12 Ocak 2019 Cumartesi

Doğruluk-Sonrası (Post-Truth) Durum ve Tecrübî Bilgi


Epistemolojide bilgi, tanımı gereği doğru önermeleri işaret eder. Bilginin iki temel unsuru olan doğruluk ve inanç da gerekçelendirmeyle birbirine bağlanır: Bu üç unsurdan birisi eksikse veya uygunsuzsa bilgiden söz edilemez.

Fakat doğruluk nedir? Bir önermenin doğru olup olmadığı nasıl bilinir?

Bu soruya Aristoteles ile birlikte bilginin nesneye karşılık gelmesi (tekabül etmesi) şeklinde bir cevap verildi. Tekabüliyet kuramına göre şayet bir nesne hakkındaki bilgimiz o nesneye uygun olursa doğruluktan söz edebiliriz: 2+2= 4 şeklindeki bilgimiz doğrudur çünkü bilgi, nesnesine uyumludur. Ancak Kant gösterdi ki bu yaklaşım, saf mantık ve tecrübeden uzak saf akıl kaynaklı bilgiler için doğru olduğu gibi tecrübî bilgi için de doğru değildir. Tecrübî bilginin alanını oluşturan dış dünyayı olduğu gibi değil de algımızla sınırlı bir biçimde kavrayabilmekteyiz. Dış dünyaya ilişkin olarak Locke’un ve Hume’un kullandığı anlamda “ikincil nitelikler”den başka bir bilgi kaynağımız mevcut değildir: şeylerin sadece görünüşlerini bilebiliriz.

Kant’ın bu anlamda bilime olan katkısı, bilgi ve olgu arasında bir denkliğin bulunmadığını göstermek olmuştur. Böylece dış dünyaya dair bilimsel bilgimiz a priori ve değişmez olsa da bir inşadan ibarettir. (Bu inşa meselesini, olgunun da sosyal olarak inşa edildiği yaklaşımlardan ayrı görmek gerekir.) Yine de a priori ve değişmez bilgi zemini bilimi mümkün kılmaktaydı Kant’a göre; çünkü bu iki nitelik nesnel bir bilgi için yeterliydi. Kant bu nesnelliği, Hume’un nedensellik ilkesine karşı kuşkusuna cevaben başvurduğu transandantal idealizm üzerine bina etti: egonun birliği içindeki saf akıl, doğanın formuna ilişkin çıkarımları mümkün kılmaktaydı. Bu nedenle Kant da Platon ve diğer idealistlerin başvurduğu doğruluk yaklaşımı olan tutarlılık kuramını benimsedi: doğru, bir sistem içindeki önermelerin birbirleriyle tutarlı oldukları zaman tespit edilebilecek bir özelliktir. Zaten bilim, doğası gereği, temel ilke ve yasalar üzerine inşa edildiği için bilimsel doğruluk da bir iç tutarlılık özelliği olarak anlaşılmaktadır.

Fakat tutarlılık kuramı, varsayılacak temel ilkelerin doğruluğuna bağımlı olması nedeniyle sorunludur: Kuantum mekaniğinde gözlemlenen bazı durumlar Newton fiziğiyle açıklanamayan alanların varlığını gösterince önermelerin hangi temele dayandırılacağı sorusu ortaya çıktı. Doğruluk, temel ilkelerin doğruluğuna bağımlıysa temel ilkelerin doğruluğu nasıl tespit edilecekti?

Bu durum bilim düşüncesinde bir açmaz var etti: Heisenberg’in ölçümün imkânsızlığına dayanan belirsizlik ilkesi, neopozitivistlerin kesinlik iddiasından vazgeçip olasılık değerini öne çıkarmaları, Lakatos’un bilimsel bilginin doğrulanmasının da yanlışlanmasının da mümkün olmadığını göstermesi vs. Doğal olarak doğruluğa ilişkin yaklaşımlar pragmatist kurama yöneldiler: Kullanışlı olan her önerme doğrudur. Bu aslında modern bilimin tekrar özüne dönme çabasıdır: bilimin amacı doğaya hükmetmek için tekniğin geliştirilmesidir; bilim tekniğin bir aracıdır, bu yüzden doğruluk bir değer değil, kullanışlılığın veya işlerliğin ölçütüdür.

Bilim ve felsefedeki yeni kavrayış toplumsal dünyaya da sirayet ettiği için postmodern durum da bu arada tezahür etti: nesnel bir bilgi yoktur, bilgi ideolojinin hizmetindeki bir güç aygıtıdır, her konu politik ve sosyal alana indirgenip orada çözümlenmelidir, gerçek yoktur söylem vardır vs. Nietzsche’nin modernliğin aklî otoritesine karşı ürettiği dinamitlerle oluşturulmuş bir zemin… Post-truth, bu zeminin doğal bir çıktısı…

İşin özü itibariyle Aristoteles’in doğruluk yaklaşımı (Tekabüliyet kuramı) yerinde ve uygun bir yaklaşımdır. Fakat Aristoteles bilimi varsayımsal bir temele oturtsa da bilgiyi form (idea) bilgisi olarak alır ve içerik/madde hakkında “amaçsallık” ilkesine müracaat eder: olgular hakkındaki bilgimiz, onların formlarında saklı amaçların bilgisinden ibarettir. Bu nedenle olgu hakkındaki bilgimiz, şayet amacı biliyorsak uygundur ve bu uygunluk nedenselliği veriyorsa doğrudur. Fakat modern bilimde olgu, amaçsallık değil sadece nedensellik üzerinden anlamlandırılır: Kant’ın tutarlılık kuramına yönelmesi de bu nedenledir, çünkü amaçlılık yoksa uygunluk/denklik olgu dünyasında bir şey ifade etmeyecektir. Öyleyse sorun, bilginin ne olduğu konusundaki modern yanılgıdadır, Aristoteles’te değil…

“Değişen şeyin bilgisi olur mu?” Modernler tek bilginin değişen şeyin (olgunun) bilgisi olduğunu ileri sürdüler, bu iflas edince bilgi yoktur şeklindeki Sofist söyleme dönüldü. Çünkü doğruluğun kendisi bir şüphe konusu haline geldi. Fakat hepsi, özünde nesnenin tanımıyla ilgili bir sorundan türemektedir. Çünkü nesnenin formunun (tasavvur ile tanınan) bir idea olduğu reddedilmektedir… Postmodern durum, her şeyden önce öznellik-nesnellik ikiliğinin gerektirdiği önkabuller üzerinden yükselir, yani özü itibariyle (Kartezyen varsayımları kabulle) moderndir. Buna bağlı olarak tasavvur yerine tahayyülün yerleştiği nihilizmle ve global rölativizmle ilişkidir. Burada artık pragmatist doğruluk ilkesinin, bütünüyle öznel çıkarımlarla birleştirilmesi söz konusudur. Fuller’in kastettiği gibi bu, insanın zincirlendiği Platoncu “mağara”dır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder