10 Eylül 2011 Cumartesi

Mağaradakiler*: Ham Ama Dürüst Bir Magnum Opus

Herkes tarafından kabûl edilen bir haksızlığa isyan etmek kolay mı?”

Okuyucu tedirgin olmaktan haz etmez. Tarihte aradığı, ezelden beri bildiği saçmalıklardır. Onu aydınlatmaya kalkmak, gururunu incitmek ve öfkelendirmektir. Sakın ha! Böyle bir hadnaşinaslığa yeltendiniz mi çığlığı basacaktır: ‘Mukaddeslerimizi ayaklar altına alıyor…

Cemil Meriç, Mağaradakiler’i “bitirirken;” Anatole France’tan yaptığı bu alıntıyla müphem bir hulâsaya girişerek, “kitapları -kıyasen- tersten okuyan bir kültürün çocuklarını” gerçeğin ters yüz edilmeye müsait tabiatı hakkında uyarıyor. Bu uyarı, en sonda olsa da aslında köprüden önce son uyarı olmak mahiyetini taşıyor: Ki, “ayaklar altına alınan mukaddeslerimizin” ne olduğunu, Mağaradakiler’i bitirirken belki fark edebileceğimiz “mağaramızdan” çıkarak düşünebilelim…

Bir anlamda “yolcu” olan entelektüel için, “Mağara”nın içiyle dışı arasında ciddî bir fark yoktur: Çünkü “zirve” için yapılan mücadelenin, sadece kavramlar arasında geçtiğini ve cenk sahasının tefekkür dünyası olduğunu bilen aydın; kendini hapsedeceği bir mağaraya doğru yürümektedir her zaman.

Bu gerçeklikte, Doğu ile Batı arasındaki “gelişmişlik” farkı da doğal olarak görecelidir. Belki tek ciddî fark; -mâziyle râbıtayı koparıp atan- Dil İnkılâbı gibi cebrî müdâhalelerle kendini savunma ve geliştirme olanakları epey daraltılmış olan Türkiye aydınının, mâkûl bir kompleksle yüzyüze bırakılmış olmasıdır:  Bunun açığını kapatıp ûmranda daha cesur bir rotaya girmek yerine “aşağılık kompleksine” batırılmış “merak-araştırma-okuma” yoksunlukları; mağaranın içini, dışından daha da karanlık bir hâle sokmuştur. Karanlığın aslıysa, gölgedir…

* * *
Bu Ülke tohum, Mağaradakiler ağaç…”


“Giriş”te Eflatun’un Devlet’inden yapılan iktibasla, “Mağaradakiler” ile neyin kast edildiğinin ipuçlarını vererek başlar eser: “Dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi? Kısaca, onlar için tek gerçek var: Gölgeler.

Cemil Meriç, duvarları hayaletlerle süslü bir mağarada yaşadığımızı ve gerçeğin bambaşka bir dünyada cereyan ediyor olabileceği tahayyülünden hareketle; enteleküalitenin, entelektüelin, entelektüalizm, entelijansiyanın izini sürer kitap boyunca: Batı’da, Doğu’da ve arada kalmış fikir coğrafyasında dolaşır sürekli. “Entelektüel kimdir? Aydın sınıf neyin peşindedir? Entelijansiya dünyaya ne verebilir? Anarşi ile ayaklanma nerede birleşir, nerede ayrılır? Hürriyet fikri, Tanzimat’ta nasıl bir anlamla yüklüydü? Terakki, bir yol değil de put mudur?”… gibi yanıtı malûm olan, olmayan bir çok mevzûya el atar;  biraz dağınık, biraz uzak, biraz kırıklarla dolu ama hep şiirsel, çekici ve kuşatıcı üslûbuyla.

Kendisi de bunun farkında olduğu için; “Bu Ülke tohum, Mağaradakiler ağaç. Bu Ülke’deki tohumların henüz hepsi ağaçlaşmadı… Mağaradakiler; çarpık, güdük ve yerine oturmamış düşüncemizin kurşunkalemle çizilmiş bir taslağı… Belki sevimli değil ama dürüst bir kitap.” der sonraları.

* * *
İnsanlık aynı sefil putlara tapan bir şaşkınlar kafilesi…”


“…Hakikatte mağaranın içi de dışı da bir. 150 Yıldır bir gölgeler aleminde yaşıyoruz. Kitap, kendi insanından kopan aydının trajedisi. Amacı yeraltı mağarasına bir parça aydınlık getirmek…” diyerek mağaranın dışında Avrupa ve Rusya’yı içindeyse Türkiye’yi tasvir eden ve düşünce kiliselerini reddeden Meriç, ayrıca; sofistlerden rahiplere, kapitalizmden sosyalizme, liberalizmden anarşizme, nevrozdan nihlizme, Marx’tan Ali Sûavi’ye… bir çok ismin, olgunun ve kavramın yanından yahut içinden geçirdiği okuyucuyu nefes aldırmaksızın gezdirir hakikat deryasında. Bunu, hiçbir isme/cisme kalıpçı ve teorik sıkıcılıkla yaklaşmadan; her şeyi gördüğü kadarıyla, yüceltmeden, alçaltmadan, “namuslu bir aydına yakıştığı gibi” “uzak”tan temas ederek yapar.

Tenkid ve yorumlarında takındığı hakikatçi, âdil ve hakşinas tavrı nedeniyle bir çerçeveye sığdırılamadığı ve belirli bir gözlüğün ardından bakmadığı için (gönüllerden olamasa da) “yörüngeler”den dışlanmış olan Cemil Meriç; her kitabında olduğu gibi (bence en doyumsuz eseri olan) Mağaradakiler’de de yine aynı yolda ilerler: Kavramları incelikle seçip, tanımları kendine has kılar, nitelemeleri âdilce belirleyerek, metodunu karşıtlıklar üstüne kurar ve doğal olarak “hakikati,” arzuladığı oranda en sarih bir tarzla ortaya koyar. Tüm bunlarla Meriç; tarihte, olaylarda ve kitaplarda dolaşırken sadece hulâsa mı ediyor? Elbette ki hayır!

“Mutlular pek mütecessis olmazlar” diyen Meriç, durmaksızın soruyor, sorguluyor, fikir bombasının pimini çekip satırların arasına bırakıveriyor: “Meçhûlün fethi, mâziye bağlı olanları rahatsız eder. Her tecessüs tehlikelidir…”

* * *
Ne gülüyorsun? Anlattığım senin hikayen…”


Aydın olmanın, entelektüalitenin, düşünebilmenin ve nihayetinde insan olmanın temel koşulu olarak gördüğü “tecessüs ışığı” adına; bir derviş ya da devrimci sabrı ve inadıyla “hayatı ve onu bütünleyen her ayrıntıyı,” mutlulukla birlikte bir kenara koyar. Bunu yaparken, Nietzsche’nin, “Hakikat olsunda varsın yaşam son bulsun” söylemine yakın bir tarzda, Dostoyevski’nin -ve yarattığı karakterlerinin- rûh dünyasında kendi acılarına bir merhem arar:

Zavallı dostum!” der ve kendi kendine bir yakarışla döker son sözlerini; “…büyüklere yalnız acılarınla mı benzeyeceksin? Düşünce dikenli bir taç. İsa’dan Gandi’ye kadar Tanrı’ya nisbeti olan her ulu, Tanrı’ların hışmına uğradı. Tanrı’ya nisbeti olmadan Tanrı’ların hışmına uğramak, hazin…”

Artık, “mağara”yı; kendi acılarını yaşayan/yaşaması gereken okur için resmedip, terk eder. Son satırlarıyla, “aynı saçmalıkları tekrarlamaktan” hoşlanan aydınları ve bunları dinlemekten zevk duyan kitleleri mukaddes bir mağarada, mukaddes gölgeler arasında bırakır…

* Mağaradakiler, Cemil Meriç; İletişim Yayınları, 7.Baskı, İstanbul,2002.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder