunur: şayet bilgi tecrübe ile başlıyorsa o “birinin bilgisi”dir. Şayet nesnel dünya karşısında bir özne varsa, bilgi o öznenin konumundan ortaya çıkan bir bakış açısıdır. Bilginin kaynağı tecrübeyse numen-fenomen ayrımı tamamen geçersiz olur. Eleştiri haklıdır ama Nietzsche, akıl, değer ve bilgi ilişkisine doğalcı bir çözümle, ölçmeye dayalı bir bakışla yaklaşır: onun perspektivizmi de tecrübeye dayanan bilgi türleri için geçerlidir sadece.

Kantçı düalizm, Kartezyen düalizmin derinleştirilmesine katkı sağlar: artık doğa, evren, tanrı, ruh gibi kavramlar öznenin dışında birer nesne olarak “vardır”lar. Özne fikrinin sürekli tahrik edildiği bir felsefî bağlam durağan gerçekliğe dönüştürüldüğünden, bu ayrımı aşmak için hermenötik geleneğin çabası dışında bir çaba da gözükmüyor...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder