Zorunluluk kavramı mantıksaldır ya da –iki değerli- mantığa ilişkindir: Bazı çıkarımlar öncülleri gereği veya önermeler yapıları gereği zorunludurlar. “Şu anda buraya yağmur ya yağıyor ya da yağmıyor.” türünden bir önerme yapısı/formu gereği zorunludur (üçüncü hâlin imkânsızlığı).
Aristoteles, formun maddeye içkin olduğu varsayımından hareketle bizim formları akıl aracılığıyla bilebileceğimizi ve böylece eşyayı da bu suretle bilebileceğimizi ileri sürdü. Form ve madde arasında kurulan varsayımsal ikilik, ona göre sağduyunun bir gereğiydi: şeyler sürekli değişme halinde olmasına rağmen nasıl oluyor da dün gördüğüm evi bugün de aynı şekilde görebiliyorum? Aristoteles’e göre bunun sebebi insan aklının da formlara sahip olmasıydı: değişme halinde olan maddeye rağmen ev formu, hem evde hem de insan zihninde mevcut olduğu için akıl aracılığıyla şeylere ilişkin bir süreklilik imkânı söz konusu olmaktaydı. Şu hâlde onun için bilginin konusu, işte bu değişmez nitelikte olan formlar veya eşyanın nedenleriydi. Filozof böylece bir “doğruluk” açıklaması olarak “uygunluk/tekabüliyet/correspondence” fikrine de ulaşıyordu: formlar hem akılda hem de nesnede olduğu için; doğru, bu iki formun birbirleriyle uygunluğu meselesinden ibaretti.
Söz konusu mütekabiliyetin kaynağı olan form anlayışı –onu hocasından ayıran nokta-, Aristoteles’i gerçekçi (realist) kılar: varoluş, bilenden bağımsız olarak mevcuttur. Çünkü form nesnede de mevcuttur. Birbirlerini gerektiren bu sonuçlar –özellikle varoluş ve akıl kategorilerinin uygunluğu düşüncesi-, varlığın da formal ve maddî şeklinde ikiye bölünerek anlaşılması gerektiği sonucunu da getirir: yani varlıkta zorunlu olan ve değişmeyen bir yön olduğu gibi zorunlu olmayan (mümkün) ve değişebilir bir yön de vardır. Buna göre bilginin konusu, aklî formlar olan zorunlu şeylerdir.
Spinoza da bu varsayıma dayanarak ontolojiyi mantık terimleriyle yeniden inşa eder: doğruluğa ilişkin mantıksal çıkarımlar için örnek teşkil eden geometrik doğruların hem varoluşta hem de zihinde aynıyla bulunduğu fikrini temel olarak alır. Şu hâlde, ona göre, şeylerin formlarına dair mantıksal ilişkiler, (aksiyomlar ve tanımlar aracılığıyla) varlık problemine de yansıtılabilecektir. -Aslında Nietzsche’nin de vurguladığı gibi bu mantıksal ilişkileri doğaya dayattığımızı Kant bir gereklilik olarak ifade etmiştir. Fakat Spinoza, bunun bir dayatma ya da yansıtma olduğunu düşünmez. Ona göre bu bir açıklamadır: Mümkün olan her şey, tek bir tözden zorunlulukla açığa çıkarlar. Bu töz, daha sonra Hegel’in Aristoteleşçi temelde modifiye edeceği gibi kavramların kavramı veya formların formu olan tanrıdır.
Fakat geriye döndüğümüzde bu zorunluluk açıklamasının karşısında Herakleitos’un “varlık yoktur, sadece oluş” itirazı hâlâ sapasağlam durmaktadır. Sapasağlamdır çünkü Aristoteles’in icat ettiği form-madde ikiliği, bütünüyle “aklî kategorilerin varoluşla uygunluğu varsayımı”na dayanan farklı bir paradigmadan gelir. -Onu yıkmaz, alternatif sunar. Sadece oluşu bilebilirsek Sokratesçi “bilgisizliğin farkındalığı olarak bilgelik” de daha makul bir çizgiye oturur. Sadece bir oluş akışı varsa, Aristoteles’in yaptığı şey, bu akışın “süreklilik” olarak algıya yansıyan yönünü mantıksal ilişkilerden çıkarsadığı yapıya dönüştürmesi ve onu tekrar doğaya yansıtmasıdır. Spinoza da bu yansıtma üzerinden “Doğa ve tanrı özdeşliği”ni kurar: Natura Naturans (Yaratıcı doğa), natura naturata (yaratılmış doğa)’nın “neden”idir. –Neden de mantıksal bir kavramdır nihayet. Şu hâlde hareket etmeyen, değişmeyen hareket ettiriciden Natura Naturans’a veya Vacib’ül Vücud’a kadar, ontolojik kanıt argümanının da konusu “zorunlu varlık olarak tanrı” fikri, aklın yapısından kaynaklanan bir düalizmle mümkündür. Belki de bu düalizmin yönlendirdiği bir sonuçtan fazlası da değildir. Peki, bu düalizm gerekli midir? Bunu düşünebilmek için varlığı, tekrar form-madde ayrımından uzaklaşarak yani mantığı, varoluşa ve metafiziğe giydirmekten vazgeçerek kavrama gereği vardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder