“Modern dünya-sistemi içindeki
iktidar gerçekliklerinin, geçen beş yüz yıl boyunca, kendi iktidarının devam etmesini
sağlayan bir takım meşrulaştırıcı fikirlere nasıl biçim verdiğini
araştırıyorum. Avrupa'nın bütün evrenselcilik çeşitlerinin üç tane çok önemli
ve büyük çaplı belirlenimi vardı. Onları sırayla tartıştım: Barbarlara karşı
evrensel değerlerin uygulanmasına inananların hakkı; Oryantalizmin özcü tikelciliği
ve bilimsel evrenselcilik. Bu üç fikir takımı özünde birbiriyle yakından
bağlantılıdır. Üçü de birbirinin ardı sıra oluşmuştur.”
Immanuel Wallerstein, Avrupa Evrenselciliği
Joseph Conrad'ın edebiyat tarihi açısından eşsiz romanı “Karanlığın Yüreği”nde, Afrika'da bir gemide ateşçi olarak çalışan bir yerliden bahsedilir. Dikey bir kazanı ateşleyebildiği için “gelişmiş bir tür” diye nitelenen bu yerlinin kıtayı sömüren medeni adamların işini nasıl yaptığı şöyle anlatılır: “Eğitildiği için yararlıydı; öğrendiği de şuydu: Eğer o saydam şeydeki su yok olursa, susuzluk kazanın içindeki kötü ruhu çok öfkelendirecek, o da korkunç bir öç alacaktı. O da koluna paçavradan yapılma bir muska bağlamış, saat büyüklüğünde cilalı bir kemik alt dudağına geçirilmiş, ter döker, kazanı ateşler, ibreye korkuyla bakar…”
“Eğitilmiş” yerlilerin çağdaş yaşama katkısı her zaman önemlidir. Hind, Güney Amerika, Afrika, Arap yarımadası sayısız örneğiyle doludur bunun. En zor mesele muhtemelen insanların kendi geleneklerini, tarihlerini, irfanlarını inkâr edebilmelerini temin etmektir. Eğitim kurumu da bu sorunun çözümü için icat edilmiş bir Aydınlanma inisiyasyonu. Eğitim aracılığıyla sadece bilgi vülgarize edilmez aynı zamanda “medeni” ve “evrensel” değerler de salikin diline bir zikir tespihi gibi dolanır, onu peltek ve kekeme yapar…
Popper’in tarih ve demokrasi hakkında verdiği nutukları okuyanlara, onun eğitilmiş bir yerli olduğunu veya en azından 2. Dünya Savaşı sonrasında biçimlenen Avrupa’ya hiç gitmemiş olduğunu düşündürtebilecek ölçüde “yabancı” bir kimlikle konuştuğunu hissettirecek birçok şey var. İnsanlığın geldiği noktayı yeterli bulmasa da ABD’yi ziyaretiyle orada fikrini değiştirecek bir hâl bulması, Batı toplumlarının bugüne kadar gelmiş geçmiş en iyi sosyal düzene sahip olduğu inancı, tarihte gördüğü vukuatlara karşı verdiği bireyci tepkileri… Tüm bunlar, “sınırlama problemi”yle (bilimciliğe eğilimle) girdiği bilim felsefesi tartışmalarındaki kendi akılcı ısrarıyla biraz, hatta epey uyumsuzdur. -Gerçi Haack, Popper’in “Yanlışlamacı” yaklaşımını “entelektüel bir ucube” (an intellectual monster) diye andığı yazısında kendisiyle uyumsuzluğunun seyrini de verir:
Popper, önce Bilimsel Araştırmanın Mantığı’nda Marksist bilimsel sosyalizmi ve evrim kuramını ( Freud ve Adler’in psiko-analitik kuramlarıyla beraber) yanlışlanamaz ve dolayısıyla bilim dışı saymış, sonra Açık Toplum ve Düşmanları’nda Marksizmin yanlışlanabilir olduğunu kabullenmiş, en son evrimin kendi başına bir bilim olduğunu ileri sürmüştür (Susan Haack, “Six Signs of Scientism”).
Kararsız şüpheciliğinin etkisiyle olsa gerek Popper genç yaşlarda Marksist dünya görüşünden vazgeçmiştir. 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da keşfettiği reformcu ruhu, kendi eleştirel akılcılığına konu edinip yüceltirken de dünyanın ahlâken kötü bir durumda olduğunu söyleyenleri yalancı diye zikrederken de Batı toplumlarında köleliğin artık kalmadığını iddia ederken de şüphelerini askıya alır. Böyle tutumların motivasyonunu kestirmek kolay değildir. Ama en azından Sir Popper’in kendi ifadesiyle iyimserliğinin ve mevcut toplumsal-siyasal koşulların işaret ettiği demokrasi hakkındaki yorumlarının sadece samimiyetsiz değil aynı zamanda anlamsız olduğunu da dile getirme gereği vardır. Dünyanın geçmişteki yoğun maddî sömürüsü ve aralıksız süren emek sömürüsü açısından bakıldığında onun gelmiş geçmiş en iyi toplumsal düzen dediği şeyin farklı bir coğrafyada tesis edilme olanağının bulunmadığı gerçeğinin üzeri örtülmektedir. Demokrasi medeniyet, bilim ve “ticaret özgürlüğü” gibi akidelerle örülü bir din olduğu kadar; toprakla/gelenekle bağı olmayan çıplak insanlar için icat edilmiş insan hakları, bireycilik ve eşitlik gibi bütünüyle ekonomik faydayı gözeten kavramlarla ayakta duran maddî bir şebekedir de: Avrupa ve Kuzey Amerika’da demokrasi toplumsal bir uzlaşının neticesi olarak ortaya çıkmamıştır nihayetinde, ele geçirilen kaynakların sürdürülebilirliği için ihtiyaç duyulan tüketim toplumunun inşa edilmesi saikiyle demokratik bir uzlaşıya varılmıştır. -Bunun için Baudrillard’ın (Tüketim Toplumu’ndaki) demokrasi ile tüketimcilik ideolojisi arasındaki özdeşliği çözümlemesine bakılabilir: hem tüketimcilik hem de demokrasi özü itibariyle bireycilik mitine yaslanır ve ikisi de narsisist özneyi yansıtacak aşkın temsiller vadeder…
Popper’in insancıllığı, bu bireyci bakış açısının baskısı altında karakterize olmuş gibidir. “Ne için öldüklerini umursamaksızın” savaşlarda ölen insanlardan, devletlerin kötü davrandığı bireylerden bahseder ve tarihte onlara yer verilmemiş olmamasının acısını paylaşır. Fakat artık kölelik kalmadığı için övdüğü toplumsal dünyadaki milyarlarca insanın piyasa koşullarına ayak uydurabilmek için kendinden vazgeçtiği yerde bireycilikten söz etme gereği duymaz. Yabancılaşmış insan hakkındaki şüpheleri de örtüktür. Eğitildiği için kendi gerçeğini yitirmiş bu sanayi-tipi insanın bitimsiz ıstırabı, Afrika yerlilerininki kadar ikincil bir konudur…
Aslında bireycinin gürültüsünden duyulmaz olan insanın çığlığını duymak için Popper’in masallarına değil, tekrar Conrad’ın karanlık ormanındaki hikâyesine dönmek gereği vardır:
“Kendi hakkında bilmediği, ancak o büyük yalnızlığıyla baş başa kalınca görebildiği şeyler fısıldamış olmalı orman kulağına -ve dayanılmaz ölçüde büyüleyici bir fısıltı olmalıydı bu. İçinde yankılandı, çünkü içi boştu…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder